Çevre Eğitimi

Türkiye Çevre Vakfı’nın, 18-19 Ekim 2007’de düzenlediği

Türkiye’de Çevre Eğitimi konulu toplantıdaki
değerlendirme oturumunda yapılan tartışmalar,
aşağıda verilmektedir.





GENEL DEĞERLENDİRME

Oturum Başkanı - Efendim, dün ve bugün, bildiğiniz gibi, beş sunuş yapıldı. Sunuşların arkasından yorumlar, sorular, tenkitler oldu. Daha değişik fikir ve görüşler ortaya çıktı. Her çalışmanın sonunda, zamanın elverdiği ölçüde bir değerlendirme yapmakta, fayda var. Biz de o düşünceyle bu oturumu planladık.

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu ve Prof. Dr. Koray Haktanır’dan beklentimiz, genel bir bakış açısıyla dünkü ve bugünkü sunuşları hatırlayıp, kendi görüşleri açısından, kendi değerlendirmelerini de katarak görüşlerini özetlemeleri. Bu çerçevede diğer misafirlerimizin de kısa görüşlerini aldıktan sonra da toplantıyı sona erdireceğiz. Hanımefendi, sizinle başlayalım.

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Buradaki kimliğimi, daha çok sivil toplum kuruluş temsilcisi olarak kabul etmenizi rica ediyorum.

Değerli uzmanlar, çok yoğun emek vererek son derece güzel tebliğler hazırlamışlar. Onları okuma fırsatı verdiği için öncelikle yöneticilere teşekkür etmem lâzım. Bayram hediyesi olarak da Koray Hocam bunları bayram şekeri gibi sunduğu için ona da teşekkür ediyorum. Bir sosyolog olarak çevre konularına 1990’lı yıllardan başlayarak ilgi duymaktayım. Bir çok projede çalıştım. Biz kendimizi doğrudan eğitimci olarak tanımlamıyoruz, sosyolog olarak tanımlıyoruz ama, yüksek öğretimde sosyoloji eğitimimiz sırasında bilfiil çevre eğitimiyle de ilgileniyoruz. O yüzden, buradaki sunumlardan son derecede yararlandım. Eminim ki, bundan sonraki çalışmalarımda bu bilgileri uygun yerlerde, uygun zamanlarda kullanacağım. Tebliğleri hazırlayanlara, sunanlara müteşekkirim.

Tabiî, tebliğleri eleştirel bakışla değerlendirmem istendiğinde kuşkusuz onları sanki birer makale gibi okudum. Burada dinlediğimde, o makalelerdeki sınırlılıkların çoğu aşıldı, sorularla genişledi, eksikler tamamlandı.

Sınırlı sürede ne kadarını sunarım bilmiyorum ama, ben de bir metin hazırladım. Zamanın elverdiği ölçüde bu metni takip edeceğim.

Hattâ elimde iki metin oldu. Sabahleyin 9 sayfaydı, sonra 5 sayfaya indirdim.

Bunlara birer akademik makale gözüyle bakıp; iç tutarlılıklarına, mantıkî tutarlılıklarına, akışındaki yetkinliğe, teori ve pratik bütünlüğüne, yerel ve evrensel bilgiyi bütünleştirmedeki başarısına, eleştirel bir yaklaşıma sahip olup olmadığına vs. bakarak elimdeki ölçütlere göre değerlendirdim. Sonradan, bunun burada o kadar çok değeri olmayacağını düşünüp, başka şeyler söylemekte yarar görüyorum.

İlk önce belki de, sosyolog olarak söylemem gereken en önemli konu, çevre artık bugünün sorunu, yarının bir sorunu değil. Riskler, tehlikeler, hattâ bu konudaki kavramlaştırmalar bile değişti. Artık günümüz toplumunu “risk toplumu” olarak adlandırıyoruz. İnsan ürünü risklerin doğal olan tehlikelerden daha çok önem kazandığını görüyoruz. Sosyologlar olarak gerçekten bu alanda kendimizden beklenen gerekli katkıyı yapamamanın sıkıntısını duyuyoruz. Bunu eğitimcilerde de gözlemledim.

Genelde yaptığımız şey şu: Bizim kendi alan bilgimizi yeni bir alana uyarlamak. Diyelim çevre. Bu, çevre olmayabilir, kadın konusu olabilir, başka bir konu, sağlık olabilir. Biz sosyologların en çok yaptığı şey, mevcut, teorik, kurumsal ve kavramsal çerçevemizi yeni alana uyarlamaya çalışmaktır. O alanın kendi kavramlarını geliştirmek, disiplinüstü bir yaklaşımla o alanda çalışmak konusunda (özellikle çuvaldızı öncelikle sosyolog olarak kendimize batırayım) pek fazla becerimiz yok. Olaylara daha çok, çevre sosyolojisi, çevre psikolojisi, çevre eğitimi gibi, o alanın içinde, daha önceki, disipliner, interdisipliner yaklaşım içinde yaklaşıyoruz. Bana göre burada bir eksiklik ortaya çıkıyor. Şimdi pek vaktim olmayacak ama, belki alternatif çalışmaların, disiplinüstü çalışmaların yapılması gerekiyor. Ben, vaktiyle sağlık sosyolojisi çalışırdım. Sonra zaman içinde çevre sosyolojisi geldi. Daha sonra da, şimdi âfet sosyolojisi geldi. Âfet sosyolojisi kendi başına, kendi terminolojisi olan, o kadar büyük bir derya ki. Artık sorunlar âfet boyutlarına geldi. Sadece kuraklık veya su sıkıntısı değil, küresel ısınma bir âfet boyutuna ulaştı ve bunun disiplinüstü olarak ele alınması ve yaklaşılması, onun terminolojisinin geliştirilmesi gerekiyor. Bunu yapmak o kadar kolay bir şey değil. Tebliğlerde zaten (eleştiri olarak getirmekten öte, bir durum tesbiti diyeyim) yatay, horizontal bir farklılaşma var. İlköğretim, orta öğrenim, yüksek öğrenim, erişkin eğitimi, ama dikey, vertikal bir farklılaşma yok. Daha çok dar disiplin alanlarının içinde ve tamamen o disiplinin de kendi literatürüyle, eğitimin de kendi içindeki alt alanların literatürüyle bu işi başarmak gibi büyük bir kahramanlık sergiledi arkadaşlar bence. Kolay bir şey değil. Sonuçta, diyelim ki, bu konuda eğitim sosyologları, eğitim psikologları veya çevre sosyologları, çevre psikologları veya antropologları neler yapıyor diye bakmadan, eğitimde davranış değişikliği veya bilgi, tutum, davranış konusunda belki o sırada bilgi verebiliyoruz, ama inanç ve niyet olmadan davranışa dönüşmüyor, o niyet. Intention nasıl oluşturulacak? Bunlar üzerine inanılmaz bir literatür var.

Dün Gelengül Haktanır, niyetle ilgili bir şeyler söyledi. Hemen orada çok heveslendim. “Heves” sözcüğünü de kullanarak bunu anlattı. “Çocuk şunu bunu öğreniyor, ondan sonra bitki yetiştirmeye hevesleniyor, niyetleniyor” dedi. İşte o niyetin, davranışa dönüşmesi çok önemli. Bizim toplumumuzda, o davranışa dönüştürecek, o niyeti destekleyecek değerler sistemimiz, ekonomik yapımız nasıl? Bunları, diğer disiplinden insanlarla birlikte çalışmamız gerekiyor.

Öyle bir kültürden geliyoruz ki, o yüzden de, sadece eğitimciler bu işi yapamaz. Sadece ziraatçı ile, gariban sosyologla da bu olmaz, burada antropologların, halk bilimcilerin, siyaset bilimcilerin, felsefecilerin de bulunması lâzım.

Edebiyattan örnek verelim. Türkiye’nin Max Weber’i sayılan Sabri Ülgener, edebî metinlerden, ahlâk kitaplarından veya Ömer Hayyam’dan yararlanarak bizim kültürümüzün anlam kodlarını o kadar güzel çözümlemiş ki, bunların içinde çevreciliği destekleyenler de var, çelişenler de var. Meselâ Ömer Hayyam, bir rubaisinde şöyle diyor: “Geleceği düşünmemek, sabaha sahip çıkmamak”. Yani kültürümüzde gelecek kaygısı hiç yok. Vodafone reklâmında deniyor ki, “ânı yaşa”. Bugünü yaşamak önemli, yarını hiç düşünme. Böyle bir kültürden geliyoruz. Bu anlam kodları zihninin derinliklerinde yatan bir toplumu, çevreye duyarlı, niyetli, sonra da davranışa dönüşebilecek bir hale nasıl getireceğiz?

