TÜRKİYE'NİN BİYOLOJİK ZENGİNLİKLERİ

TÜRKİYE’NİN BİYOLOJİK ZENGİNLİKLERİ



Ocak 2005’te yayınlanan Türkiye’nin Biyolojik Zenginlikleri adlı kitabın bundan önceki baskılarında da yer alan ve Prof. Dr. Aykut Kence’nin hazırlamış olduğu “Giriş” bölümü aşağıda verilmektedir.





Çeşitlilik, biyolojik sistemlerin en temel özelliklerinden biridir. Fizik ve kimyada çalışılan temel parçacıkların ve elementlerin sayısı bir kaç yüz ile sınırlı kaldığı halde, biyolojik bilimlerin konusu olan canlı türlerinin sayısı üzerindeki tahminler 5 ile 50 milyon arasında değişmektedir. Bununla birlikte, bugüne kadar ancak 1,7 milyon canlı türü bilimsel olarak tanımlanıp isimlendirilebilmiştir.

Yaşama alanını giderek genişleten insanın faaliyetleri sonucunda, büyük bir kısmı henüz hiç tanınmayan, bilinmeyen canlı türleri hızla kaybolmaktadır. Bazı bilim adamları yeryüzünün canlı türleri bakımından hızla fakirleşmesinin doğurabileceği sonuçların nükleer bir savaşın etkilerine yakın olabileceğini öne sürerek dünya çapında tedbirler alınması gerektiğine dikkati çekmişlerdir.

Canlı türlerinin kitle halinde yok olması, yeryüzünün biyolojik tarihinde çok görülmüştür. Bilimsel tahminlere göre bugün yeryüzünde yaşayan canlı türleri, canlılığın tarihi boyunca var olmuş olan türlerin % 1’inden bile daha azını meydana getirmektedir. Buna göre bir canlı türü evrimsel süreç içinde % 99’dan daha büyük bir ihtimalle yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Türlerin yok olması evrimsel dinamiğin doğal bir sonucu ise, “canlı türlerinin azalmasından kaygılanmaya yer yoktur” denebilir mi? Yeryüzündeki canlı türleri sayısındaki azalmanın yol açabileceği tehlikelere karşı dünyayı uyaran bilim adamlarına göre, çağdaş insanın sebep olduğu tür katliamı, yakın jeolojik devirlerde gözlenen tür kayıplarından 400 kat daha hızlıdır ve belki de en az son 65 milyon yıldır bu boyutta bir tür çeşitliliği kaybı görülmemiştir. Yeryüzündeki tür çeşitliliğinde bu ölçüde ve bu kadar çabuk bir azalmanın insanlığın geleceğini de olumsuz yönde etkilemesi beklenir.

Biyolojik çeşitlilik, canlıların geçirdikleri milyonlarca yıllık evrim sırasında karşılaştıkları sorunlara buldukları çözümlerin, kazandıkları deneyimlerin gen denilen mesajlar olarak kodlandığı büyük bir bilgi birikimine, büyük bir organik kütüphaneye benzetilebilir. Biyolojik çeşitlilik, bir türü meydana getiren bireyler arasındaki kalıtsal farklılıkları içeren genetik çeşitlilik ve bunun evrimsel uzantısı olan türler arası farklılıkların meydana getirdiği ekolojik çeşitlilik olarak iki ana kategoride ele alınabilir.

Genetik çeşitlilik, bir türün gen havuzundaki kalıtsal bilginin çeşitliliği, zenginliği olarak tanımlanabilir. Özellikle insan tarafından evcilleştirilmiş ve ekonomik bir önem taşıyan bitki ve hayvan türlerinin yerel ırkları arasında gözlenen genetik bileşim farklılıkları, aynı zamanda farklı yerel koşullara uyum özelliklerini yansıttığından, bu türlerin evrimsel potansiyellerinin korunması ve ıslâh çalışmaları açısından önem taşımaktadır. Her canlı türünün değişen çevre koşullarına uyum sağlayabilmesi için genetik çeşitliliğe sahip olması şarttır. Yeterli genetik çeşitliliğe sahip olmayan canlı türleri, değişen çevre koşullarına ayak uyduramayarak yok olmaya mahkûmdur. Genetik çeşitlilik aynı zamanda son yıllarda hızla ilerleyen biyoteknoloji alanında, üstün nitelikli bitki ve hayvan soylarının geliştirilebilmesi için gerekli hammaddeyi meydana getirmektedir.

Ekolojik çeşitlilik ise, belirli bir bölgedeki farklı ekosistemler, tür toplulukları ve bu toplulukların içindeki tür sayıları olarak tanımlanmaktadır. Bir tür topluluğundaki tür sayısı arttıkça, topluluğun enformasyon içeriği, tür çeşitliliği de artmaktadır. Aynı sayıda tür ihtiva eden iki topluluktan her türü temsil eden birey sayısı bakımından eşit olan topluluk, sadece bir veya bir kaç türün çok sayıda bireyle, diğerlerinin ise çok az sayıda bireyle temsil edildiği topluluğa göre enformasyon içeriği, tür çeşitliliği bakımından daha zengin sayılmaktadır.

Ekolojik çeşitlilik, yeryüzünde bölgeden bölgeye, özellikle enlem farklılıklarına göre değişmektedir. Kutuplardan ekvatora doğru gidildikçe tür çeşitliliği belirgin bir şekilde artmaktadır. Günümüzde ekolojinin ve evrimsel biyolojinin en önemli ve ilginç sorularından biri de, ekolojik çeşitlilikte gözlenen bu bölgesel farklılıkların nasıl meydana geldiğidir. Diğer ilginç bir soru da, doğa korumacılar tarafından kamuoyuna maledilmiş olan tür çeşitliliği ile ekolojik denge arasındaki nedensel ilişkidir. Bu sorulara verilecek yanıtlar, ekolojik çeşitliliğin ve ekolojik dengenin korunabilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Kuramsal ekolojide, özellikle ekosistemlerin matematiksel modelleri ile ilgili araştırmalarda son yıllarda gözlenen son derece ilginç ve önemli gelişmelere rağmen bu soruların yanıtlarının henüz tam olarak verilebildiği söylenemez.

Bununla birlikte, eldeki sınırlı bilgilerle bile biyolojik çeşitliliğin korunmasında etkili programlar geliştirmek mümkün olabilir. Özellikle adasal biyocoğrafya kuramının alan-tür çeşitliliği ilişkileri konusundaki kestirimleri, koruma stratejilerinin geliştirilmesinde önemli katkılar sağlamaktadır. Bu kurama göre, belirli bir alan genişliğinin kapsayacağı tür sayısı Log S = K + z log A gibi basit bir ilişkiden hesaplanabilmektedir. Bu ilişkide S tür sayısını, A alan genişliğini, K ve z ise coğrafî bölgelerin özelliklerine göre değişen sâbitleri göstermektedir. Koruma alanlarının meydana getirilmesinde, yukarıda belirtilen ilişki sayesinde ayrılan alanın genişliğinden, korunabilecek ve kaybolabilecek tür sayılarını kestirmek mümkün olabilmektedir. Tropik ormanların tarımsal ve endüstriyel amaçlarla tahribi sonucu kaybolan veya kaybolacak türlerin sayıları da, bu ilişkiden hesaplanabilmektedir. Bu hesaplamalardan elde edilen tahminler ise kaygı verici boyutlardadır. En iyimser tahminlere göre bile yeryüzündeki canlı türlerinin hemen hemen 1/5’inin önümüzdeki 30-40 yıl içinde kaybolma tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğu belirtilmektedir. Bu durumda, yeryüzündeki canlı türü sayısı minimum 5 milyon olarak kabul edilse bile, milyonlarca yıllık bir evrim sonucunda meydana gelen en az 1 milyon tür, çok kısa bir süre içinde kaybolma tehlikesi ile karşı karşıyadır.

Bilim adamlarına göre yaşamın 500 milyon yıllık evriminde hiç bir zaman biyosfer bu ölçüde bir tahribata maruz kalmamıştır. Geçmiş paleontolojik devirlerde türlerin kitle halinde kaybına sık sık rastlanmakla birlikte, bu kayıplar şimdikinden çok daha geniş bir süreye (belki de bir kaç milyon yıl) yayılmıştır. Tür çeşitliliğinin uzun bir zaman dilimi içinde yok olması, ekosistemlerin kendilerini bu kayıplara göre ayarlamalarına ve kaybolan türlerin yerini alacak yeni türlerin evrimleşmesine imkân verebilir. Oysa 30-40 yıl gibi, evrim açısından çok kısa bir süre içinde meydana gelen kitle halindeki tür kayıpları, ekosistemlerin tamamen çökmesine sebep olabilir. İşin ilginç ve üzücü olan diğer bir yanı da, tür kayıpları bu kadar büyük boyutlara ulaşabildiği halde, kaybolmakta olan türlerin büyük bir kısmı hakkında insanlığın hiç bir bilgiye sahip olmamasıdır. Bu, büyük bir bilgi birikiminin, büyük bir kütüphanenin önemli bir kısmının daha, hiç kataloglanmadan sokağa atılmasına benzemektedir.

Biyolojik çeşitliliğin azalması, tropiklerdeki kadar boyutlarda olmasa bile, daha sonraki bölümlerden anlaşılacağı gibi, Türkiye için de geçerlidir. Özellikle çok az bilgi sahibi olunan deniz ve tatlı su faunaları, omurgasızlar gibi gruplardaki kayıpların nicelikleri konusunda her hangi bir tahmin yapmak ise şimdilik mümkün görünmemektedir.

Doğadaki tür toplulukları gelişigüzel bir araya gelmiş türlerden meydana gelmemektedir. Her topluluk içindeki türler milyonlarca yıllık bir süre içinde birlikte evrimleşerek karmaşık bir ilişkiler ağı ortaya koymuşlardır. Bu sebeple, varlığından dahi haberdar olunmayan ve önemsiz görünen bazı türlerin bu ilişkiler ağından birer birer çekilmeleri bir ekosistemi birdenbire çökme noktasına getirebilir. Bununla birlikte, ekoloji biliminin henüz ekosistemlerin hangi koşullarda, ne zaman ve nasıl çökebileceği konusunda kesin tahminlerde bulunabilecek kadar gelişmemiş olması, insanlık tarihinde benzer ölçülerde bir olayın daha önce yaşanmamış olması, biyolojik çeşitliliğin azalması konusundaki tahmin ve uyarıların kamuoyunda ciddiye alınmasını engellemektedir.

Biyolojik çeşitliliğin korunması için gerekçe olarak ekosistem dengesindeki önemi dışında, insanlığın yararı açısından pek çok sebep sayılabilir. Kitabın diğer bölümlerinde bu sebeplerle ilgili pek çok örnek sıralanmaktadır. Biyolojik zenginlikler tıp, tarım ve endüstride önemli yararlar sağlamaktadır. Gelecekte de bu yararların, zenginlikler daha geniş bir biçimde araştırılarak tanındıkça, artarak devam etmesi beklenir. Daha önce öngörülmeyen bir çok soruna çözüm bulmada da biyolojik zenginlikler kaynak teşkil edebilir.