Gelecek kaygısızlığı önemli. Hani, suları akıtmayalım, tasarruf edelim, “akan su kir tutmaz” diyor. Hepsi de olumsuz değil. Meselâ çevreciliği destekleyebilecek bir şey de, Gazâlî’nin Kitab-ı Hülâsat-ül Ahlâk” adlı eserinden ve Nâbi’nin Hayriye Divanı’ndan: Büyük işletmeleri çıkarcı buluyor, sapkınlık olarak değerlendiriyor, “küçük işletmeler iyi” diyor. Hani, bizim, “küçük güzeldir” düşüncesi gibi. Böyle bunları bulup, her türlü şeyi farklı değerlendirmek mümkün. Burada çıraklıkla ilgili genel müdürlükten de üst kademe yöneticilerimiz var. Sabri Ülgener’in, bu iktisadî çöküşümüzün arkasında yatan zihniyeti anlatırken, inanılmaz ama; o kitabında, âdeta böyle satır satır uyan şeylerimiz var; “fazla çalışma, gelecek zamanı düşünme, madde önemli değil, mekân dar, hep dar-kapalı.” O yüzden, bakıyorum, biz başkalarıyla birlikte de çalışamıyoruz, interdisipliner çalışma da yapamıyoruz; çünkü uzmanlık çok önemli. Bu hepimizde var. Biz, sosyologlar birazcık aşmaya çalışıyoruz, artık psikolog ve eğitimcilerden çok şeyler öğrenmeye çalışıyoruz.

Sonuçta, gelinen noktada, interdisipliner olmak da yetmiyor; disiplinüstü olmak gerekiyor. Bunu birazcık eksik gördüm. Konu interdisipliner, ama çağımız uzmanlık çağı olduğu için de bu paradoksu aşmak o kadar kolay bir şey değil. Bunun pratiklerini, dünyada nasıl yapılıyorsa, görmemiz lâzım.

Çevreye, holistic bakmak lâzım, yapı, birey, kültür bir arada. Daha çok birey düzeyinde, mikro bir yaklaşım sezdim.

Sosyalizasyonun üç ayağından (okul-aile-medya), sırf “okul” üzerinde çok duruldu. “Medya” lâfı bugün geçti. Çok sınırlı geçiyor. Bence çok önemli. “Eğitim, eğitim” diyorsunuz; sosyolog olarak ben de “sosyalizasyon, sosyalizasyon” ve “yaşam boyu sosyalizasyon” diyorum.

Kamusalı ve yereli bütünleştirmek gerek. Tebliğlerde onu az bilinçli, bilinçsiz demiyorum da, bir kullanım olarak gördüm. Hem global, küresel, yerel, hep birlikte olsun.

Aman bu postmodern kavramlara çok fazla kapılmayalım. “Küresel düşün, yerel davran” sloganı, insanları şizofren yapabilir. İlk çıktığında bu, Habitat Zirvesi’ne gittikten sonra gelip öğrencilerime, “Ne diyorsunuz, küresel düşünülüp yerel davranılabilir mi?” diye sormuştum. Zaten o “küreselleşme” bir yutturma, ekonomik entegrasyon. Yediğinize içtiğinize, çiğ köfte mi yiyeceksiniz, nasıl dans edeceksiniz; ona karışmıyorlar. Ama ekonomik bağımlılık esas. O yüzden, bu lâflar, ideolojik, politik. Bence bütün bunun arkasında yatan, çevreciliğin, (ben sırf çevre eğitimi üzerine konuşmak için en yetkili insan değilim), çevre konularının, her şeyin arkasında ideolojik, politik düşüncelerin yattığı malûm. Konunun öyle masum olmadığı ve bunun için de bütün yaklaşımlarımızda (küresel demiyorum), evrenseli ve yereli harmanlamaya çalıştığımızda, neleri alacağız, neleri almayacağız, neler bizim kültürümüze, toplumumuza uyuyor, neler uymuyor, bunu görmemiz lâzım. Özgün modeller geliştirmek için ne yapmalıyız? Demin ben söz istedim; Sayın Başkan görmedi. Söyleyeceğim oydu. Yani, bizim yerel…

Oturum Başkanı - Affedin. Gerçekten görmemişim. Kusura bakmayın.

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Bir dahaki sefere daha parlak giyinmeliyim galiba.

Öyle bir şey ki, bütün bunları bir arada düşünmek lâzım. İdeolojik, politik olanın, bizim ülkemize, bizim insanımıza nesi uyuyor, nesi uymuyor, neleri melezleyeceğiz? Evet, moderniteyi eleştiriyoruz. Ak ve kara yok artık, melez yapılar var. Ama ben bunu postmodernizm içinde almıyorum; bunu gayet basitçe diyalektik, karşıtların birliği içinde ele alıyorum. Diyalektik ne önerir? Tez-antitezi içerir. Kapitalizm, kendisini yıkacak mezar kazıcısı işçileri olmadan olmaz. Kapitalizm onu da içerir. Bu “küresel”, “yerel” gibi şeyleri, onların bize, (“satmak istedikleri” demek istemiyorum, ne yaşıma, ne statüme yakışıyor ama öyle söyleyeyim) pazarlamak istedikleri gibi değil, gerçekten, karşıtlıkların bir arada olduğu, melezlikleri, ikili karşıtlıklarıyla birlikte diyalektik olarak ele alıp olaylara bakmamız yararlı olacaktır.

Teori ve pratik bir bütündür ve bu gereklilik büyük ölçüde karşılanmış aslında. Daha çok benim görmek istediğim şeyler yoktu. Çevre eğitimi, sadece eğitimcilerin sorumluluk alanıyla sınırlı kalmayacak kadar çok boyutludur. Tebliğlerin tamamının eğitimcilere hazırlatılması, bu yüzden eleştirilebilir. Sunumlarda son derece yetkin bir yatay (horizontal) farklılaşma var, okul öncesi, ilköğretim, orta ve yüksek öğretim gibi. Ancak, dikey (vertical) farklılaşma eksik. Ayrıca, okul öncesi, ilköğretim, orta ve yüksek öğretim arasında sıkı bir ilişki gerek. Oysa, sunumların kaynakçaları dikkatle incelendiğinde, kendi ilgili dönem literatürleriyle sınırlı kaldıkları anlaşılıyor. Eğitimciler, diğer çevre eğitimi literatürünü de okumalılar. Ayrıca, Bandura’nın Öğrenme Kuramı (Learning Theory) veya Fishbein ve Ajzen’in Sebepli Eylem Kuramı (Reasoned Action) da ele alınmalıydı. Çevre eğitiminde, bunlardan da bahsedilmesini beklerdim.

Buna karşılık, değerlendirmecilerin bir doğal bilimci (ziraatçi) ve bir sosyal bilimci (sosyolog) olması, uygun olmuştur. Edward O. Wilson (2006), din ve bilimin, çevre konusunda işbirliğini önerir. Hattâ, siyaset bilimcilerin de bulunması gerekirdi.

İnanınız ki, ben sosyolog olduğum halde, her türlü çevre eğitimine başlarken veya bu konuda çalışma yaparken o çok zengin literatürün içine, bize uygun olabilecek, en azından eklektik olarak kullanılabilecek şeyleri araştırıp uyarlamaya çalışıyorum. Bilimin gelişmesinde tabiî ilk önce aktarmacılık yapılabilir. Sonra yerellik, sonra evrensellik boyutları vardır. İlk başta konulara yeniyiz, aktarmacı bir şeyler yaptık, ama bence bundan sonra, daha yerel ve evrensele ulaşmak için çalışmalıyız.

Çevre konusunda farklı paradigmalar var. Ben çalışmalarda onu da sezemedim. Eğitim de öyle masum bir şey değil. Diyelim ki, çevre konusunda Marksist paradigma, perspektif var, feminist perspektif var. Bunlar içinde de, ekofeministler, Marksist ekofeministler var. Böyle çok saçaklanıyor.

Eğitim alanında tek bir paradigma mı var ki, tek bir eğitim modelini Batı, evrenselmiş gibi bize pazarlıyor, biz de burada, “bu böyle yapılır, o öyle yapılır” diyoruz? Bütün dünyada, belki okul öncesinde hadi biyolojik olarak bir takım şeylerde evrensel olunabilir diyelim. Bütün çocuk gelişiminde bu, psikologların veya eğitimcilerin bize dayattıkları böyle çok bireysel olmayan, bireysel farklılıkları azımsayan bir yaklaşım. Halbuki bir çok şey bence kültüre bağımlı, daha sonradan öğrenilen tutumlar ve davranışlarla da kişilik ortaya çıkıyor.

Onun için, diğer değişkenlerin neresinden analize sokulması gerektiği konusunda duyarlılığa dâvet ediyorum. Başka türlü herhalde çok fazlaca başarılı olmamız mümkün değil. Bir de diyeceğim ki, bunun için bilimsel araştırma yapılmalı. Bütün tezler, üniversiteler, TÜBİTAK’lar, kimler varsa, kotalar filân koyup, ülkede çevre ve onun eğitimi nasıl yapılacak, modeller nasıl geliştirilecek, bireysel mi eğiteceğiz, grup dinamikleri mi önemli, bunlar bile kolaylaştırıyor mu, kaytarıcı mı yapıyor? Ben, sizin bu toplantı ile ilgili olarak Nuran Hortaçlı’nın Grup Dinamikleri’ne ve oradaki eğitimlere baktım. Bir sürü, kafamın karışacağı kadar çok paradigma var. Eğitimde bunların hangisi ülkemize daha uygun olur? Bunları öyle çok rahatlıkla kalkıp uygulamamamız lâzım. Bilip, belki araştırma sonucunda, hangileriyle daha yararlı olabileceğiz; bunu kararlaştırmamız lâzım.

Şimdilik bu kadar özetledim.

Oturum Başkanı - Efendim, teşekkürler. Aytül Hanım, siz bu açıklamalarınızla, felsefeyi de, şiiri de, edebiyatı da işin içine kattınız. Ben kendi hesabıma fevkâlade büyük bir memnuniyetle karşıladım. Bunlar toplumun değerleri ile, toplumun düzeyi ile, her şeyiyle ilgili. Konuları birbirine bağlayan öylesine genel bir bakış açısı mutlaka yararlı. Nasıl, bir kelime için, “pek doğru olmaz ama kullanıyorum” dediniz, ben de, doğru olur-olmaz ama, “yorumlarınız, bu çalışmamıza çok çekici bir renk kattı” diyorum.

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Çok nâziksiniz. Bir şey söylemeyi unuttum. İletişim çok önemli. Ben böyle, züccaciye mağazasına girmiş fil gibi dolaştım. Kavramlarınızı bilmiyorum. “Kazanım kazanmak”, bir türlü anlayamadım. Dün yanımdaki bir sürü dil bilen hocayla konuştum. Kendi terminolojiniz, size çok kolay geliyor ama, “kazanım kazanma”nın ne anlama geldiğini, neyin karşılığı kullanıldığını biz anlamıyoruz. Hoca da dedi ki, “Millî Eğitim verdi.” Ama, benefit mi, objective mi, nedir o kazanım? Eğitimciler olarak bana burada söyler misiniz?

Oturum Başkanı - Sizinle aynı fikirdeyim. Daha önce de belirttim. “Kazanım kazanma” diyebilen bir eğitim sistemine hayret ediyorum.

Yrd. Doç. Dr. Fatma Hazır Bıkmaz (A. Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi) - Şöyle bir şey var: Yeni program anlayışında öğrenci merkezli eğitimi ön plana çıkardığınızda, “kazanım” dediğimiz şey, öğrencinin öğrenme süreci…

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - İngilizcesi ne Hocam? Ne olur bir söyleyin.

Bir dâvetli - Outcome.

Yrd. Doç. Dr. Fatma Hazır Bıkmaz (A. Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi) - “Learning outcome.”

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Learning outcome.

Yrd. Doç. Dr. Fatma Hazır Bıkmaz (A. Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi) - Evet. Öğrenmek çünkü budur.

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - İşte, bunları bilmeden de, literatürü anlamak zor. Özür dilerim. Peki.

Yrd. Doç. Dr. Fatma Hazır Bıkmaz (A. Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi) - Aslında, eminim, programı hazırlayanlar buna “kazanım” dedi ama, öğrencinin süreçte kazanacakları, kendine mâledecekleri anlamında o. Aslında hedef ve amaçla karşı karşıyayız. Bazı kazanımların içinde bilgi de var, bilginin kendi içinde aşamaları da var. Onun için, dediğinizde haklı olabilirsiniz.

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Hayır, çuvaldızı ben hep kendime batırdım. Ben nâçizane bir sosyoloğum ve psikologlardan, eğitimcilerden çok şey öğreneceğime de inanırım ve sizlerin disiplinli çalışmalarınıza saygım var. O tamamen benim kabahatim diye dillendirdim. Benim öztürkçe sözlüklerimde yazmıyor. Üç gündür de internet yok. Gidip bulamadım da. Böyle duvar gibi kaldım. Kimse bilmiyor.

Oturum Başkanı - Aytül Hanım, dil tartışmasına girersek, bir hukukçu olarak, herhalde ben size daha yakınım. Kusura bakmasın diğer dostlarımız ama, “kazanım” diye bir kelime beni fevkâlade rahatsız ediyor. Dilimizin âhengine, rengine ters.

“Bu toplantıya şu kadar kişi katıldı”, “katılanlar listesi burada” demek varken “katılımcılar listesi” denir mi? O “ım”lar Türkçe’yi fevkâlade bozuyor; ama ne yapayım ki, “kazanım” deniyor. Millî Eğitim Bakanlığı da dile özen göstermezse, ne diyelim ki?

Bu kadar dil tartışmasından sonra Koray Bey buyrun.

Prof. Dr. Koray Haktanır (A. Ü. Ziraat Fakültesi) - Zaten çok bulanık olan zihnim iyice bulandı. Neyi yorumlayacağım ve nereden çıkacağım, bilmiyorum. Hele hele böyle dil, sosyoloji, eğitim üçgeninde bir de hukukî yaklaşımlar işin içine girince ben…

Oturum Başkanı - Yok, ben hukuku işin içine sokmadım. Hukukçu olarak dilimiz üzerindeki hassasiyetimi belirtmek istedim.

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Bizbize konuşuyoruz.

Prof. Dr. Koray Haktanır (A. Ü. Ziraat Fakültesi) - Çok değerli beş bildiri bize eğitim sürecinin ne kadar zor, karmaşık ve Türkiye’de uygulanırken ne denli büyük duvarlarla karşılaşılabilecek bir süreç olduğunu çok net gösteriyor. Bunu bir vatandaş olarak duyusal olarak algılıyoruz ama, rakamlar ortaya konup, alandaki uygulama şikâyetleri gelip, eğitim kalitesinin yansımasını koyan öğrencilerimizin çıktılarını gördüğümüzde bazen umutsuzluk sarıyor. Yine de, umutsuzluğa yer vermeden önce bir-iki kavramın altını çizmek istiyorum.

İnsanların genelde şekillendirildiği okul öncesi dönemin algılama süreçlerine baktığımızda ben bunu toplumsal yapıyla bağdaştırabilir miyiz diye düşündüm. Acaba toplumların da okul öncesi, orta öğretim, üniversite ve yaşam boyunca gelişme süreçleri var mıdır diye düşünüyorum. Onun için bazı örnekler vermek istiyorum. Toplumlar da bir süreç içindeler. O zaman, bizim kendi toplumumuzun gelişme süreci olarak nerede olduğuna bir bakmak lâzım. Bu konuda benim doğrudan doğruya bir ölçüm aracım yok. Duyusal olarak izlediğim ve gözlediğim olguda, bizim toplumsal olarak (gelişmişlikten bahsetmeyeceğim) olgunlaşma süreçleri bakımından çok iyi bir düzeyde olmadığı gibi, ölçütlere sık sık şahit olmamız, beni bu konuda düşünmeye sevk ediyor.

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Bunda benim için gocunacak bir şey yok.

Prof. Dr. Koray Haktanır (A. Ü. Ziraat Fakültesi) - Yok, yok. Ben böyle bir yaklaşımın, böyle bir konuşmanın bir bilimsel ölçütü olmadığı için, o açıdan affınıza sığınarak bunları söylüyorum; yani şu anda konuştuklarımın bilimsel olarak yer alacağı bir nokta olmayabilir.

Oturum Başkanı - Ama o, söylediklerinizin ve söyleyeceklerinizin değerini kaybettirmeyecek.