Günümüzde bir çok bitki ve hayvan türü kansere karşı etkili maddeler için yoğun biçimde taranmaktadır. Kanser, çok hücrelilerin her zaman karşılaştığı bir sorundur. Acaba, evrim sırasında bu soruna karşı başarılı bazı çözümler bulabilmiş canlı grupları var mıdır? Meselâ, deniz hayvanlarından süngerler, deniz tulumları (tunikatlar) ve köpek balıklarında tümör oluşumuna hiç rastlanmamaktadır. Nitekim süngerler ve deniz tulumlarından kansere karşı etkili bazı maddeler elde edilebilmiştir. Bir deniz tulumu türü olan Tridemmum cyanophorum’dan elde edilen didemnin B adlı bileşiğin lösemiye karşı etkili olduğu gösterilmiştir. Bitkiler de anti-kanser ilâçlar bakımından önemli bir kaynaktır. Madagaskar’da bulunan bir bitkide keşfedilen etkili madde sayesinde lösemi tedavisinde önemli aşamalar kaydedildiği belirtilmektedir. Daha pek çok bitki türünde anti-kanser maddeler bulunması ihtimali olduğu halde, bitki türlerinin çok küçük bir bölümü taranabilmiştir. Bilime maledilmiş canlı türlerinin, bilinenlerden çok daha fazla olduğu düşünülürse, biyolojik zenginliklerin gelecekte tıp ve eczacılık alanında sağlayabileceği yararların hiç de küçümsenemeyeceği görülür.

Tarımsal üretimin arttırılabilmesi için çeşitli hastalıklara ve zararlı böceklere karşı dirençli, çeşitli toprak ve su koşullarına uyumlu, yüksek verimli soyların geliştirilmesi gerekmektedir. Bütün bunlar için gerekli kalıtsal bilgiler yüksek verime sahip olmamakla birlikte, yetiştirilmesine bazı bölgelerde devam edilen yerel ırklar ve yabanıl bazı türler de bulunabilmektedir. Biyolojik zenginlikler ileride tarımsal amaçlı biyoteknoloji uygulamalarında gerekli kaynakları meydana getirecektir. Biyolojik zenginliklerin yeterince tanınmaması ve bilinmemesi, bu kaynaklardan yararlanmada biyoteknoloji uygulamalarının sınırlı kalmasına ve bu alandaki yatırımların istenilen verimi sağlayamamasına sebep olabilecektir.

Biyolojik çeşitliliğin canlıların evriminde daha önce görülmemiş bir hızla azalmaya yüz tutarak insanlığın geleceğini tehdit eder hale gelmesi, konuyu biyologların ve tarımcıların özel uzmanlık alanlarından çıkararak uluslararası sosyal bir sorun haline getirmiştir. Tehlikede olan biyolojik zenginliklerin çok büyük bir kısmı gelişmekte olan ülkelerde bulunduğu halde, bu ülkeler uygun koruma stratejilerinin geliştirilmesi ve yürütülmesi için gerekli teknik ve malî kaynaklar yönünden gelişmiş ülkelere göre çok fakirdirler.

Bir çok gelişmiş ülke, biyolojik zenginlikler konusuna eğilirken, ABD Kongresi de konuyla ilgilenmiştir. Bu noktada biyolojik çeşitliliğin, ekonomik potansiyelin ve genetik zenginliğin bir göstergesi olduğu ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına yönelik tedbirlerin gelişme planlarında yer alması gerektiği vurgulanmaktadır. Büyük bir kısmı gelişmekte olan ülkelerde bulunan biyolojik çeşitliliğin korunması konusunda gelişmiş ülkelerin öncülük yapması, gelişmekte olan ülkelerde bazı tereddütlere de yol açabilmektedir. Bu bağlamda, tabiatı koruma tutkusunun, gelişmiş ülkelerin faturasını gelişmekte olan ülkelere çıkararak kendilerine sundukları bir lüks olduğu şeklinde basında çıkan bazı yorumlar örnek gösterilebilir. Burada sözü edilen faturanın bedeli, gelişmekte olan ülkelerde sanayileşmenin geri kalmasıdır.

Son yıllarda gelişmekte olan ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasında bitki gen kaynaklarının kullanımı konusunda ortaya çıkan anlaşmazlık da biyolojik çeşitliliğin korunması üzerindeki tartışmaların bir diğer ilginç yanını ortaya koymaktadır. Bitki ıslâh programlarında yüksek verimli soyların elde edilmesi ve tohum üretimi için bitki gen kaynakları olarak nitelenen yerel ırklar ve evcilleştirilmiş bitkilerin yabanıl akrabalarının büyük bir kısmı, gelişmekte olan ülkelerden serbestçe toplanabilmektedir. Bu gen kaynaklarından özellikle ileri teknolojiye sahip ülkeler yararlanmaktadır. FAO, 1983 Yılı’ndaki bir kararıyla, bitki gen kaynaklarını insanlığın ortak mirası olarak kabul etmiş ve bu materyalin ülkeler arasında hiç bir kısıtlama olmadan serbestçe alınıp verilebilmesi ilkesini koymuştur. Ayrıca, bitki ıslâh programları ve biyoteknolojik uygulamalar sonucu elde edilen soyları da insanlığın ortak mirası olan gen kaynakları tanımı içine dahil etmiştir.

Buğday, pirinç, mısır gibi dünyayı besleyen temel ürünlerin gen merkezlerinin hemen hemen tamamı gelişmekte olan ülkelerde bulunmaktadır. Buna karşılık, ileri teknolojiye sahip zengin ülkeler, gen kaynakları bakımından fakirdirler. FAO kararına göre, temel ürünlerin gen merkezlerinde çiftçilerin binlerce yıldır ilkel yöntemlerle ekip biçerek geliştirdikleri yerel ırklardan gelişmiş ülkeler nasıl hiç bir kısıtlama olmadan serbestçe yararlanabiliyorlarsa, gelişmekte olan ülkeler de ileri teknolojik uygulamalar ile 10-20 yıl gibi kısa süreler içinde geliştirilen soylardan serbestçe yararlanabilmelidir. Fakat ileri teknolojik imkânlarla üstün vasıflı tohum üreten özel firmalara sahip olan gelişmiş ülkeler, FAO’nun bu kararına firmaların özel mülkiyet haklarının ihlâl edileceği gerekçesiyle karşı çıkmışlardır. Gelişmekte olan ülkelerde bulunan gen kaynaklarının herkesin ortak malı sayılıp, bunlardan elde edilen üstün vasıflı soyların özel mülkiyet sayılarak kısıtlamaya tâbi tutulması, bir çok gelişmekte olan ülkeye pek âdil bir yaklaşım olarak görünmemektedir. Bu konu ile ilgili olarak son yıllarda Türkiye’de sebze tohumu üretimi alanında genellikle batılı yabancı firmaların hâkim olması ve üreticilerce tohum fiyatlarının çok yüksek bulunması da düşündürücüdür.

Yeryüzünün en önemli gen merkezlerinden birinde bulunan Türkiye’nin biyolojik çeşitliliğin korunması ve kullanımı üzerinde cereyan eden bu tartışmalardaki konumunun belirlenebilmesi için, bilim adamlarının bu konuları ayrıntılı bir şekilde değerlendirmeleri yararlı olacaktır.

Bir ülkenin biyolojik zenginliklerini ülke kalkınmasında kullanabilmek, bu ekonomik potansiyeli harekete geçirebilmek için öncelikle bu zenginlikler bakımından ne durumda olduğunu belirlemek gerekir. Türkiye’deki canlı türlerinin kapsamlı envanteri, biyolojik zenginliklerin korunması ile ilgili tedbirler bakımından da gerekmektedir. Ortaya konan bu çalışmada, Türkiye’nin biyolojik zenginlikleri bakımından genel bir durum değerlendirmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya katkıda bulunan uzmanlar ve bilim adamları, farklı canlı gruplarını ele alarak genel bir değerlendirme yapmışlar ve Türkiye’de bu gruplar üzerindeki araştırma ve bulguları özetlemeye çalışmışlardır. Ayrıca, ele aldıkları canlı gruplarının korunması, değerlendirilmesi ve araştırılması konusunda karşılaşılan darboğazlara işaret ederek tekliflerde bulunmuşlardır. Türkiye’nin bütün biyolojik zenginliklerini kapsamayı amaçlayan ilk çalışma olması bakımından bu çalışmanın kuşkusuz bir çok eksikliği olacaktır. Bununla birlikte, bu çalışmanın biyolojik zenginlikler konusunda ileride yapılacak çalışmalara yardımcı olacağı ve konuya ilgi duyanların başvurabileceği bir kaynak meydana getireceği umulur.

Sonraki bölümlerde görüleceği gibi, Türkiye, biyolojik çeşitlilik bakımından kıskanılacak bir zenginliğe sahiptir. Ne var ki, bilim adamlarının çok değerli çalışmaları olmakla birlikte, biyolojik zenginliklerin tam bir envanterini ortaya koyma bakımından Türkiye’nin hayli çalışmaya muhtaç olduğu bir gerçektir. Özellikle hayvan gruplarında omurgasızlar, deniz ve tatlı su faunaları bakımından envanter çalışmaları büyük eksiklikler göstermektedir. Millî parklar konusundaki çalışmalardan övgüye değer sonuçlar alınmıştır. Biyolojik zenginliklerin korunabilmesi için daha çok ve daha geniş alanların millî park olarak tahsisi de zorunlu görülmektedir.

Biyolojik çeşitlilik konusunda gerek Türkiye’de, gerekse dünyada çözüm bekleyen sayısız sorun vardır. Bu sorunların çözümlenmesinde, yapılacak çalışmalara verilecek teşvik ve destek, yetenekli gençlerin bu alana ilgi duymalarının sağlanması çok yararlı olacaktır.

Evrendeki yıldızların sayısı, dünyaya uzaklıkları, yeni keşfedilen yıldızlar büyük ilgi ve heyecan uyandırırken, dünyamızdaki ya da Türkiye’deki canlı türlerinin sayıları, yeni keşfedilen canlı türleri pek merak konusu olmamaktadır. Hattâ canlı türlerinin tanımlanıp isimlendirilmeleri ve sınıflandırılmaları ile ilgili sistematik çalışmalar, bilim çevrelerinde bile tamamen sıradan, sıkıcı ve gereksiz uğraşlar olarak değerlendirilebilmektedir. Milyonlarca ışık yılı uzaktaki yıldızlarla ilgili keşifleri hayranlıkla izlerken, yanıbaşımızdaki biyolojik zenginlikleri tanımada gösterdiğimiz ilgisizlik ve bu uğraşlara karşı bilim çevrelerinde bile takınılan küçümseyici tavır, kuşkusuz sistematik biyoloji ve ekoloji alanındaki çalışmaları olumsuz yönde etkilemektedir. Sistematik ve ekoloji çalışmalarında, nümerik taksonomi gibi bilgisayar yöntemleri, biyokimya ve moleküler biyoloji yöntemleri kullanımı arttıkça, bu alana duyulan ilgi ve heyecan verici keşifler de hızla artacaktır.

Biyolojik zenginlikleri önemsememek ve kısa vâdeli bazı yararlar için yok olmalarına göz yummak, gelecek kuşaklara miras olarak bırakabileceğimiz büyük bir ekonomik potansiyeli tahrip etmekle aynı anlama gelir. Konuyu bu anlayışla ele almak, insanlık ve ülke çıkarları yönünden çok yararlı olacaktır.







BİTKİLER


A. GİRİŞ
Türkiye, bitkileri açısından, dünyada ılıman iklim kuşağındaki ülkelerin başında gelmektedir. Bu zenginliğin başlıca sebepleri şu şekilde belirtilebilir: İklim farklılıkları, topoğrafik çeşitlilikler, jeolojik ve jeomorfolojik çeşitlilikler, deniz, göl, akarsu gibi değişik su ortamı çeşitlilikleri, 0-5000 m.’ler arasında değişen yükseklik farklılıkları, üç değişik bitki coğrafyası bölgesinin birleştiği bir yerde oluşu, Anadolu diagonalinin doğusu ve batısı arasında ekolojik farklılıklar bulunması ve bütün bu ekolojik çeşitliliğin floristik çeşitliliğe yansıması.