Prof. Dr. Koray Haktanır (A. Ü. Ziraat Fakültesi) - Teşekkür ederim. Şu açıdan baktığımızda, “çevre tutarlılığı” dediğimiz şey aslında bir “yaşam tutarlılığı” ilkesiyle bağlantılı ve güçlü bir şekilde bunun altını çizmemiz gerekiyor. Nedir tutarlılık? Ben size bir örnek vereyim. Türkiye Cumhuriyeti, kurumlarıyla birlikte Ulusal Çevre Eylem Planı yaptı, programlarını oluşturdu ve bir çok öneri getirdi. Bu getirilen öneriler içinde geleceğe yönelik çok yaptırım vardı. Henüz biz bu yaptırımların altyapılarını oluşturmadan bakanlıkların yapısı değişti. Bazı bakanlıkların bazı genel müdürlükleri ortadan kaldırıldı. Bunlar neden önemli biliyor musunuz? Çünkü, Ulusal Çevre Eylem Planı’nda altı çizilen örgütlenme modelleri yahut da toplum için yapılacak şeyler, aslında o kurumlarla yapılacaktı, o kurumların katkılarıyla yapılacaktı. Daha biz eyleme geçmeden kurumları ortadan kaldırdık. Böylelikle, zaman içinde Ulusal Çevre Eylem Planı’nın getirdiği ne çevre eğitimi, ne de diğer alanlardaki uygulama imkânlarının işlerlik kazanması için uygun ortamlar yaratabildik. Ben buna “kurumsal tutarsızlık” diyorum.

Başka bir kurumsal tutarsızlık örneğini şurada gördüm: Yapısal değişmeler meydana geldiğinde, bakanlıklar, devlet otoritesinin öngördüğü süreklilik veya sürdürülebilirlik ilkesini gözardı ederken, kendi kazanım ve bilgilerini, yeni yönetim sistemlerine veya birimlerine aktarmakta ya hasis davranıyorlar veya eksik davranıyorlar.

“Bunların eğitimle ne alâkası var?” diyeceksiniz. İşte, az önce söylemeye çalıştığım, toplumsal olgunluk sürecinin topluma ve toplumun oluşturduğu kurumsal niteliklere yansımasının bir unsuru olarak bunların ortaya çıktığına inanıyorum.

Eğer parasal olarak varsıl insanlarımız kültür almakta bu kadar çok ayak diriyorlarsa, ellerinde bir çok ekonomik araç varsa ve ekonomik araçları sadece yaşamın zevkli anları için kullanıyorlarsa, bunun da bir toplumsal açıdan olgunlaşmama, ham kalma öğesi olduğunu değerlendirmek istiyorum.

Bütün bu süreçlere baktığımızda geliyorum, bütün alanlardaki ve bütün kademelerdeki eğitim süreçlerinin çok kutsal olduğunu kabul etmekle birlikte, insanın yaşlandıkça veya yaşı ilerledikçe artan sorunları veya kemikleşmiş öğeleri olduğu için okul öncesi süreçte yine çakılıp kalıyorum.

Çocuğun gelişme sürecinde, özellikle o görsel materyal toplama, bunları kendi kişiliğine kazandırma ve daha sonra da gelecek toplum için, katılımcılık demeyeyim de, katılma öğesinin güçlendirilmesi açısından kullanma özelliğine baktığımızda önümüzde o kadar net bir sergi var ki, karşımızda, katılma özelliği ve isteği olmayan gönülsüz bir toplum görüyoruz. Baktığımızda, nüfusu bizden çok daha az olan, ekonomik durumu da çok fazla parlak olmayabilir, ama tarihsel süreç içinde bazı konulara bizden daha önce eğilme şansını yakalamış bazı, çok fazla gelişmemiş, ama orta düzeyde gelişmiş toplumlarda, Amerika’yı, İngiltere’yi, Fransa’yı örnek vermek istemiyorum, gönüllü kuruluşların sayı ve işlev bakımından çok fazla ve güçlü olduğunu görüyoruz. Bunun bir sebebi olması gerekir. Neden orada toplumlar, toplum bireyleri daha fazla katılım içindeler de, bizde düşük?

Bütün bu süreçlerin altında, eğitim süreçlerimizdeki zaafın ve özellikle belli bir düzeydeki gelişme süreçlerini iyi olgunlaştıramamamızın sebeplerini aramak gerekir diye düşünüyorum.

Öbür taraftan, edebiyat açısından olsun, tarih açısından olsun, 250 yıl önce, 1000 yıl önce, 2500 yıl önce düşünürlerin çevre açısından söylemiş oldukları sözlerin ne kadar güçlü, ne kadar yeterli ve ne kadar bize ışık tutacağını ve bunları neden görmezlikten geldiğimizi düşünüyorum.

Bir de, Fatma Hocam’dan bir dileğim var. Bildiride yok, ama sunuda vardı; J. J. Rousseau’nun o güzel deyişini lütfen metnin içine de koyarsanız çok sevineceğiz. Bu gibi görüşler çok yararlı.

Oturum Başkanı - Belki özetlerde yok ama, o deyişin metinde olduğunu zannediyorum. Yoksa da, her halde ekleriz.

Prof. Dr. Koray Haktanır (A. Ü. Ziraat Fakültesi) - Hayır, özet değil; bende tamamı var. Onun içinde şu anda yok.

Oturum Başkanı - Peki, koyalım.

Prof. Dr. Koray Haktanır (A. Ü. Ziraat Fakültesi) - Bütün bunlara baktığımızda, sizlere sunmuş olduğum o korsan bildirinin içinde çok önemli bir şey vardı. Çevrenin bir öğesi olabilir, tamamı olabilir; herhangi bir süreci yansıtan veya bir nesneyi yansıtan bir kabulümüz olabilir. Ben toprakçı olduğum için, toprağı örnek vererek, ortaya koydum. Ulusal tarihimizde veya edebiyatımızda ne kadar yer verdik? “Çevre çok yeni bir kavram” diyebilirsiniz. Çevre çok yeni bir kavram değil. Çevreyi yanlış algılayarak yeni bir kavram haline 1970’lerden sonra biz insanlar getirdik. Çevre, doğanın kendisi. Ekolojik bilimler bir kaç yüzyıldır var. Ondan önce, tâ 2000-2500 yıl geriye gidildiğinde ekolojik gözlemlerin, öğretilerin ortaya çıktığını görüyoruz, Aristo döneminin öğrencilerinin ve hocalarının dönemine kadar. Ondan önce de var. Ondan önce de bir çok yerel kültüre mâlolmuş çevre öğretilerinin çok güçlü bir şekilde yer aldığını söylüyoruz. Zaman zaman Kızılderili öğretilerinin veya Avustralya’daki Aborijinlerin öğretilerinin, çok iyi pazarlama kabiliyeti olan gazeteciler tarafından tekrar yazılarak çevre literatürüne kazandırılmış bazı söylemleri olduğu konusunda dedikodular varsa da, bu temel kültürlerde çok esaslı bir şekilde çevre öğesinin gücü, saflığı ve doğal kaynakların niteliği esaslı bir şekilde verilebiliyor. Önemli olan, bunları topluma ne kadar mâledebildiğimiz ve toplumun bunları ne kadar benimseyebildiği.

Benimseyememe öğesine de baktığımızda, burada da sınıfta kaldığımızı görüyorum. Öğretiler, zamanında ve katılımlar sağlanarak yapılmamış. Bir örnek vereceğim. Diyeceksiniz ki, “Hocam kopya çekiyorsun”. Doğaldır. İnsan, etrafındaki bir çok insandan yararlanır. Ülkemizde lüks tüketimin fakirliğimize rağmen çok ileri gittiğini görüyorum. Anaokulları açılıyor, kreşler açılıyor, okullar açılıyor. Bunların mekânları, süs ve oyuncakları son derece pahalı. İthal oyuncaklar kullanılıyor. Temelde buna ihtiyacımız var mı? Temelde, bir şey öğretmek için o nesnenin çok lüks olması gerekiyor mu, yoksa, bizden daha ileri olduğu halde çok daha basit materyallerle çocukların kazanımlarını çok üst düzeye getirmiş toplumlar var mı? Var. Basit örnekler, gündelik hayattaki herhangi bir çatal-kaşık, eskimiş bir makina, dikiş makinası, bisiklet tekerleği parçası, bir ağaç parçası, bir sümüklüböcek kabuğu, hepsi eğitim materyalleri olarak onların dağarcıklarına giriyor; paraya gerek yok. Gerekli olan, davranış biçimlerinin iyi sergilenmesi, iyi mâledilmesi.

Bu açıdan baktığımızda, çocukluk döneminde kazanamadığımız veya yanlış kazandırılan lüks alışkanlıklarının toplumsal düzeyde yetişkinler tarafından, yetişkin bireyler tarafından yanlış modeller elde edilerek yanlış bir öğretiyle toplumsal yaşama taşındığını görüyoruz. O açıdan diyorum ki, çevre tutarlılığıyla birlikte toplumsal olgunluk düzeylerinin çok iyi anlaşılması lâzım.

Oturum Başkanı - Koray Bey, toparlıyorsunuz değil mi? Salondaki dâvetlilerimiz için de zaman ayırmamız gerekiyor.

Prof. Dr. Koray Haktanır (A. Ü. Ziraat Fakültesi) - Evet toparlıyorum. Müsaade ederseniz, kendi meslekî gözlemlerimden de bahsederek konuyu toparlamaya çalışıyorum.

Yaklaşık 24-25 yıldır, YÖK’ün ilk önerdiği çevre konularıyla birlikte çevre kirliliği dersleri veriyorum; çevre bilimi değil. Dersimin adı “Çevre Kirliliği”ydi. Daha sonra, yüksek lisans düzeyinde de bir takım dersler verdim, Toprak Kirliliği, Su Kalitesi, Çevre Sorunları vesaire gibi.

Bu açıdan ben Ulviye Hocama şöyle katılıyorum: Çevre mühendisliği gerçekten bir mühendislik alanı olarak ihtiyaç gördüğümüz bir bilim dalı. Bunun dışında bir çok üniversitede sosyal bilimler, doğal bilimler diyeyim, artık, ziraat, veterinerlik, tıp, biyoloji gibi, içine kattığımız bilim dallarında ve hukukta, özellikle çevre hukuku olarak ele aldığımızda, çevre veya çevre öğelerine ihtiyacımız var. Bu açıdan baktığımda şöyle bir tarama yaptım: Sayısı çok fazla olan ziraat fakültelerinin eğitim süreçleri içinde çevreyle doğrudan veya dolaylı eğitim yapanları var. Örneğin su kalitesi açısından, sürdürülebilir tarım açısından, çevre koruma açısından, tarım ve çevre açısından, çevresel etki değerlendirmesi açısından bir çok ders var. Bunlar lisans düzeyinde. Bütün bunlara baktığımızda, içerikleri ve isimleri değişmekle birlikte, hemen hemen ziraat fakültelerinin toprak, peyzaj bölümlerinde buna benzer dersler olduğunu görüyorum; Doğal Kaynaklar ve Çevre Yönetimi, Ekoloji, Çevresel Etki Değerlendirmesi, Çevre Sorunları gibi. Bunları diğer mesleklere yaydığımızda, yine, biyoloji bölümlerinde benzer derslerin veya çevre içerikli derslerin olduğunu görüyoruz, zaten ekolojiyle uğraştıkları için. Ekoloji, çevre biliminin temel başlangıç noktası. Bir de, çevre biyolojisi giriyor işin içine. Ege Üniversitesi’nde, Hacettepe Üniversitesi’nde; Çevre Biyolojisi, Doğanın Korunması, Çevre Mikrobiyolojisi, Biyoloji ve Çevre, Çevre Biyoteknolojisi, Çevre Kirliliği gibi bir çok dersin yer aldığını görüyoruz. Bu da, üniversitelerimizin, bir gereksinim olarak, bir moda olarak demiyorum, bu derslere yer verdiğini gösteriyor.

Yalnız, şu bir gerçek ki; ne kadar profesyonel bir şekilde yaklaşabiliyoruz bu öğretileri verecek kişiler olarak? Öğrencileri eğitebilmek için, iyi modeller oluşturabilen, konuyu iyi bilen, rafineleşmiş eğitimcilere ihtiyaç var. Bu eğitimcilerin eğitim süreçlerinin Türkiye’de çok metodik olarak ele alınmadığını görüyorum ve onun için yeni açılımlara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Sözlerimi toparlarken, gönüllü kuruluşlar, üniversiteler veyahut da diğer eğitim kurumlarıyla organik bir bağlantı kurulmasının önemine vurgu yapmak istiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam (yüzeysel incelediğim için öyle söylüyorum), Batı kurumlarındaki üniversiter yaşamda öğrencilerin, mezuniyetten önce, gönüllü kuruluşlarla sıkı bir işbirliği ve eğitim süreci meydana getirmesi gerekli kılınıyor. Bu isteğe bağlı değil, zorunlu. Mezun olabilmeleri için sivil toplum örgütleri veya gönüllü kuruluş faaliyetleri içinde belli bir kredi almaları gerekiyor. Bunun bizim eğitim sürecimize yansımadığını görüyorum, en azından üniversite bazında. Bu ilişkilerin zorunlu ve organik bir bütün haline getirilmesinde yarar var, en azından sivil toplum örgütlenmesinin bir modelini oluşturma ve yayma açısından.

Çölleşmeyle Mücadele Eylem Programı yapıldı. Bu programı, Dernek olarak biz hazırladık ve Çevre ve Orman Bakanlığı’na bu konuda önderlik ettik (Türkiye Toprak Verimi Derneği’ni kastediyorum). Beş farklı bölgede ve halkın katılımıyla ilgili bilgilendirme toplantısı ve çalışmalar yapılması planlandı. Yapılmadı. İlk söze başlarken tutarlılıktan bahsetmiştim. Tutarlılık şu açıdan da önemlidir: “Burada sigara içenler, 189.230.335 Lira ceza verirler”. Bu tutarlılık mı? Değil. Türkiye’nin almış olduğu bir çok kararda eğitim kadar tutarlılığa ihtiyacı var.

Oturum Başkanı - Çok teşekkürler. Şimdi efendim, salondaki misafirlerimizin de görüşlerini alacağız. Ancak, son oturumdan önce, Sağlık Bakanlığı’ndan gelen arkadaşımıza genel değerlendirme oturumunda söz vereceğim demiştim, unutmadım. İlk sözü kendisine veriyorum.

Nurullah Eyler (Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü) - Çevre eğitimi verecek olan eğitimcilere muhteva açısından faydası olabileceğini düşündüğüm bir kaç not almıştım.

Çevre, yani doğa, tabiat, başlangıçta orijinal haliyle problemsizken, bizim faaliyetlerimiz neticesinde, yaptığımız tahribat karşısında belli bir aşamaya kadar kendisini koruyabilmekte, olumsuz müdahalelerimizi absorbe edebilmekte. Bizim çevreye müdahalemizin, doğanın bu absorbe edebilme sınırları içinde kalması gerektiği bu eğitimlerde vurgulanmalı.

Bilim ve teknolojinin geliştirdiği endüstrileşmenin hayatımızı kolaylaştırması ve en az zararla onlardan istifade edebilmemiz, ancak nimetlerinden ihtiyacımız kadar istifade etmemizle mümkün olacaktır. Sanayinin zararlı etkilerini bertaraf etmenin maliyetleri çok yüksek ve bertaraf etme yöntemleri de ayrıca bazı çıktıları karşımıza getirecektir.

Dünyadaki problemler insanda başlamaktadır, yine insanda bitecektir. Bu açıdan, genelde eğitim, özelde de çevre eğitimi önem kazanmaktadır. Eğitimin ve özellikle çevre eğitiminin temelini ise, tüketim ve tüketim alışkanlıklarımız oluşturmalıdır.

Çevre problemlerinin temel sebebi, tüketim toplumunun girdilerinin ve çıktılarının, tabiatın kendi döngüsü içindeki temizleme kapasitesinin üzerinde olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, çocuklara ve yetişkinlere verilecek çevre eğitiminde, tüketim alışkanlıklarımızın dünyamızın sonunu getirmeyecek şekilde olması gerektiği üzerinde mutlaka durulmalıdır.

Bugün çevre problemleri sadece suyun ve doğal çevrenin kirlenmesi şeklinde değil. Elektromanyetik kirlilik, radyoaktif kirlilik, zehirli atıklar ve benzeri değişkenlik arz eden sorunlar var. Çevre eğitimi bu çerçevede geniş olarak düşünülmeli, ilgili kamu kurum ve kuruluşlarıyla da ortak çalışma grupları oluşturulmalıdır.