Dünyadaki biyocoğrafya kuşakları, bir yerdeki bitkilerin meydana getirdiği vejetasyon tiplerine veya formasyonlarına göre sınıflandırılır. İğne yapraklı orman, yaprak döken orman, step, savan, pampa kuşakları gibi. Bunun sebebi, dünyanın her yerinde, o yerin görünüşüne egemen olan canlı grubunun bitkiler olmasıdır. Hayvanlar, yeryüzünde hiç bir zaman bir yerin görünümüne etkili olamazlar. Bir yerin yüzeysel görünümünün esas unsuru olan bitkilerin listesine veya o yerde yetişen bitkilerin hepsine, o yerin florası denir. Bu tarife göre, flora denince o yerde yetişen bütün bitki gruplarına ait türlerin hepsinin anlaşılması gerekir ise de, flora terimi daha çok ve geleneksel olarak tohumlu bitkiler ile eğreltiler, yani iletim demetli bitkiler için kullanılmaktadır. Bir yerde yetişen ilkel bitki gruplarına alg florası, yosun florası gibi ayrı adlar verilmektedir. Bu bölümde, Türkiye’de yetişen bitki grupları hakkında evrimsel bir sıra içinde bilgiler verilmektedir. Bu bitkilerin dağılışı, meydana getirdiği vejetasyon tipleri, endemizm, kullanım yolları hakkında verilen bilgilerden sonra, Türkiye tabiatı ve onun korunması konularına değinilerek, alınması gereken tedbirler belirtilmektedir.

Bir yerin florası, uzun yıllar yapılacak arazi çalışmaları sonucunda toplanan bitki materyalinin değerlendirilmesi ile ortaya çıkarılabilir. Türkiye’de doğal olarak yetişen bitkiler üzerinde yapılan yaygın arazi çalışmaları, ilk önceleri tohumlu bitkiler ile eğreltiler üzerinde yoğunlaştırılmıştır. Alg, yosun, mantar ve likenler hakkındaki araştırmalar, son yıllarda daha çok yerli botanikçiler tarafından yapılmaya başlanmış ve özellikle 1990’lı yıllardan sonra oldukça hız kazanmıştır.

B. MEVCUT DURUM
1. Bitki Grupları

Dünyada yetişen bitkiler, çeşitli taksonomik birimler, kategoriler altında toplanır. Son yıllarda mantarlar, ayrı bir âlem halinde de incelenmekte ise de, burada klasik görüş izlenerek, bitkiler içinde düşünülmüşlerdir. Büyük bitki gruplarının Türkiye’deki durumları şöyledir:

a. Algler

(1) Genel Olarak

Algler geleneksel olarak bitkiler âlemi içinde kabul edilen, pek çoğu klorofilli, dolayısıyla fotosentez yapan, çok sayıda filuma ayrılmış geniş bir organizma grubudur. Dahil oldukları tohumsuz bitkiler içinde ciğer otları, yapraklı yosunlar ve eğreltilerden daha ilkel yapılıdırlar.

Algler ancak elektron mikroskobunda görülebilen büyüklükten 50-60 m. boya kadar değişebilen çok çeşitli yapı ve büyüklükte olurlar. Algleri diğer klorofilli bitkilerden ayıran en önemli özellikleri, tek hücreli oldukları takdirde organizmanın eşeyli üreme hücresi gamet gibi davranabilmesi, çok hücreli olanlarda ise gametlerin tek hücreden meydana gelen özel yapılarda yani gametangiyum’larda ortaya çıkabilmesidir. Gametangiyum’ların da çok hücreli olduğu bir kaç grupta her hücre bir üreme hücresi oluşturur. Bu özellik, diğer klorofilli bitkiler olan yosunlar, eğreltiler ve çiçekli bitkilerde bulunmaz.

Alglerin büyük çoğunluğu, sularda (deniz, göl, gölcük, baraj gölü, akarsu, birikinti suları ve bataklıklar) yaşar. Bazı gruplardan, toprak yüzeyi ve içinde, nemli ağaç kabuklarında, ıslak kayalar üzerinde, hattâ daimî buz örtüsü üzerinde yaşayanlar vardır.

İç sularda yaşayan algler, deniz algleri gibi, fotosentez yaparak ve çeşitli organik madde üreterek su hayvanlarının beslenmelerini, çıkardıkları oksijenle de suyun oksijen açısından zenginleşmesini sağlarlar. Bu yüzden sularda hayatın devamı için çok önemlidirler.

Bazı algler aşırı çoğaldıklarında suyun tadını, kokusunu, rengini değiştirdikleri gibi, saldıkları toksinlerle su hayvanlarının zehirlenmelerine, ölümlerine, suyun kullanılamaz hale gelmesine sebep olurlar. Bu yüzden Türkiye iç sularının algal floralarının bilinmesi yanında periyodik olarak devamlı inceleme altında tutulması, bilimsel olduğu kadar içme ve kullanma suyu, balıkçılık ve rekreasyon alanları yönünden de büyük önem taşır.

(2) Mevcut Durum

Türkiye iç sularının algal floralarının kompozisyon ve yoğunluklarındaki değişimlerin ve suların fiziksel ve kimyasal özelliklerinin karşılıklı etkilerinin incelendiği araştırmalar, özellikle 1970’li yılların ortalarına doğru önem ve yoğunluk kazanmıştır. Plansız yerleşim ve sanayi atıklarının hemen hemen hiç işlem görmeden iç sulara akıtılması, bir çok göl, baraj gölü ve akarsuda su kalitesinin bozulmasına sebep olmuş ve olmaktadır. Bu yüzden, iç sularımızda, üniversitelerin ilgili bölümleri başta olmak üzere Devlet Su İşleri, Büyükşehir Sular İdareleri, İller Bankası ve İl-İlçe Tarım Müdürlükleri, kendi önceliklerine göre ve imkânları ölçüsünde çeşitli araştırmalar yapmaktadırlar.

Yürütülen araştırmalar sonunda, iç sularımızda genellikle tür ve birey sayısı bakımından Bacillariophyta (Diatomlar)’nın baskın olduğu, Chlorophyta’nın tek hücreli, koloni ve ipliksi formlarının, Cyanophyta (Cyanobacteria)’nın koloni ve ipliksi formlarının, Dinophyta, Cryptophyta, Euglenophyta dahil tek hücreli kamçılı alglerin, nâdiren Chrypsophyta mensuplarının bulunduğu belirlenmiştir. Bazı göller ve su birikintileri ve ağır akışlı akarsuların zeminlerinde Charophyta (su şamdanları) mensupları da görülmektedir. Bu alg gruplarının bulunması, tür ve birey sayılarının baskınlığında ve sıklık oranlarında, ışık, sıcaklık, akıntı gibi fiziksel faktörler yanında besleyici tuzların (silika, nitrat, otot-fosfat gibi) yoğunlukları yönünden de önem taşır. Bu tuzlarca zengin olan iç sularda, özelikle sıcak ve durgun havalarda Cyanophyta’ya dahil bazı alg cinsleri aşırı çoğalarak köpüklenme ve renk değişimi gibi hoş olmayan görüntülere, rüzgâr ve dalgalarla kıyılara sürüklenip güneş altında kötü kokulara, çürüyen yığınlarla ve sulara saldıkları toksinlerle büyük zararlara sebep olmaktadırlar. Marmara Bölgesi’nde, İstanbul’a içme ve kullanma suyu sağlayan bazı baraj gölleri ile balıkçılık ve rekreasyon alanı olan bazı göllerde (Sapanca, İznik, Kuşgölü) bu duruma sık rastlanmaktadır. Mikrosistin olarak tanınan toksinin, toksin yoğunluğunun zaman zaman “müsaade edilebilir” seviyelerin üstünde olması üzerine bu konuda araştırmalar devam etmektedir.

Cyanophyta’dan bazı türler ise içerdikleri aminoasit zenginliği gözönüne alınarak açık hava havuzlarında sürekli olarak yetiştirilmekte ve sanayicilerle işbirliği halinde, tüketiciye, yurt dışında oluğu gibi, diyet destekleyici olarak sunulmaktadır.

Kültür balıkçılığı için önemli olan ve larva beslemede kullanılan bazı küçük omurgasızların besini olarak bazı mikroalglerin kültürlerde yoğun olarak yetiştirilip kullanıma arz edilmesi, yine kültürlerde yetiştirilen bazı tek hücreli alglerden karoten ve gliserin elde etme çalışmaları, bazı üniversitelerin araştırma faaliyetleri arasındadır. Önce Orta Anadolu barajları ve bazı göllerinde başlayan algalojik çalışmalar, Ege ve Marmara Bölgeleri, Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgelerindeki iç sularda, o bölgelerimizin bazı üniversitelerinde çalışan elemanlar tarafından ve son olarak Güneydoğu Anadolu’da Fırat ve Dicle nehirlerindeki çeşitli su kaynaklarında, değişik üniversitelerin mensupları tarafından devam ettirilmektedir. Son yıllarda genç araştırıcılar bu konudaki çalışmalarını sözlü veya yazılı bildirilerle uluslararası kongre ve sempozyumlarda sunmakta, araştırmalarının sonuçları saygın bilimsel dergilerde yayınlanmaktadır.

(3) Karşılaşılan Darboğazlar

Araştırmalarda karşılaşılan başlıca güçlükler, araştırma yerine gitmek için vasıta ve suda tekne temini, kaliteli araştırma mikroskoplarının ve teşhis (tanımlama) kitaplarının yokluğu, besin tuzları ve diğer kimyasal özelliklerin ölçümü için hassas kimyasal madde ve âletlerin bulunmaması şeklinde sıralanabilir. Oksijenmetre, pHmetre, Van Dorn ve su alma kapları, spektrofotometre, ışıkölçer, otoanalizör, HPLC gibi çok gerekli âletlerin hepsinin veya çoğunun bulunduğu kurumların ve laboratuarların sayısı çok az olup, elektron mikroskobu kullanımı da çok sınırlıdır.

b. Mantarlar

(1) Giriş

Funguslar karada, tatlı sularda, nâdiren denizlerde ve havada yaşayan ökaryotik, klorofilsiz, tipik olarak ipliksi yapıda, spor oluşturan organizmalardır. Bir çok fungus türünde çeper, kompleks karbonhidratlar ile nâdiren selülozdan ve çoğunlukla kitinden ibarettir. Bu organizmalar klorofil taşımadıkları için kendi besinlerini yapamazlar. Dolayısıyla simbiyoz, saprofit veya parazit olarak varlıklarını devam ettirirler. Simbiyoz olanlar yüksek bitkilerle ortak yaşarlar. Saprofitler, cansız organik maddelerin çürümesine sebep olurlar. Parazitler ise çoğunlukla bitkilerin, bazen hayvanların, hattâ insanların hastalanmasına sebep olur.

Önceleri, iki âlemli sistem içinde, bitkiler âleminde incelenen funguslar, özellikle moleküler düzeyde elde edilen dataların değerlendirilmesi sonucu 1960’lı yıllardan sonra bilim otoriteleri tarafından kabul edilen beş âlemli sistem içinde, bu âlemlerden biri olan mantarlar âlemi içinde yer almaktadır. Ayrı bir âlem olarak kabul edilmesinde, bitki hücre duvarındaki selüloza karşılık büyük çoğunluğunun kitin ve diğer polisakkaritlerden meydana gelen hücre duvarına sahip olmaları, depo maddesi olarak nişastaya karşılık glikojen taşımaları ve fotosentetik olmamaları, önemli veriler olarak rol oynamaktadır. Fungusların evrimi konusunda üç farklı görüş ileri sürülmektedir. Bunlardan ilki fungusların protozoalardan, ikincisi çeşitli alg gruplarından, üçüncü görüş ise belirli bir alg grubundan türevlendiği şeklindedir.