Bir de, Türkiye Çevre Vakfı’na, bir teklifim var. Genelde bu sanayi mamûllerine geri dönüşümle ilgili bir sembol konuluyor, geri dönüşüm sembolü. Aynı şekilde, medyadan yararlanabilme adına, bir kısım televizyon programlarına veya filmlerine teklif edilebilir, “bu program çevre dostudur” şekliyle veya değişik şekilde teklifler olabilir. Bu programlara sanal olarak veya gerçek olarak çevreyle ilgili bir kısım reklâmlar yerleştirilebilir veya bir kısım davranışlar kahramanlar vasıtasıyla gösterilebilir. Bu da, medyayı o programın içinde kullanma şekli olarak düşünülebilir.

Oturum Başkanı - Şu andan itibaren, tartışmalarımızı genel bir bakış açısıyla yürütebilirsek, daha iyi olacak. Özellikle, Değerlendirme Oturumu’nda ileri sürülen düşüncelere de dikkat ederek.

Damla Akyıldız (Doğa Derneği) - Belirttiğiniz gibi, bu iki gün içinde dinlediğimiz tebliğlerle, yapılan yorumlarla ilgili olarak, özellikle iki başlık üzerinde yorum yapmak istiyorum: Birincisi, sürdürülebilir kalkınma için eğitimle ilgili; ikincisi de, yaşam boyu öğrenmeyle ilgili.

İki gün boyunca bu kelimeleri, bu kavramları dile getirdik ama, bence (bu tamamen kişisel görüşümdür), dünyadaki globalleşme ya da küreselleşme ya da evrenselleşme adı altında, ne isim verirsek verelim, doğanın sınırları olmadığı gibi, artık insanlığın da sınırları kalmadı. Dünyadaki eğitim trendleri, popüler eğitim, bu yönde gitmeye meyilli. Belki, bizim de kendimizi bu şekilde yenilememiz gerekiyor ve bu şekilde bakış açımızı da değiştirmemiz gerekiyor diye düşünüyorum açıkçası.

Belki eleştirel olarak, belki çuvaldızı kendimize batırmak açısından yine şunu söyleyebilirim: Bu iki gün boyunca çevre eğitimi üzerinde tartıştık. Türkiye’deki duruma baktık. Okul öncesi, ilköğretim, orta öğretim ve yüksek öğretimde, yetişkin eğitiminde bunları biraz daha incelemeye, biraz daha ufkumuzu açmaya çalıştık. Belki de, hani bu iki gün, biraz da sürdürülebilir kalkınma için eğitim üzerinde tartışmış olmamız gerekirdi ve yaşam boyu eğitimle ilgili olarak bütünsel bir bakış açısıyla tartışmış olmamız gerekirdi diye düşünüyorum. Belki bundan sonraki adımlar da olacaktır. Tabiî ki, her gün gelişiyoruz, gelişmemiz devam ediyor.

Gene hem yorum olacak, hem kendimize bir eleştirim olacak benim. Doğa ve çevre diyoruz sürekli olarak ve bir çok sunumumuzda, bir çok bildirimizde de; çocukları alıp doğaya götürmek, doğal bir alana gitmek olarak nitelendirildi ve tanımlandı. Ben şu soruyu sormak istiyorum: Doğa neresi? Bu gerçekten çok uzun süre benim de kafamı kurcalayan bir soru oldu. Hattâ dün Şebnem’le de bu konu üzerinde konuştuk. Çocukları alıp doğaya götürüyoruz ve yaşadıkları mekân, yaşadıkları ev onlar için artık doğal bir alan değil anlamına gelmeye başlıyor yavaş yavaş. Apartmanların etrafında olan parklar ve benzeri yerler onlar için doğal alanlar değil, yaratılmış yerler olarak gözükmeye başlıyor. Oysa, benim buradaki kişisel düşüncem, yaşadığımız her yerin, olduğumuz, oturduğumuz, dokunduğumuz her şeyin doğanın bir parçası olduğudur. Belki biraz felsefî gelebilir.

Oturum Başkanı - Unutmayın, felsefeye de mutlaka ihtiyacımız var.

Damla Akyıldız (Doğa Derneği) - Kesinlikle. Onu da düşünüyorum.

Bu şekilde ayırt ettiğimiz zaman doğayı, yaşadığımız yer, çevre ve benzeri diye ayırt ettiğimiz zaman, hem eğitimle ilgili olan çalışmalarımızda, hem de kendi hayatımızda kopukluklar olduğuna inanıyorum. Bunun bir bütün içinde yürümesi gerektiği de benim en büyük düşüncelerimden bir tanesi. Şimdilik söyleyeceklerim bunlar.

Dr. Gültekin Çakmakçı (Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi) - Dün de bahsettik, bugün de bahsedildi. Bilimsel çalışmalara baktığımız zaman, çevreye karşı tutum ve değerler konusunda, tamam, “çevreye duyarlıyız” deniyor, fakat “davranış” boyutunda bu gösterilmiyor.

Benim sorum aslında Aytül Hanım’a. Bir sosyolog olarak nasıl bakıyor, bunun sebebi nedir acaba? Çevre eğitiminde acaba saygıya, güvene, hoşgörüye, ahlâk değerlerine, etik değerlere, meslek etiğine nasıl yer verebiliriz? Ahlâk eğitimi denilen eğitim, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinde mi öğretilmeli, yoksa öteki derslerde mi öğretilmeli? Şayet dinde öğretilmeli diyorsanız, bilim ve din birbirinden tamamen farklı yapıya sahiptir. Bilimin doğası, işleyişi, mantığı, yöntemleri, dinden tamamen farklıdır. Onun içine koyabilir miyiz? Açıkçası, bu konularda kültür çok önemlidir. Fakat kültür boyutunda eğitim, çevre eğitimi verdiğimiz zaman ne yapmamız gerekiyor? Bu konudaki görüşünüz nelerdir?

Benim kişisel görüşüm, açıkçası, vurgulamamız gereken, bilimsel okur-yazarlığa vurgu yapmamız gerekiyor. Bunu yaptığımız zaman, nasıl bilinçli karar verebiliriz, bunu öğretmemiz gerekiyor. Diyelim ki, bu yetiştirdiğimiz öğrenciler politikacı olacaklar, avukat olacaklar, savcı olacaklar veya öğretmen olacaklar. Önemli olan, bilinçli karar verebiliyorlar mı? Bu mantığı karşıdakine öğretmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Buna hemen cevap vereyim. Ben de, neleri anlatmadım, eksik ne kaldı diye bakıyordum. Din ve bilim ilişkisi çevre eğitiminde bilim kadar dinin de önemli olduğu konusunda son zamanlarda şöyle bir görüş birliği var: Sadece bilimsel bir bilginin aktarılışı değil, inanç da önemli. Belief, Intention, Attitude. Sonra Behaviour diye geliyor.

İnancı nasıl oluşturacaksınız? Sadece lâik dünyadan, doğadan, kuştan, böcekten çok, kültürel olarak insanlarda neyin doğru, neyin yanlış olduğunun temeli de, özellikle bizim kültürümüzde, İslâmî değerlerden kaynaklanıyor. Bir bakıyorum, İstanbul’daki Patrik diyor ki, “din ile bilim arasında çevre konusunda ittifak kaçınılmazdır, mutlaka bilim insanları din adamlarıyla birlikte çalışmalıdır”.

Oturum Başkanı - İstanbul’daki Patrik, bu konudaki ilk toplantıyı 1995’te bir gemide yapmıştı. Oradaki 5-6 Türk’ten biri de bendim. Ne yazık ki, biz kendi dinî inançlarımız yönünden çevreye bakış açısını yeterince değerlendiremedik, gereğince işleyemedik.

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Evet. Sonuçta, özellikle bence erişkin eğitiminde, toplumun, sadece Türkiye için veya İslâm ülkeleri için değil, Batı’da da, giderek yükselen değerler aracılığıyla pratik, pragmatik olmak gerekirse, dinî değerlerden de yararlanılabilir diye belki düşünebiliriz.

Benim esas söylemek istediğim ise, bugün her şey, yani bilim de ideolojik, bilimsel dediğimiz de ideolojik. Onun için, nerede akıl, nerede duygu, nerede bilim? Modernitenin bize telkin ettiği “Dichotomy”ler yerine, demin söylemeye çalıştım, diyalektik bakalım. Postmodernler daha çok melezliği savunuyorlar ama, bence ikili karşıtlar bir arada. Bir toplantıya gitmiştim, TÜBA’nın bir takım âkil insanları bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı, hasbelkader bizi de çağırmışlardı. Psikologlar, sirke sineklerini çalışıyorlardı. Sirke sineklerinin, insanın ilk önceki biçimlerinin en iyi temsilcisi olduğunu bulmuşlar ve derin hâfızada her şeyin ortak olduğunu, sonradan kültürel olarak ayrıldığını, ikili karşıtlıkların ortaya çıktığını bulmuşlar. Bizim, din, doğa, kültür ve insanın yaptığı şeyler şeklinde ayrımlarımız var. Dilimizde, sonradan ve belirli farklılıkları ifade etmek üzere, anlatmak üzere ikili karşıtlıklar var. Kadın-erkek, büyük-küçük, gece-gündüz gibi. Dildeki karşıtlıklar da hep doğadan öykünerek ortaya çıkmış. Sonradan insanların iletişimde kullandığı araçlar olmuş. Dinsel bir çok şeyin çoğu zaman akla uygun yönleri de vardır. Diyelim ki, insanların ibadetlerinde veya temizlikle ilgili uygulamalarında, şunda bunda, hep dinsel telkinlerle rasyonel yönler de bulunabilir. Bence, size uygun gelen, gene ideolojik, politik tercihlerinizle çocuklara vermek istediğiniz programda belki o yönüyle dinden de yararlanılabilir diye düşünüyorum.

Ben de, din-bilim ilişkisini atlamışım diye üzülürken siz bana hatırlattınız, teşekkürler.

Dr. Gültekin Çakmakçı (Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi) - Paradigmalardan bahsettiniz. Din ve bilim, ikisi farklı paradigmalardan faydalanıyor, O zaman bir çelişki olmayacak mı? Yoksa hybrid bir paradigma mı kullanalım?

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Tabiî . Orada da…

Dr. Gültekin Çakmakçı (Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi) - O zaman bir çelişki var orada değil mi?

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Articulation, eklemlenme kaçınılmaz. Bakınız, ben geleneksel değerlerimle modern çekirdek aile formunda yaşıyorum; Karı-koca ailesi. Anneannem evi vermezse nerede oturacağım? Gerçek yaşamda bu böyle. Analitik olarak akla karayı modernite bize önerdiği ve telkin ettiği için kabul ediyoruz. Gene postmodernizme asla teslim olmuyorum. Diyalektik zaten bunu öneriyor. Hem yaşayan hücrelerimiz, hem ölen hücrelerimiz var veya sosyolojik kapitalizm diyebilirsiniz, demin örnek verdim. Artık sözü uzatmayayım.

Oturum Başkanı - Evet, söz uzarsa çok gider. Söylenenler çok güzel ama, vaktimiz sınırlı. Aslında, din, ahlâk ve hukuk bir çok konuda birleşiyor. Hırsızlık örneğini vereyim. Hırsızlık, inananlara göre dinen günahtır. Ahlâk, hırsızlığı kabul etmez. Hukuk da kabul etmez ve cezalandırır. Demek ki, üçü de bir noktada birleşebiliyor. Dolayısıyla, o kavramlardan, bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde istifade edebilme düşüncesi benim de paylaştığım bir şey ama, bu sınırlı toplantının süresi içinde bu konuya pek fazla temas edilemediğini de biliyorum.

Atilla Kaya (Doğal Yaşam Derneği) - İki günlük çalışmadan çok etkilendiğimi belirtmek isterim. Bizim Doğal Yaşam-Der olarak ayrı bir organizasyon içinde olmamızın ne kadar gerekli olduğu konusunda da, bir kez daha kendi kendimi haklı bulduğumu burada ifade etmek isterim.

İki gündür, çevre eğitiminin doğada verilmesi ve alışılmış kalıpların dışında verilmesi gerektiği vurgulandı. İşte biz de tam bu noktada bu işi yapıyoruz; bu iş için yola çıktık.

Doğal Yaşam-Der olarak, hedef kitlemize, 3 yaş ile 70 yaş arasındaki herkese; doğada, yaşayarak, görerek, algılayarak farklı davranış biçimlerini kazandırmayı hedefliyoruz. Öyle bir pilot uygulamaya da başladık. Beş yıl içinde, bizim de hedefimiz, 5000 kişiye ulaşmak ve 12 ay çalışan bir Yaşam Merkezi oluşturmak. Türkiye’deki hedefimiz ise, 8 tane merkez kurmak, 8 merkezde de bunu yapacağız. Ancak, burada biraz önce Fatma Hanım’ın da söylediği gibi, üniversite-sivil toplum ilişkisi konusunda sorunlar yaşadığımızı belirtmek isterim. Üniversiteden gelen arkadaşlar işi bilim adına yapıyor; biz sahadan gelen arkadaşlar uygulama ve pratik açısından ilgileniyoruz. Ben temel bilimciyim, fenciyim, gelenler eğitim bilimci. Temel bilimcilerle eğitimcilerin sürtüşmesini alanda da yaşıyoruz. Bunu çözme yöntemi, herhalde birazcık daha fazla diyalog kurmaktır. Biz meselâ bir proje için bir özel üniversiteye gittik, sırf ismini kullanmamız için bizden 250.000 Dolar istediler. Böyle bir mantık veya anlayışla, bu öğretim üyeleriyle sahada nasıl çalışabileceğiz? Onu da pek anlamış değilim.

Pratik olarak şu var, önemli olan şu: Hakikaten doğada yaşayarak, görerek, eğiterek yapmamızın temelinde, geçmişle gelecek kültürün, sürdürülebilir koruma ve kullanım dengesinin orada verileceği olgusu var. Bunu hayata geçirmeye çalışıyoruz. Bu konuda, ben de korsan bir bildiri vermiş oldum. Teşekkür ederim.

Oturum Başkanı - Peki. Buyrun Ulviye Hanım. Süremiz hayli azaldı.

Prof. Dr. Ulviye Özer (Uludağ Üniversitesi) - Ben de gerçekten bu iki gündür tebliğleri çok zevkle dinledim ve çok şey öğrendim. Benim küçük bir önerim var. Evet, burada üniversiteler var, sivil toplum örgütleri var ve Millî Eğitim Bakanlığı var.

Oturum Başkanı - Çevre ve Orman Bakanlığı da var.

Prof. Dr. Ulviye Özer (Uludağ Üniversitesi) - Evet, Çevre ve Orman Bakanlığı da var.

O halde, iki kamu kuruluşu, bir sivil örgüt ve üniversiteler, okul öncesi, ilköğretim, orta öğretim ve yüksek öğretimde çevre eğitimine yönelik olarak, işbirliği yaparak projeler üretebilirler ve bunu Avrupa Birliği projesi olarak da yapabilirler diye düşünüyorum. Bu farklı eğitim kademelerindeki çevre eğitiminin bu projeler vasıtasıyla biraz daha açılacağına, biraz daha olgunlaşacağına inanıyorum. Benim önerim bu olacak.

Aytül Hanım’ın biraz evvel bilgi verdiği konuyla ilgili olarak geçmişte yaşadığım bir olayı anlatacağım. Uludağ Üniversitesi’nde İlâhiyat Fakültesi Dekanı bir ara bana (kendisi felsefe profesörüydü), “Kur’an-ı Kerim’de çevreyle ilgili kavramlar var mı, lütfen bunları çıkartın Hocam” dedi. Bana bir yıl süre verdi. Ben onu daha kısa bir zamanda hazırladım. Hakikaten…

Bir dâvetli - Bize de verin hocam; ben de ilgileniyorum.

Prof. Dr. Ulviye Özer (Uludağ Üniversitesi) - Maalesef sonra kayboldu ama, yeniden yapabilirim de. Bu tür yaklaşımlar içinde dinin çevre eğitiminde kullanılması önemli.

Mısır’da bulundunuz mu bilmiyorum Koray Bey? Krallar Vâdisi’ni gezdiyseniz, orada bir firavun mezarında gördüğüm üç duvardaki resimlerde, o dönemdeki insanların fotosentezi bildiğini ve onu resmettiğini gördüm. Onların millî sembolü olan ayrıştırıcı böcekler vardı. Bitki büyüyor, güneşten yararlanıyor, yani fotosentez dediğimiz olay. Üçüncü duvarda, üçünün birlikte bitkiye can verdiğini resimde gösteriyorlar. İnsanlar Milât’tan 2000 yıl önce fotosentezi de biliyorlarmış ve çevreyle ilgilenmişler. Bunu da ilâve etmek istedim.