İnsanlık açısından büyük öneme sahip olan funguslar, ekosistemin en önemli parçalarından biridirler. En azından 2 milyar yıldan beri cansız bitkisel ve hayvansal organizmaları çürütmektedirler. Böylece bu yapılarda bulunan bazı elementlerin serbest bırakılması, fungus ve bakterilerin birlikte faaliyetleriyle mümkün olmaktadır. Mayalar, fırıncılık ve fermentasyon endüstrisinin temelidir. Ekmek, insanların beslenmesinde büyük bir paya sahiptir. Saccharomyces cerevisiae türü ekmek veya hamur mayası olarak da bilinir. İçerdiği çeşitli fermentler sayesinde şekeri etil alkole çevirir. Nişastayı da fermantasyona uğratır. Anaerobik yaşayan bu mayalar alkolik fermentasyona sebep olurlar. Funguslar, alkollü içki endüstrisinin de temelidir. Saccharomyces vini türü şarap mayası olarak da bilinir. Üzüm suyunu fermentasyona uğratır. Candida pseudotropicalis türü kefir adlı içkinin fermantasyonunu sağlar. Aspergillus oryzae türü ise meydana getirdiği fermantasyonla pirinçten elde edilen Japon içkisi “sake” nin yapımında rol oynar. Sitrik, fumarik, okzalik, glukonik ve galik asitlerin endüstriyel olarak üretiminde bazı Penicillium türlerinden yararlanılır. P. roquefortii ve P. camembertii türleri, rokfor ve kamamber peynirlerinin yapımında kullanılmaktadır.

Bir çok yararlı antibiyotiğin yapımında, bazı mantar türleri önem taşımaktadır. Örneğin Penicillium notatum ve Penicillium chrysogenum türlerinden önemli bir antibiyotik olan “penisilin” elde edilmektedir. Hepatit B aşısı yapımında 1986’dan beri genetik metotlarla geliştirilen mantar suşları kullanılmaktadır. Bazı antitümör etkili ilâçların yapımında da mantarlardan yararlanılmaktadır. Örneğin; Taxomyces andreanne türünden “taxol“ olarak adlandırılan antikanser ilâcı elde edilmektedir. Ayrıca thiamin, biyotin, riboflavin gibi bazı vitaminlerin ve ergotamin, kortizon gibi önemli ilâçların; amilaz, pektolaz gibi enzimlerin, giberellin gibi bazı hormonların elde edilmesinde funguslardan yaralanılır. Bazı böceklerde parazit yaşayan funguslardan, tarım zararlısı böceklerle biyolojik mücadelede yararlanılır.

Dünyanın her tarafında yayılış gösteren doğal veya kültür formdaki bitkilerin çoğunun kökleri ile mantarların bazı türleri arasında faydalı bir şekilde ortaklık kurulur. Bu şekilde meydana gelen karşılıklı ilişkiye veya ortak yaşama mikorhiza denir. Pek çok bitki türünde meydana gelen mikorhiza, simbiotik bir ilişkidir. Çam ve orkideler gibi bazı bitkiler çimlenip büyüyebilmeleri için mikorhizaya ihtiyaç duyarlar. Mikorhizalar sayesinde kökün yüzey alanı artar ve böylece mantarlar besinlerini absorbe ederler ve aynı zamanda ortama, bitkilerin besin maddelerini kolayca almalarını sağlayan bir asit salgılarlar. Simbiotik ortaklık sayesinde mantar bitkiye topraktan çeşitli mineral maddeleri sağlarken, bitki de fotosentez sonucu meydana gelen organik maddelerle mantarı besler. Mikorhizal birliktelik bitkiyi belirli patojenlere karşı da korur.

Diğer taraftan mikorhizalar, sanayileşmenin etkisi sonucu tahrip edilmiş arazilerin iyileştirilmesini ve bu tip arazilerde bitkilerin yeniden yetiştirilmesini sağlar. Böyle araziler bitki besin elementleri yönünden fakirdir ve aynı zamanda farklı derecelerde oluşabilecek fitotoksik etkiler de ortaya çıkmaktadır. Tahrip olmuş alanlardaki toprağın stabilize edilmesi ve yeniden bitkilendirilmesi için yapılan çalışmalar sadece mikorhizal ortaklığa bağlıdır. Bahsedilen şartlara adapte olmuş mikorhizal mantarın mevcut olması ve bu tür alanların yeniden bitkilendirilmesi daha dengeli hale gelecek olan ekosistem için şarttır. Maden kalıntılarında mikorhizal bitkiler non-mikorhizal bitkilerden daha iyi gelişim gösterir. Yapılan çalışmalar neticesinde ektomikorhizal mantar olan Pisolithus tinctorius türünün endüstriyel artıkların olduğu alanlarda yayılış gösteren çam ağaçlarının büyümesinde ve gelişiminde önemli derecede etkili olduğu ortaya çıkmıştır.

Bütün bu yararlarının yanında parazit ve saprofit funguslar, çok önemli ekonomik kayıplara, bazen açlık ve ölümlere de yol açabilirler. Saprofit olanlar özellikle ağaçları, keresteleri ve meyveleri çürütür ya da kalite düşüklüğüne sebep olur, parazit olanlar ise bitkilerde önemli miktarda ürün kayıplarına, rekolte düşüşüne yol açar. 1845 Yılı’nda İrlanda’da patates üzerinde parazit yetişen Phytophora infestans’ın aşırı ilkbahar yağmurları sebebiyle çok yaygın duruma gelmesinden dolayı 1845-1851 yılları arasında 8 milyon insandan hemen hemen 1 milyonu, yeterli miktarda patates üretilememesinden dolayı açlıktan ölmüş, 3 milyonu Amerika kıtasına göç etmiştir.

Makrofunguslar besin kaynağı olarak da kullanılmaktadır. Şapkalı mantarların bazılarının et kadar lezzetli olduğu bilinmektedir. Protein yüzdesi açısından bakıldığında ete ulaşamasalar da, eti lezzetli kılan bazı maddelerin mantarlarda da olduğu tesbit edilmiştir.

Doğada yetişen mantarlar ile kültürü yapılan mantarlar, türlere göre değişen oranlarda besin değerlerine sahiptir. Kültür mantarında; % 90 su, % 3-5 azotlu maddeler, % 0,3 yağ, % 4-6 karbonhidrat, % 1 mineral madde bulunur. Proteinin sindirilme değeri % 72-83 arasındadır. Meyve ve sebzelerle kıyaslandığında iyi bir lisin, arginin, histidin ve threonin kaynağıdır. İnsan için gerekli bütün aminoasitleri içerir. Yapılan araştırmalara göre zengin bir folik asit kaynağı olan Agaricus bisporus mantarının, kandaki şeker seviyesini düşürdüğü ve kolestrolü azalttığı için kalp ve damar hastalıklarında diyet olarak kullanılabileceği belirtilmiştir. Mineral madde içeriği açısından da uygun bir besin olduğu ifade edilmektedir. Diğer taraftan pek çok fungus türünün antimikrobial etkili olduğu, önemli bazı hastalıkların tedavisinde olumlu etkilerinin bulunduğu bilinmektedir.

(2) Mevcut Durum

Türkiye, sahip olduğu flora ve iklim özellikleri sebebiyle değişik ortamlarda yetişen doğa mantarları yönünden oldukça zengindir. Bu sebeple yenen makrofungus türleri, ülkenin pek çok yöresinde, yetişme mevsiminde toplanarak ya yemeklik olarak kullanılır ya da ticareti yapılır. Günümüze kadar yapılan bilimsel çalışmalardan elde edilen bilgilere göre 40 civarında yenen mantar türü, yemeklik olarak toplanarak yöre pazarlarında, satılmakta bazıları da ihraç edilmektedir. Bunlar içinde çeşitli Agaricus, Boletus, Cantharellus, Lactarius, Morchella, Tricholoma, Russula, Pleurotus ve Terfezia cinslerine ait türler bulunmaktadır. Ayrıca Agaricus bisporus başta olmak üzere Ganoderma lucidium, Grifola frondosa, Hericium erinaceus, Lentinus edodes, Pleurotus citrinopleatus, P. eryngii, P. florida, P. ostreatus ve P. pulmonarius türlerinin kültürü yapılmaktadır.

Bugüne kadar yapılan çalışmalar sonucu Türkiye’de, mikrofungusların Erysiphaceae (Erysiphe), Pucciniaceae (Puccinia) ve Ustilaginaceae (Ustilago) familyaları içinde; makrofungusların ise Tricholomataceae (Tricholoma, Laccaria, Mycena), Agaricaceae (Agaricus), Russulaceae (Russula, Lactarius), Cortinariaceae (Cortinarius, Hebeloma, Inocybe), Bolataceae (Boletus, Suillus), Lycoperdaceae (Lycoperdon, Bovista) familyaları ile yaygın şekilde temsil edildiği görülmektedir. Bu cinsler içinde özellikle Erysiphe, Mycena, Cortinarius, Lactarius, Russula, Suillus ve Boletus cinslerine ait türler yaygın olarak yetişmektedir. Erysiphe’nin çok çeşitli bitkiler üzerinde parazit olarak yetiştiği dikkat çekerken Cortinarius ve Mycena makrofunguslar içinde en fazla türle temsil edilen cinslerdir. Lactarius cinsinin, 20’den fazla türü, Russula’nın ise bir kaç türü ormanlardan yemeklik olarak toplanmaktadır. Özellikle “sütlü mantar” olarak tanınan Lactarius bu özelliği ile ve Türkiye’de zehirli mantar içinde sütlü mantar bulunmaması sebebiyle, zehirli mantarlardan kolayca ayırt edilerek güvenle toplanıp yenmektedir. Suillus ve Boletus cinsine ait türler, öncü türler olarak bilinmekte olup yağmurlardan hemen sonra ilk önce ortaya çıkan türlerdir. Boletus’un bazı türleri (özellikle B. edulis), doğadan toplanarak çorba yapımında kullanılmaktadır.

(3) Darboğazlar

Funguslar konusunda ülkemizde yapılan çalışmalar, son 20 yılda oldukça hızlanmıştır. Özellikle makrofunguslarla ilgili olarak 300’den fazla bilimsel çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar, sayısı 10’u aşan çeşitli üniversitelerde ve bazı araştırma merkezlerinde yoğun bir şekilde sürdürülmektedir. Muğla ve Selçuk Üniversiteleri bünyesinde yer alan Mantar Araştırma Merkezleri, bu konuda daha da spesifik çalışmalar yapmaktadır. Ancak bütün bu çalışmalara rağmen “Türkiye Fungus Florası” henüz ortaya çıkmamıştır. Günümüze kadar yapılan çalışmalar il bazında değerlendirilirse, Türkiye’nin yaklaşık % 70‘i floristik olarak araştırılmış olup, geriye kalan % 30‘luk bölüm çalışılmak üzere beklemektedir. Yapılan çalışmalar genellikle Akdeniz, Ege ve Karadeniz Bölgelerinde yoğunlaşmaktadır. Çalışılması gerekli olan alanlar İç Anadolu, Doğu Anadolu, Güney Doğu Anadolu ve Marmara Bölgelerinde bulunmaktadır. Bu çalışmaların da önümüzdeki on yıl içinde tamamlanacağı tahmin edilmektedir. TÜBİTAK destekli “Türkiye Makrofungusları Veri Tabanı Projesi” ile “checklist”; diğer taraftan, “European Council of Conservation of Fungi (ECCF)” ile ortaklaşa yürütülen çalışma ile de Türkiye mantarları kırmızı listesi hazırlanmaktadır. Ancak, araştırmalar için verilen desteğin araç, makina-teçhizat ve diğer konularda yeterli olmayışı, çeşitli zorlukları ortaya çıkarmakta ve bu sebeple çalışmalar aksamaktadır. Yürütülmekte olan çalışmaların daha verimli olabilmesi için, yurtdışı ile koordinasyon içinde sürdürülebilmesi amacıyla uluslararası bilimsel toplantılara katılma konusunda yeterli desteğin sağlanması bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu konuda çalışan uzmanların üniversitelerdeki diğer görevleri sebebiyle çalışmalara gerektiği kadar zaman ayıramaması da önemli bir noktadır. Bu olumsuzluk ve engellere rağmen öncelikli hedef, çalışmaların daha da yoğunlaştırılarak Türkiye Fungus Florası’nın ortaya çıkarılması olmalıdır.

c. Likenler

(1) Giriş

Likenler, mantarların alglerle ortak yaşam kurarak oluşturdukları canlılardır. Araştırıcılar tarafından önceleri yosun olarak isimlendirilmiş ve bitkiler âlemine yerleştirilmişlerdir. Mikroskopun keşfiyle birlikte likenlerin aslında iki canlıdan meydana geldiği görülmüş, ancak görünümleri sebebiyle bitki olarak sınıflandırılmaya devam edilmiştir. Daha sonra bütün likenler, Lichenes adı altında toplanmış, hattâ bazı araştırıcılar tarafından ayrı bir bölüm (divisio) olarak kabul edilmişlerdir.

Günümüzde likenler, mantar ve alglerin oluşturduğu simbiotik birlikler olarak nitelendirilmektedir. Bu birlikte, mantar, besin açısından tamamen alge bağlı olduğu ve aldığı fotosentez ürünlerini hemen algin tekrar kullanamayacağı bir forma dönüştürdüğü için kontrollü bir parazitizm olduğu da söylenebilir.

Mantarlar âleminin (Fungi) çeşitli sınıflarındaki bir çok cinsin türlerini likenler meydana getirmektedir. Çoğunlukla Ascomycota, daha nâdir olarak da Basidiomycota ve sınıflandırılamayan mantarlar, likenleri oluşturur. Mantarlar âleminin alt kategorilerine doğru inildikçe, liken oluşturma ile ilgili bir miktar özelleşme ayırt edilir. Örneğin Ascomycota sınıfının Lecanoromycetidae alt sınıfında liken oluşumu çok yoğundur, bazı alt sınıf, takım ve hattâ cinslerde ise hem liken oluşturan, hem de oluşturmayan türler bulunur. Arthonia cinsi bu durumun en iyi örneklerinden biridir. Bu cinsin bazı türleri liken oluşturur, bazıları ise parazittir. Günümüzdeki sınıflandırma anlayışına göre likenler biyolojik bir birlik olarak kabul edilmekte, verilen isim likenin mantarına atfedilmektedir.

Likenin yapısına katılan algler çoğunlukla Cyanobacteria (Cyanophyta, Mavi Yeşil Algler), Chlorophyta (Yeşil Algler), nâdiren de Chrysophyta (Altın Rengi Algler)’ya aittir. Cyanobacteria’dan Nostoc, Gloeocapsa, Chlorophyta’lardan Trentepohlia, Trebouxia, yaygın olarak katılan alglerdir. Algler liken yapısına katıldıklarında bir miktar şekil değişikliğine uğradıkları için, tâyin edilebilmeleri için özel yöntemlere gerek duyulabilir.

Likenlerin iki ayrı canlı grubuna ait bireylerden oluşması ve ortak yaşamın çok uzun süreli olabilmesi bir çok araştırıcının dikkatini çekmiş, laboratuvar ortamında likeni oluşturan üyelerin (biyontların) ayrı ayrı üretilmesine, tekrar liken oluşturulmasına yönelik deneyler yapılmış, biyontlar arasındaki ilişki anlaşılmaya çalışılmıştır. Mantar ve algin liken oluşumu aşamasında son derece seçici davrandığı görülmüştür. Bununla birlikte çok yaygın olan bazı liken türlerinde ilk oluşum aşamasında çimlenen mantar sporunun kendine özel alg türünü bulmadan önce ortamdaki başka alglerle de bir süre ortak yaşam kurabildiği, doğru algi buluncaya kadar bir süre şekilsiz bir yığın halinde canlılığını sürdürebildiği görülmüştür.

Kızgın çöllerden kutup bölgelerine, yüksek dağlardan deniz suyuyla ıslanan kayalıklara kadar dünyanın hemen her yerinde gelişebilen yaklaşık 20.000 liken türü vardır. Ürettikleri özel liken bileşikleri, geliştirdikleri çeşitli fizyolojik uyumlar onların en ekstrem çevre koşullarına bile rahatlıkla uymalarını sağlamaktadır. Son derece kozmopolit türlerin yanında substrat ve habitat seçicilikleri yüksek türler de vardır. Örneğin Aspicilia calcarea kalkerli substratları tercih ederken, Rhizocarpon geographicum her zaman silisli kayalar üzerinde gelişir. Calicium türlerini ise yaşlı orman ağaçları üzerinde bulmak mümkündür.

Likenler, binlerce yıldan bu yana ilâç, boya ve besin kaynağı olarak sıkça başvurulmuş bir gruptur. Likenin mantarının ürettiği özel liken bileşikleri, onların değişik amaçlarla kullanılmalarını sağlamaktadır. Kullanım alanlarının başında tıbbî amaçlar gelmektedir. Halen Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu’da bir çok liken türünden yararlanılmaktadır. Örneğin bir çok Avrupa ülkesinde göğüs yumuşatıcı ve boğaz pastilleri gibi preparatlarda liken maddeleri kullanılmaktadır. Ayrıca likenler öğütülerek, bir çok baharata dolgu maddesi olarak da katılmaktadır. Parfümeride kokuların kalıcı hale getirilmesinde de likenler yaygın olarak kullanılmakta ise de, Türkiye’de bu tip bir kullanım alanı yoktur.

Uzakdoğu, Kuzey Amerika ve kıtlık dönemlerinde de olsa, Avrupa’da besin amaçlı tüketimine ilişkin bilgiler bulunmaktadır Kıtlık yıllarında una karıştırılarak ekmek yapımında kullanılan manna grubuna ait likenler (Aspicilia cinsinin genellikle toprak üzerinde serbest yaşayan türleri), Türkiye’de İç ve Doğu Anadolu’da toprak üzerinde oldukça yaygındır. Kutsal kitaplarda kudret helvası olarak isimlendirilen ve gökten yağdığı belirtilen manna likeninin Türkiye’deki kullanımına ilişkin bir veri elde edilememiştir. Ayrıca bir çok kaynakta likenlerin sıcak suyla ıslatılarak, liken bileşiklerinden gelen acı tadı giderildikten sonra yiyecek olarak kullanıldığı bildirilmektedir.

Ayrıca likenler, ilkel kabileler tarafından büyücülerin giysilerinde aksesuar olarak kullanılmıştır. Günümüzde ise mimarlar ve şehir plancılarının maketlerinde ve kuru çiçeklerle yapılan süslemelerde yaygın olarak kullanılmaktadır. Son yıllarda Türkiye’de de bu tür amaçlar için kurutulmuş likenler satılmaktadır.

Türkiye’de likenlerin besin ve ilâç kaynağı gibi ekonomik kullanımına ilişkin bir kayıt bulunmamaktadır. Arazi çalışmaları sırasında yapılan görüşmelerde de bu konuda herhangi bir veri elde edilememiştir. Halk arasında likenler genellikle yosun ya da kaya yosunu olarak isimlendirilmektedir. Anadolu’nun her yanında kırsal bölgelerde çocukların kabuksu liken türlerini ıslatarak ellerine kına yaktıkları anlatılmaktadır. Bu rengin kalıcı olmadığı, halk arasında şeytan kınası ya da yalancı kına olarak adlandırıldığı tesbit edilmiştir. Doğu Karadeniz Bölgesi’nde ise çocukların kuru liken tallusunu kıydıktan sonra gazete kâğıdına sararak sigara yerine içmeye çalıştıkları, ancak tadının çok kötü olduğu söylenmektedir

(2) Mevcut Durum
Türkiye’de bugüne kadar bulunan liken türlerinin tamamı, Ascomycota sınıfına aittir. Büyük bir hızla yenileri eklenmekle birlikte, halen ülkemizde yayılış gösterdiği tesbit edilen yaklaşık 1000 liken türü bulunmakta, gelecekte yapılacak daha yaygın çalışmalarla bu sayının iki katına çıkması umulmaktadır.

Acarospora, Aspicilia, Caloplaca, Candelariella, Cladonia, Evernia, Melanelia, Neofuscelia, Parmelia, Peltigera, Physcia, Physconia, Ramalina, Rinodina, Rhizocarpon, Xanthoparmelia, Xanthoria gibi büyük cinsler ülkemizde de çok sayıda türle ve yaygın olarak temsil edilmektedir.

Türkiye likenleri 18. Yüzyıl’ın başından bu yana çeşitli araştırıcıların eserlerinde yer almıştır. Bu yıllardaki çalışmalar daha çok manna yağmuru ile ilgilidir. Gökten yağdığına ve kutsal olduğuna inanılan Aspicilia esculenta türünün bulunuşu ile ilgili bu çalışmaların ardından, aynı yıllardaki diğer floristik çalışmalarda da olduğu gibi İstanbul ve çevresinin liken türlerini listeleyen çalışmalara rastlanır. 19. Yüzyıl’dan itibaren, Anadolu’da ve Mezopotamya gibi yakın bölgelerde floristik çalışmalar yapmış araştırıcıların topladığı likenlerin Avrupa’daki liken spesiyalistleri tarafından tâyin edilmesiyle hazırlanan listeler yayınlanmıştır. Bunlar Ağrı Dağı, Erciyes Dağı, Burgaz Adası gibi belli bölgelerde yayılış gösteren likenleri konu almaktadır. Ayrıca çeşitli floristik gezilerin ardından yine aynı yöntemle hazırlanıp yayınlanan çok sayıda tür listesi vardır.

Türk araştırıcıların likenlere yönelik ilgisi, 1966 Yılı’nda Karamanoğlu ve Yaltırık tarafından yapılan iki çalışma ile başlamıştır Ege Üniversitesi’nde 1982’de başlatılıp sürdürülen floristik çalışmalar günümüze kadar giderek artan bir ilgi ile devam etmiş olup, Türkiye’nin her yerinden bir çok araştırıcının katılması ile Türkiye Liken Florası’nın yazılmasına ilişkin önemli adımlar atılmıştır.
19. Yüzyıl’ın ortalarından 1995’e kadar yapılan çalışmalar, son yirmi yılda Türkiye likenleri konusunda bir çok çalışması olan Dr. Volker John tarafından derlenmiş ve iki kitapçık halinde yayınlanmıştır.
Son dönemde yapılan çok sayıdaki çalışmada, Türkiye liken florasını belirleme amacına yönelik sonuçlar elde edilmeye başlanmıştır. Amanos Dağları, Akdeniz Bölgesi Trakya Bölgesi, Trabzon, Artvin, Erzurum, Kars Çangal Dağı, Sinop, Batı Karadeniz Bölgesi ve Kapadokya’da yapılan araştırmalar, bu çalışmalardan bazılarıdır.

Türkiye likenlerine ilişkin veriler, hemen hemen her bölgede yapılan floristik çalışmalarla sürekli olarak çoğalmaktadır. Anadolu (ANES), Uludağ (BULU), Ankara (ANK) Üniversitesi ile Karadeniz Teknik Üniversitesi (KATU)’nin herbaryumlarında küçümsenmeyecek miktarda örnek içeren liken kolleksiyonları bulunmaktadır.