Oturum Başkanı - Merkezi İsviçre’de olan IUCN, 1983’te, Suudî Arabistan’lı bilim adamları ile işbirliği halinde, “İslâmiyet ve Çevre” konulu çok ciddî ama popüler, rahat okunur bir şekilde, İngilizce, Fransızca ve Arapça olarak üç dilde bir kitap yayınlamıştı. İslâmiyet ve Çevre konusunda Kur’an-ı Kerim’den sûreler ve âyetlerle çevre konusuna ışık tutan bir yayındı bu. Çok beğenmiştim.

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Pakistanlı Akbar’ın İslâmiyet ve çevre ile ilgili değerlendirmesi, Türkçe’ye de çevrildi.

Oturum Başkanı - Evet, son zamanlarda arttı bu tip araştırmalar. Yararlı olduğuna da inanıyorum.

Hilâl Bereket (MEB Okul Öncesi Eğitimi Genel Müdürlüğü) - İki gündür okul öncesi eğitimden yetişkin eğitimine kadar bilgi anlamında, bazı eksiklikler olmasına rağmen, yeteri kadar topluma mesaj verildiğini gördük. Ancak, her halde Aytül Hanım cevap verir, neden toplumumuz aldığı bilgiyi davranışa dönüştüremiyor?

Oturum Başkanı - Önce Koray Bey’e söz vermek istiyorum. Bir kaç dakikada, son ortaya çıkan görüşlerin de ışığında neler söylemek istersiniz?

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Ben sorulara cevap vereyim mi?

Oturum Başkanı - Aytül Hanım, Sizi en sona bırakmayı tercih ettim. Niçin olduğunu da o zaman söyleyeceğim.

Prof. Dr. Koray Haktanır (A. Ü. Ziraat Fakültesi) - Toplumun aldığı öğretiyi eyleme geçirmesini gelişim süreçlerindeki eksikliklere bağlıyorum, toplumsal yapısındaki, ama bireysel gelişimindeki eksikliklere bağlıyorum. Bunlar belli zamanlarda şekillenmemiş. Geç gelişen bireylerden meydana gelen, olgunlaşmamış bir toplum yapısının kötü yansımaları olarak görüyorum ben bunu. Benim görüşüm bu.

Sözü uzatmak istemiyorum. Temelde eğitim süreçleri içinde eğitim kalitesine ihtiyacımız var. Eğitim kalitesi rafine olmayı ister. Çevresel eğitim, çok disiplinli bir eğitim olduğu için, en büyük sorunumuz burada. Bu çoklu katılımı nasıl sağlayacağız? Ben, çevre eğitimi üzerine sistematik çalışan üniversite grupları olarak, yaygın eğitime doğru gittiğimizde bunu kısıtlayıp bir odacığın içine hapsedersek iyi sonuçlar alamayacağız diye düşünüyorum. Bunun, bir çok bilim dalının katkısıyla geniş ölçekte katılımlı bir eğitim sürecinden geçtiğine inanıyorum. Benim söyleyebileceklerim bunlar.

Oturum Başkanı - Peki. Aytül Hanım, sizi özellikle sona bırakacağım dedim. Sizden iki ricam var: Önce lütfen bir-iki soruya cevap verin, açıklamalarınızı yapın. İkinci ricam da şu: Değerlendirme Oturumu’nun da değerlendirmesini yapar mısınız?

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Çalışırım.

Neden bu toplum dönüşmüyor dendi. Gene diyalektik bir bakışla, durağanlık mümkün değil; mutlaka değişme, çelişme ve bütünlük ilkeleri çerçevesinde diyalektiğin, hem doğanın, hem toplumun dönüşmesi kaçınılmaz. Ancak, gerektiği hızda dönüşmüyor. Ayrıca, toplumun bazı bölümleri değişiyor, diğer bölümleri daha ağır değişiyor. Özellikle de buna biz “az gelişmişlik” diyoruz. Türkiye’de de bu zihniyete “köylülük” diyoruz tırnak içinde. “Ortaçağ zihniyeti”, “feodal düşünce”, “bugünü düşünmek”, “üretmek yerine sadece tüketmek”, “sadece gösterişçi tüketim”, bende de var bu. Bugün çok pırıl pırıl giyinmişim.

Oturum Başkanı - Gayet şıksınız.

Prof. Dr. Aytül Kasapoğlu (A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi) - Sonuçta, sadece bugünü düşünmek, yarına yatırım yapmamak, yarına kaygılanmamak. En temel süreç üretimdir, onun yerine sadece tüketmek, sadece ticaretini yapmak, Alıp-satmak, feodalite, az gelişmişlik, köylülük zihniyetinden kurtulmamız için gereken atılımların, bence yapısal bir sorun olduğu için, bireysel eğitimlerle ortadan kalkması mümkün değil. Topyekûn sosyo-ekonomik kalkınmamız, değişmemiz ve dünyadaki gelişmelerde de, uydu olmayıp, tam bağımsızlık yönünde, başkalarının bize biçtiği rollerin üstünde, gene toplum liderlerinin ideolojik, politik yaklaşımı önemli. Atatürk’ün bizi, bulunduğumuz çağda önemli yerlere getirmesindeki ideolojik, politik yaklaşımını düşününüz. Batılılaşma zihniyetinin veya kültür devriminin çok şeyler yaptığını görüyoruz. Ama bu yetmiyor. Biraz daha bu aydın-halk kopukluğunu azaltırsak, halkımızı daha iyi anlarsak, onların istekleri doğrultusunda, hem dünyadaki gelişmelere uygun, hem de kendi ihtiyaçlarımızı karşılayan insan modeline belki hep birlikte ulaşırız. Var zaten, ulaşan seçkinlerimiz var da, diğer çoğunluğun da bu şekilde ulaştırılması gerekiyor.

Benim söylemek istediğim bir şey daha vardı; ama korsan bildiri değil, tek bir cümle. İşin içine özel sektörü mutlaka katmamız lâzım. Gelişmekte olan ülkelerde kamunun sorumluluğu çok fazla ama, özel sektör de taşın altına elini koymalı. Sırf gönüllü kuruluşlarla, bizim gibi çift şapkalı, yarı memur, yarı dernekçi yaklaşımla değil. Onlar, esas sermaye ve finansmanı sağlamalılar.

Bir dakikada, belki değerlendirmenin değerlendirmesini, metaanaliz yapmaya kalkarsak, aslında küçük bir grupla bu konunun tartışılması, eğitimciler gibi bu konuda çok emek vermiş titiz insanlarla işe girişilmesi bence çok iyi. Çünkü, buraya sırf sosyolog, filozof, (filozof yok ya Türkiye’de, sosyolog da yok, sosyoloji öğretim üyeleri ve araştırmacılar varız bence, o da bizim kendi iç muhasebemiz) dâvet edilseydi, biz daha çok soyut sözlerle lâf ebeliği yapardık. Arkadaşlarımız çok ciddî çalışmışlar, ciddî birikimlerini ortaya koyup getirmişler. Bence bunların perspektifinin birazcık daha genişleyebilmesi için ortak çalışma zeminlerini bize hazırlamanız lâzım. Eğitim, eğitimcilerin tekelinde kalacak bir iş değildir. Kendilerini sosyal bilimci de saymıyorlar, doğa bilimci de saymıyorlar; psikologlar da öyle. Sanki kafalarında çok hazır reçeteleri var, özellikle psikologların. Bence bu bireysel, kültürel farklılıklarla sosyal psikoloji yapsınlar en azından ve bizler de onlara destek olalım. Gene biz başrole çıkmayalım, ama hep birlikte çalışalım, çevre için, bizatihî çevre için çalışalım. İnterdisiplinleri de artık kabul etmiyorum; supradisiplinler. Çevre uzmanı olmak için, o bireysel kimliklerimizi, o şovenizmi bir tarafa bırakıp buraya gelmeliyiz. Bunlar da epeyce zaman alacak. Destek olursa, biz gene gönüllü gelmeye çalışırız.

Oturum Başkanı - Değerlendirmenin de değerlendirmesini dinledikten, bu ilgi çekici yorumları aldıktan sonra fazla söze yer olmadığına inanıyorum. Bildiri sunan, tartışmalara ve genel değerlendirme oturumuna katılan dostlarımıza ve zaman ayırarak toplantımıza gelen bütün dâvetlilerimize teşekkür ederken, bu projeyi destekleyen İngiltere Büyükelçiliği’ne de Türkiye Çevre Vakfı’nın şükranlarını ifade ediyorum.

Yorumlar

Popüler Yayınlar