Floristik çalışmalar, Anadolu, Uludağ, Ankara, Atatürk, Akdeniz, Marmara, Ege, Erciyes üniversiteleri ile Karadeniz Teknik Üniversitesi’ndeki araştırmacılar tarafından yürütülmektedir. Doktorasını likenler üzerinde tamamlamış dokuz, yüksek lisans ve doktora çalışmaları süren yirmi civarında araştırıcı vardır.

Bölgelere göre özetlemek gerekirse; Trakya, Ege, Akdeniz, İç Anadolu, Marmara, Karadeniz, Doğu Anadolu bölgelerinde son yıllarda doktora ve yüksek lisans tezlerinin yanında, tamamlanmış bir çok araştırma projesi bulunmaktadır. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin büyük bir kısmında son yıllarda yapılmış herhangi bir çalışma yoktur. Bölgede yer alan Urfa, Diyarbakır, Batman illerindeki liken kayıtlarının çoğu 1900’lü yılların başlarına ait olup, yetersiz lokalite kayıtlarına sahiptir.

Floristik çalışmaların yanında Eskişehir, Bilecik, Bursa, Trabzon illerinde gelişen likenlerin hava kirliliğine bağlı olarak dağılımı ile ilgili çalışmalar da yayınlanmıştır. Likenlerin kimyasal içeriklerinin kemotaksonomik veya yapı aydınlatması amaçlarına yönelik belirlenmesi ya da antimikrobiyal aktiviteleri gibi çok değişik alanlara yönelik çalışmalar da vardır. Bu çalışmalar, Ankara ve Ege üniversitelerindeki araştırıcılar tarafından, zaman zaman yurt dışındaki araştırıcılarla da işbirliği yapılarak yürütülmektedir.

Ayrıca liken maddelerinin izole edilip antimikrobiyal ve sitotoksik etkilerinin gözlenmesine dayanan çalışmalar, Anadolu Üniversitesi’nde biyolog ve kimyacılardan meydana gelen bir grup tarafından sürdürülmektedir. Atatürk Üniversitesi’nde ise likenlerden elde edilen ekstrelerin antimikrobiyal, antiinflamatuar ve antioksidant etkileri üzerinde çalışmalar sürdüren bir grup vardır.

(3) Karşılaşılan Darboğazlar
Türkiye likenleri ile ilgili olarak yapılacak her türlü çalışmada en önemli sorun, yazılı bir floranın olmayışıdır. Bir ülkenin florasının yazılabilmesi için gerekli çalışma basamaklarından ilki olan floristik çalışmalar hızla sürdürülmektedir. Bu aşamada genel olarak bitki tâyinine dayalı klasik floristik çalışmaların modası geçmiş bir yöntem olduğu inancı, yeni araştırıcıların konuya yönelmesini engellemektedir. Her araştırma kuruluşunda konuya özel kitapların ve diğer basılı kaynakların bulunmayışı, tamamı yabancı dildeki bu yayınlara ulaşmadaki güçlük, karşılaştırma materyali sıkıntısı ve arazi çalışmalarının çok zaman alışı gibi sebepler de genç araştırıcıların konuya daha az ilgi duymasına yol açmaktadır. Bu aşamayla ilgili diğer eksiklik halen araştırmaya ihtiyaç duyan illerin bulunuşudur. Örneğin Hakkâri ve Tunceli illerinde hiç liken türü kaydedilmemiş olup; Denizli, Amasya, Uşak, Ağrı, Burdur, Kilis gibi illerden ise çok az liken kaydı vardır.
Floranın yazımı için tamamlanması gereken aşamalardan biri de, revizyon çalışmalarıdır. Ancak Türkiye’de henüz böyle bir çalışma yoktur. Bu tip çalışmalarda araştırma uzun sürmekte, yurt dışındaki herbaryumlarla ve araştırıcılarla uzun süreli işbirliğine ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca likenlerin ürettiği özel liken bileşiklerinin sınıflandırmada önem taşıması, kemotaksonomik çalışmaları gerekli kılmakta, bazı durumlarda moleküler yöntemlere de başvurulması gerekmekte, bütün bunlar, disiplinlerarası çalışmaları zorunlu hale getirmektedir.
Bu çalışmaların, yazım aşamasına gelindiğinde gerekli olan ekip çalışmasının altyapısı, 1998 Yılı’nda kurulan Türk Liken Topluluğu tarafından sağlanmaktadır. Bu topluluğun yıllık toplantılarında üyeler, likenlerle ilgili yapılabilecek çalışmalar konusunda düzenli olarak fikir ve bilgi alışverişinde bulunmaktadır. Ayrıca topluluğun bünyesinde meydana getirilen literatür alışveriş sistemi ile üyeler, kaynakları paylaşabilmektedir. Bu araştırıcılar internet ortamında ve gerektiğinde ziyaretler yoluyla birbirlerini desteklemektedir. Bu sebeple, önümüzdeki yıllarda gerekli malî kaynaklar sağlanarak flora yazım aşamasına gelindiğinde, zaten işbirliği içinde olan büyük bir grubun katkısı sağlanmış olacaktır.

Türkiye liken florasının bir an önce yazılması gerekmektedir. Bunun için, çok sayıda genç araştırıcının desteklenerek konuya ilgisinin çekilmesi, bu tip çalışmaların sadece üniversitelerin bünyesinde kalması yerine, kurulacak yöresel ve ulusal herbaryumlar gibi araştırma kuruluşlarında desteklenmesi gerekir. Böylece belli canlı gruplarında uzman olan ve bütün zamanını bu işe harcayan çok sayıda araştırıcı yetiştirilmiş olacaktır.

TÜBİTAK tarafından desteklenen Türkiye Likenleri Veritabanı Projesi’nin, sürekli veri girişi sağlanarak ilerideki yıllarda sürdürülmesi gerekir.

Son yıllarda likenlerin sadece hava kirliliğinin değil, bir çok çevre koşulunun indikatörü olabileceği ortaya konulmuştur. Bu konuda Avrupa Birliği’nin desteği ile bütün Avrupa’da yürütülen çalışmalar vardır. Türkiye’de de iklim koşullarına bağlı olarak ormansızlaşma, gübreleme, yerleşim alanlarının artışı gibi güncel çevre sorunları ile likenlerin yayılışı arasında bağlantılar kurmaya yönelik çalışmalar ihtiyaç duyulmaktadır.

Liken florası belirlenip ekonomik kullanım alanlarına yönelik çalışmalar yoğunlaştıkça, bir takım sorunlar ortaya çıkacaktır. Örneğin parfümeri ve ilâç sanayiinde kullanıldığı bilinen Evernia, Pseudevernia, Ramalina gibi cinslere ait liken türlerinin toplanıp pazarlanması söz konusu olduğunda, bu likenlerin hasatının belli bir program çerçevesinde yapılması gerekir. Bu planlama, likenler gibi yılda en fazla 0,5-1 cm. büyüyen bir grupta büyük önem taşır. Oysa bu konuda Türkiye’de yapılmış her hangi bir fitososyolojik çalışma da bulunmamaktadır. Bazı ülkelerde plansız hasat sebebiyle türlerin yayılış alanlarının kaybolduğu bildirilmektedir.

Liken bileşikleri ile ilgili çalışmalarda, bunların pestisit olarak kullanılmasının da mümkün olduğu görülmüştür. Doğal bileşiklerin bu amaçla kullanılmasının çevre kirliliği açısından yararları tartışılmaz. Türkiye’de de liken bileşiklerinin tanımlanması ve bunlardan çeşitli alanlarda yararlanma konusundaki çalışmalara ağırlık verilmelidir.

d. Boynuzlu Ciğerotları, Ciğerotları ve Karayosunları

(1) Giriş

Bryophyta bölümünün kapsamının, boynuzlu ciğerotları (ANTHOCEROTOPHYTA), ciğerotları (HEPATICOPHYTA) ve yapraklı karayosunlarını (BRYOPHYTA) içine alacak şekilde geniş tutulması, günümüz sistematiğinde hemen hemen anlamını yitirmiş bir gelenek olmakla beraber, bu üç bitki grubunun ortak bir isimle Biryofitler olarak anılması, yerleşik bir hal almıştır. Metnin ilerleyen kısımlarında, aksi belirtilmedikçe, biryofit tanımının geçtiği her yerde yakın ilişkili bu üç grup birlikte anılmış olacaktır.

Biryofitler, gerçek bitkilerin en ilkel gruplarıdır. Tam anlamıyla gelişmemiş son derece ilkel iletim dokuları (leptoid ve hidroidler) ve yeterince indirgenmemiş gametofit soyları (hâkimiyetini hissettirir durumdadır), diğer gelişmiş bitki gruplarından (eğreltiler, çiçekli bitkiler) ayırt edilmelerini sağlayan özelliklerinden bazılarıdır.

Verimli bir iletim sisteminin bulunmayışının bir sonucu olarak, bazıları santimle ifade edilen boyutlara sahiptirler. Oldukça yavaş büyüyen bu bitki grubunun yaşam süresi, boyutlarının aksine oldukça iddialı tahminlere (1000 yıl vb.) konu olmuştur (During, 1979). Bu aşırı sayılabilecek tahminleri bir kenara bırakıldığında, biryofitler içinde efemeral (bir kaç hafta yaşayanlar), annual, pausiennial (5 yıl veya az yaşayanlar), pluriennial (5-10 yıl arası yaşayanlar) ve perennial çok sayıda tür bulunmaktadır. Özellikle bir kaç yıldan fazla ömre sahip olanların büyümelerinin kural olarak daha uzun bir zamana yayılmış olması, çevresel bazı sorunlarla karşılaştıklarında, eski hallerine dönüş için uzun bir süreye ihtiyaç duymaları sonucunu doğurmaktadır.

Çok çeşitli yaşam formlarına (yumaksı, yastıksı, saçaksı, asılıcı vb.) ve stratejilerine (kaçıcı, çok yıllık kalıcı, mekik, kolonist vb.) sahip olan biryofitler, aynı zamanda çok büyük çeşitlilikte organizmaların ya doğrudan, ya da dolaylı yaşam alanlarıdır. Bu organizma çeşitliliği bazı bilimcilerin “moss fauna” konulu araştırmalarına kaynak olmuştur. Bir çok böcek türünün bulunduğu Mecoptera ordosundan bazı türlerin, yaşamlarının bir kısmını biryofit kolonileri içinde geçirdiği bilinmektedir. İncelen her koloninin içinde oldukça yüksek sayıda farklı böcek türlerine ait yumurta veya koza kalıntılarına rastlamak mümkündür. Bazı kuş türlerinin yuvalarını yaparken biryofitlerin sağladığı yumuşaklıktan yararlandıkları da gözlenmiştir. Mikroorganizmalar açısından da oldukça büyük bir çeşitliliği barındırırlar. Bir çok biryofit türünün bireylerinin yaprakları arasında siyanobakteri kolonileri, Actinomycetes türleri ve diğer bir çok mikroorganizmanın bulunduğu, bazen doğrudan gözlemle, bazen de bu organizmaların ürettiği kimyasalların kokularıyla (geosmin vb.) kolayca anlaşılabilir. Mikroorganizmalar ve biryofitler arasındaki ilişkiler, son yıllarda giderek ilginin arttığı bir bilim alanı olarak gelişmektedir ve bu ilişkilerin çeşitliliğinde artış beklemek, normal sayılmalıdır. Sadece askuslu mantarların 300 dolayında türünün biryofilik olarak yaşadığı rapor edilmiştir. Biryofitler aynı zamanda mükemmel tohum koruyuculardır. Özellikle kurakçıl ortamlarda, üzerlerine düşen tohumların çimlenme ve fidenin yaşama şansının artmasında etkindirler.

Biryofitler insan yaşamındaki yerini çok eski çağlarda almıştır. Ando ve Matsuo’ya (1984) göre, Linneaeus, Laponya’ya yaptığı bir seyahat esnasında karayosunları doldurularak yapılmış bir yatakta yatmıştır. Daha sonradan bu karayosunu cinsine “uyku” anlamına gelen Hypnum adı verilmiştir. Amerikan yerlilerinin şiddetli baş ağrılarına karşı çeşitli Mnium türlerinden elde edilen lâpaları alınlarına sürerek kullandıkları da bilinmektedir. Yakın tarihlerde, 1. Dünya Savaşı’nda Sphagnum türlerinden yapılan milyonlarca cerrahî sargı kullanılmış, fakat pamuğun beyaz rengi ve kolay üretimi bu uygulamanın sonunu getirmiştir. Bazı kuzey ülkelerinde biryofitlerin meydana getirdiği turba, ön işlemlerle kurutularak tuğlalar haline getirilip, ısınma amacıyla kullanılmaktadır. Türkiye’de de turbalık bazı alanlara yakın köylerde benzer kullanıma sık rastlanır. 1980 rakamlarına göre turbaların yakıt olarak kullanılma potansiyeli, bilinen doğal gaz rezervlerinin yarısına eşittir. Bu noktada, söz edilen kullanımın, geri dönüşü olmayan doğa tahribine yol açtığını belirtmekte de yarar vardır.

Günümüzde biryofit türlerinin en yaygın kullanımı, bahçecilik çalışmalarında ortaya çıkmaktadır. Nem tutabilen yumuşak yapıları, çelikleme ve benzeri işlemlerdeki kaçınılmaz rolleri, bütün ülkelerde biryofit türlerinin doğadan hasat edilmesi sonucu doğurmuş ve bu uygulama da, çok sayıda benzer doğa tahribi konusundan biri olarak ortaya çıkmıştır.

Biryofit türleri kuzey enlemlerinde tundra vejetasyonunun en belirgin türlerindendir. Yapılan hesaplamalarda, kuzey turbiyerlerinde permafrost topraklarda saklı tutulan karbonun tropiklerdekinin iki katı kadar olduğu, bu karbonun küresel ısınma sonucu açığa çıkması halinde atmosferik CO2 seviyesinde % 50 kadar artışa sebep olarak, sorunu bir faciaya dönüştürebileceği tahmin edilmiştir.

(2) Mevcut Durum

Türkiye biryofitleri ile ilgili ilk çalışmalar, 19 Yüzyıl’ın ikinci çeyreğinin ardından başlamış olup, günümüzde de devam etmektedir. Özellikle son 20 yıldır bu alanda önemli sayıda Türk botanikçisi yetişmiş ve çalışmalarıyla biryofitik zenginliğinin ortaya çıkarılmasına önemli katkılar yapmışlardır. Türkiye’de biryofitler üzerine çalışan özgün bir enstitü henüz kurulmamış olmakla beraber, çeşitli illerde bulunan üniversitelerde (Ankara, Aydın, Çanakkale, Çankırı, Eskişehir, İzmir, Zonguldak vd.) konu üzerinde çalışan, çeşitli akademik seviyelerde, yirmi dolayında biryofit uzmanı görev yapmaktadır. Konuya ilgi duyanların sayısındaki sürekli artış, gelecek için umut vericidir.

1829 Yılı’ndan bugüne kadar, Türkiye biryofitleri ile ilgili 200’ün üzerinde çalışma yayınlanmıştır. Bu çalışmaların sonunda, 2004 başı kayıtlarına göre Türkiye’de 3 Anthocerotophyta, 163 Hepaticophyta ve 721 Bryophyta taksonunun yayılış gösterdiği belirlenmiştir. Verilen rakam, Türkiye biryofit florasının son rakamlarını değil, ulaşılan seviyeyi ifade etmektedir. Aynı zamanda, farklı bilim adamlarının, taksonların statüsü bağlamındaki farklı görüşlerine bağlı olarak küçük değişiklikler de görülebilir. Araştırılan alanlar, bütünüyle dikkate alındığında, henüz Türkiye’nin çok küçük bir yüzeyinin floristik olarak derinliğine incelendiğini söylemek gerekir. Dolayısıyla, Türkiye’de yayılış gösteren toplam biryofit sayısı, burada belirtilenden daha yüksek olacaktır.

Türkiye biryofitlerine biraz daha yakından bakıldığında, boynuzlu ciğerotlarının iki cins (Anthoceros ve Phaeoceros) altında 3 türle temsil edildiğini, ciğerotlarının 23’ü monotipik olan 58 cins altında 163 takson’a sahip olduğu görülebilir. Bütün biryofitler içinde en gelişmiş grup olarak bilinen karayosunlarının Türkiye’ de yayılış gösteren 721 taksonu ise 52’si monotipik,165 cins altında toplanmaktadır.

Karayosunları arasında ise sayısal durumun diğer gruplara göre daha yüksek seviyelerde seyretmesi sebebiyle 10 ve 10’dan fazla takson içeren cinsler ele alındığında; en yüksek sayıda takson içeren cinsin Bryum (47) cinsi olduğu, bu cinsi Grimmia (29), Orthotrichum (29) ve Syntrichia (27) cinslerinin izlediği görülmektedir. Daha eski literatürde Syntrichia cinsinin bütün taksonlarının Tortula cinsi içinde değerlendirilmesi sebebiyle, birbiriyle yakın ilişkili olan bu iki cinsin toplam takson sayısının 40 olduğunu belirtmekte yarar vardır.

Türkiye biryofit çeşitliliğinin ortalama bir Akdeniz ülkesinden daha yüksek olacağını beklemek için bazı haklı gerekçeler vardır. Türkiye’deki çiçekli bitki çeşitliliğinin hemen hemen kıtasal boyut kazanmasına sebep olan faktörler kompleksi, aynı zamanda biryofitler için de söz konusudur. Avrupa-Sibirya floristik bölgesi Avrupa’da yayılış gösteren bir çok taksona mekân olmaktadır. Akdeniz kıyı kesimi de, Avrupa Kıtası’nın Akdeniz Kıyısı alanlarının taksonları için büyük boyutta ortam zenginliği ve buna bağlı olarak kserofitik biryofitler için zengin bir kaynak olma potansiyeli göstermektedir. İran - Turan floristik bölgesi de, biyoçeşitlilik açısından benzeri özellikleri taşımaktadır. Meselâ, Crossidium cinsinin Türkiye’de bugüne kadar tesbit edilmiş tek bir türü olmasına rağmen, Avrupa ve Doğu Akdeniz ülkeleriyle beraber bazı Arap yarımadası ülkelerinde bulunduğu bilinen daha başka türlerinin, Türkiye’de de tesbit edilmesini beklemek gerçekçi olacaktır. Bütün dünyada 11 türle temsil edilen, böylesine küçük sayılabilecek bir cinste dahi Türkiye’nin potansiyelini görmek, ileride yazılacak “Türkiye Biryofit Florasının” ne kadar zengin olabileceği konusunda fikir verebilir.

(3) Karşılaşılan Darboğazlar

Geniş bir yüzölçümüne sahip olan Türkiye’nin, çok büyük bir habitat ve bitki türü çeşitliliğine sahip olmasına rağmen yeterli sayıda aktif “Bryolog”unun bulunmayışı, en temel sorunlardan biridir. Buna ek olarak, kapsamlı araştırma projelerinin finansmanı konusunda zaman zaman karşılaşılaşılan sıkıntılar, biryofit türlerini ve bunların ticarî, tıbbî veya benzeri uygulama alanlarındaki potansiyelini belirleme girişimlerine bir çeşit engel teşkil etmektedir. Türkiye’nin özellikle batı kesimlerinde devam etmekte olan hasat ve bunu takiben ihracat çalışmaları, şimdiye kadar yeterince ele alınıp, bir programa ya da düzenlemeye kavuşturulmuş değildir. Floristik çalışmaların son yıllarda artmış olmasına rağmen henüz ülke florasının tamamlanması söz konusu olmadığından, Türkiye’nin sahibi olduğu türlerin taşıdığı riskler hakkında nitelikli bir bilgi yoktur.

Önümüzdeki yıllarda üzerinde önemle durulması gereken konulardan biri de, floranın ortaya konmasıyla eş zamanlı olarak hasat kapsamında Türkiye’deki habitatların potansiyeli ve girebileceği risklerin belirlenmesi olacaktır. Bu konuda bir düzenleme yapılamaz veya program geliştirilemezse, daha varlığı bilimsel olarak ortaya konmadan bazı biryoft türlerinin kaybolma tehlikesi vardır.

e. Eğreltiler

“Türkiye Florası” adlı eserin 1. cildinde işlenen bu bitki grubu, bundan evvelki tohumsuz bitki gruplarına göre, daha az sayıda taksona (yaklaşık 100) sahip olup, daha iyi bilinmektedir. Eğreltiler, Türkiye’nin çok kurak kesimleri hariç, daha çok nemli yerlerde yaygın olan bitkilerdir. Daha ziyade, orman altları ile Karadeniz ve Marmara bölgelerinde ormanların tahrip edildikleri yerlerde çok görülen eğreltiler, ormanlık sahalar dışında, özellikle kurak bölgelerde, nemli kaya çatlakları ile gölgelik yerlerde bulunurlar.

Eğreltilerin bir kısmı olan Atkuyrukları (Equisetales), daha çok akarsu ve su birikintilerinin kenarlarına yerleşmiş bitkiler olup, Türkiye’de 8 türü mevcuttur.

Kibrit otları (Lycopodiales)’nın 6 türü ülkede yetişmekte olup, bunların hepsi Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yayılış gösterirler.

Hakikî eğreltiler (Filicales) ise, 26 cins ve 78 civarında tür sayısı ile Türkiye’de yetişen en büyük eğrelti grubudur. Bunların dışında 10 adet hibrid tür de bulunmaktadır. Bu gruba giren türler, çoğunlukla Karadeniz ve Marmara bölgelerinde bulunmakla birlikte, diğer bölgelerde de nisbeten nemli ortamlarda yetişebilmektedir. Daha çok Orta ve Doğu Karadeniz bölgelerinde yaygın olarak yetişen bir eğrelti türü olan ve Erkek Eğrelti Otu (Dryopteris filix-mas)’nun toprak altı gövdelerinin, kurt düşürücü etkisi bulunmaktadır.

Bilimsel adı Selaginellales olan bir diğer eğrelti grubundan, Türkiye’de 2 cins ve bunlara ait 5 tür bulunmaktadır.

f. Tohumlu Bitkiler

(1) Giriş

Tohumlu bitkiler, Türkiye’de yetişen taksonları, bunların yayılış ve yetişme ortamları en iyi bilinen bitki grubudur. Bitkiler âleminin en gelişmiş grubu kabul edilirler. Türkiye’de yetişen tohumlu bitki türü sayısı, yaklaşık olarak 9500 civarındadır. Takson bazında bu sayı, son yıllarda 11.000’e yaklaşmaktadır. Bu tür zenginliği, komşu ülkelerde olmadığı gibi, hiç bir Avrupa ülkesinde de bulunmamaktadır. Bu zengin florada, yaklaşık 3000 civarında endemik tür bulunması ve ılıman kuşak ülkeleri arasında, endemik tür açısından zengin ülkelerinden biri olması, Türkiye’ye ayrı bir önem kazandırmaktadır. Türkiye florası içinde bütün tohumlu bitki gruplarına ait türler yaşamakta olup, bunlar ülkedeki flora ve vejetasyonun en önemli bitki grubunu meydana getirirler.

(2) Mevcut Durum

aa. Açık ve Çıplak Tohumlu Bitkiler (Gymnospermae)

Tohumlarının etrafında meyva teşekkülü olmadığı için bu isimle anılan bitkiler, tür sayıları az olmakla birlikte, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de geniş alanlar kaplar ve ormanların büyük bir kısmını meydana getirirler. Çiçekli bitkilerin (Angiosperm’lerin) hızlı bir şekilde yaygınlaşmaları sonucu, gerek kapladıkları alan ve gerekse tür sayısı açılarından bütün dünyada gerilemeye başlayan bu bitki grubunun türlerinden büyük bir kısmı, jeolojik devirler içinde yaşanan olumsuz ekolojik şartlara uyum gösteremedikleri için dünya yüzünden silinip gitmişlerdir. Zamanımızda bazı Gymnosperm ordoları ancak fosil formlardan bilinmektedir. Eskiden 10.000’e yakın türü olduğu bilinen Gymnosperm’lerin dünyada halen bulunan tür sayısı, 800 civarındadır.

Gymnosperm’lerin Türkiye’de en zengin cins ve türle temsil edilen, aynı zamanda en geniş bitki toplulukları olan iğne yapraklı veya ibreli ormanları meydana getiren familyası, Pinaceae (Çamgiller)’dir. Bu familyanın 4 cinsi (Pinus, Abies, Cedrus, Picea) Türkiye’de doğal olarak yetişmektedir. Cupressaceae (Selvigiller) familyasının iki alt familyası (Cupressoideae ve Juniperoideae) ve bunların da birer cinsi (Cupressus ve Juniperus) bulunmaktadır. Bu familyaların hemen hepsine ait türler ormanlık sahalarda yetiştikleri halde, Ephedraceae (Denizüzümügiller) familyasına ait bitkiler daha çok step alanlarda yayılış gösterirler.

Bu bitki grubu içinde en zengin türe sahip cins Ardıç (Juniperus) olup, bu cinsin 8 türü Türkiye’de doğal olarak yetişmektedir. İkinci sırayı, 5 tür ile Çam (Pinus) cinsi almaktadır. Göknar (Abies)’ın ise 2 türü ve bunlara ait 5 alt türü bulunur. Lâdin (Picea), Porsuk (Taxus), Selvi (Cupressus) ve Sedir (Cedrus) cinsleri ise Türkiye’de tek tür ile temsil edilirler.

Gymnosperm’lerden olmakla birlikte, çeşitli özellikleri bakımından onlarla çiçekli bitkiler arasında bir geçiş formu olan ve bu sebeple evrimsel bakımdan ileri Gymnosperm cinslerinden biri olan Deniz Üzümü’nün (Ephedra) Türkiye’de 3 türü yetişmektedir. Yetişme şekli bakımından kısa boylu bir çalı olan bu cinsin türleri, step alanları içindeki taşlık ve kayalık yerlerde bulunur ve tıbbî açıdan önemli olan bitkilerdir.

Çalı formunda olan Ephedra türleri dışında, Türkiye’de saf ve karışık ormanlar meydana getiren, yurt güzelliği yanında, ekolojik ve ekonomik açıdan önemli olan Gymnosperm türleri hakkında, ekolojik çeşitlilik (orman) bölümünde daha ayrıntılı bilgiler verilmiştir.

bb. Kapalı Tohumlu veya Çiçekli Bitkiler (Angiospermae)

Zamanımızda tür sayısı bakımından dünyanın en zengin bitki grubu olan çiçekli bitkiler, dünya vejetasyonunda da egemen bir rol oynarlar. Çiçekli bitkiler, bu özelliklerini Türkiye’de de devam ettirirler. Çiçekli bitkiler, Gymnosperm’ler ile birlikte, Türkiye bitkilerinin en iyi bilinen grubu olmakla beraber, ülkenin batı yarısı, doğu yarısına göre, floristik açıdan daha iyi incelenmiştir. Gerek flora ve gerekse bitki sosyolojisi ve ekolojisi araştırmalarının çoğu, eski üniversitelerin bu kesimde yer almasının da etkisiyle, çoğunlukla Batı Anadolu’da yapılmıştır. Anadolu’nun doğusu, her ne kadar geçen yüzyıl içinde Avrupalı botanikçilerin, zamanımızda da onlarla birlikte yerli botanikçilerin dikkatlerini çekecek derecede ilginç olmaya devam etmekte ve bazı araştırmalar yapılmakta ise de, bu bölgenin flora ve vejetasyonu konusundaki bilgiler hayli eksiktir. Bir yandan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde kurulan yeni üniversitelerde yetişen botanikçilerin kendi yörelerinde yapacakları araştırmalar, diğer yandan da hayli masraflı olan bu tip araştırmaları şimdiye kadar destekleyen TÜBİTAK’ın, 1986 Yılı’ndan itibaren bu bölgelerde yapılacak floristik araştırmaları destekleme gibi bir ilke kararı alması, bundan sonra bu konularda yapılacak araştırmaların büyük bir kısmının, Türkiye’nin doğu yarısında yaygınlaşması sonucunu doğuracaktır.

Türkiye’de yetişen çiçekli bitki türleri 145 familya içinde toplanmıştır. Bu familyalar arasında tür sayısı bakımından en zengin familya Compositae (Toplu çiçekgiller)’dir. Leguminosae (Baklagiller) ikinci, Gramineae (Buğdaygiller) ise üçüncü sırayı almaktadır. Bunlardan ilk ikisi, Türkiye Florası’nın 5. ve 3. Ciltlerinin tamamını oluşturur. Gramineae familyası ise 9. cildin büyük bir kısmını meydana getirir. Bu familyalar dışında tür sayısı bakımından zengin diğer familyalar ise şunlardır: Scrophulariaceae (Sıracıotugiller), Caryophllaceae (Karanfilgiller), Boraginaceae (Hodangiller), Cruciferae (Turpgiller), Labiatae (Ballıbabagiller), Rosaceae (Gülgiller), Umbelliferae (Maydanozgiller), Campanulaceae (Çançiçeğigiller), Rubiaceae (Kökboyasıgiller)’dir. Bu sayılan familyaların hepsi, çiçekli bitkilerin çift çenekli grubuna ait familyalardır. Daha önce belirtilen Gramineae familyası ile birlikte, çiçekli bitkilerin tek çenekli grubundan zengin tür sayısına sahip bazı familyalar ise şunlardır: Liliaceae (Zambakgiller), Iridaceae (Süsengiller), Orchidaceae (Salepgiller), Cyperaceae (Papirusgiller) ve Juncaceae (Hasırotugiller).

Cins sayısı açısından önemli familyalar: Gramineae (140), Compositae (133), Umbelliferae (99), Cruciferae (85) Leguminosae (69) Boraginaceae (34), Caryophyllaceae (32), Liliaceae (35), Rosaceae (35).

Tür sayısı bakımından zengin familyalar: Compositae (1160), Leguminosae (980), Labiatae (550), Cruciferae (515), Gramineae (515), Caryophyllaceae (470), Scrophulariaceae (465), Umbelliferae (420), Liliaceae (400) ve Boraginaceae (305)

Çiçekli bitki familyalarına ait türler arasında en zengin bitki coğrafyası elemanları İran-Turan kökenli olanlarıdır. Akdeniz kökenliler ikinci, Avrupa-Sibirya kökenli olanlar ise üçüncü ve son sırayı alırlar.

Türkiye’de en çok türe sahip olan cins, Leguminosae familyasından, halk arasında genel olarak Geven diye bilinen, Astragalus’tur. Bu cinsin Türkiye’de yetişen tür sayısı, Flora’da 375 olarak gösterilmekte ise de, 3. cildin yayınlandığı 1970 Yılı’ndan sonraki yayınlarda tanımlanan yeni türler ile bu sayı 440’a ulaşmış olup, 450’ye doğru hızla yaklaşmaktadır. Türkiye’de yetişen geven türleri, yaprak orta damarlarının dikenli ve dikensiz olmasına göre iki ana gruba ayrılırlar. Geven adı daha çok yaprakları dikenli olanlara verilmektedir. Dikenli yapraklı olanlarından bazı türlerden kitre zamkı denen bir madde elde edilmekte ve bu madde hem tekstil ve gıda endüstrilerinde, hem de ilâç sanayiinde kullanılmaktadır. Bir kaç dikenli türden bu madde çıkarılmakla birlikte, en makbul ürün A. microcephalus türünden elde edilmektedir. Bu tür, Orta ve Doğu Anadolu bölgeleri ile bunların komşu oldukları bölgelerde yaygın olarak yetişir. Bu bitki ile birlikte diğer bazı dikenli geven türleri, hayvan yeminin kıt olduğu senelerde, hayvan besini olarak da kullanılmaktadır. Dikensiz gevenlerden bazıları ise mer’a bitkisi olarak önemlidir. Güzel ve gösterişli çiçeklere sahip bazı dikensiz geven türlerinin, gelecekte süs bitkisi olarak da kullanılacağı tahmin edilmektedir. Diğer taraftan, uzun ve yaygın kök sistemine sahip çoğu Astragalus türlerinin, özellikle dikenli olanların, yastık şeklinde gövdelere sahip olmaları ile erozyon önleyici özelliklerinin olması, gelecekte bu amaçla da kullanılmalarını gerektirecektir. Bu cins, Türkiye’de çok yaygın olarak yetişmekte olup, çoğu türleri step ve yüksek dağ stepleri gibi, ağaçsız alanlarda görülmekle birlikte, orman açıklıklarında yetişen türleri de vardır.

Sığırkuyruğu adı ile bilinen Verbascum cinsi, 228 tür ile ikinci sırayı almaktadır. Türkiye Florası’nın 6. cildinde yer alan bu cinste, yeni bulunan türlerle, bu sayının 235’e yaklaştığı belirtilebilir. 180 civarında türü endemik olan bu cinste endemizm oranı % 70 civarındadır. Çoğunlukla yurdun İran-Turan ve Akdeniz bitki coğrafyası alanlarına ait yerlerinde (kabaca seyrek ve az türle temsil edildiği Trakya’nın kuzeyi ve Karadeniz Bölgesi dışındaki yerler) yaygın olan ve ufak alanlar halinde topluluklar meydana getirmekle birlikte, daha çok tek tek ve seyrek, nâdiren ufak topluluklar halinde yetişen bu cinse ait bazı türlerin çiçekleri, tıp alanında kullanılmaktadır.

Türkiye’nin tür sayısı bakımından zengin 3. cinsi Compositae familyasından Centaurea (Peygamber Çiçeği veya Gökbaş )’dır. Yurdun bazı bölgelerinde, tür sayısı ve yayılış bolluğu açısından yoğunluk göstermekle birlikte, hemen her bölgede ve çok değişik ortamlarda yetişebilen bir cinstir. Türkiye’de 180 türü bulunmaktadır. Bazı türleri tıbbî özellikte olan bu cinsin ekin tarlalarında yetişen türleri kültür bitkileri ile rekabete girerek verimi düşürmekte ve bu açıdan yurt ekonomisine olumsuz etki yapmaktadır. Ancak, türlerinden çoğu güzel ve gösterişli çiçeklere sahip olan bu cinsin, bu özellikteki türlerinin gelecekte süs bitkisi olarak kullanılmaya başlanması ile önemli ölçüde ekonomik gelir sağlanacaktır.

Tür sayıları 150’nin üzerinde olan bu 3 önemli cins dışında, tür sayısı oldukça yüksek olan diğer bazı önemli cinsler ise şunlardır. Allium (Yabani Soğan veya Sarımsak) 150, Silene (Nakıl) 130, Hieracium 112, Trifolium (Üçgül)105, Galium (Yoğurt Otu) 102, Campanula (Çan Çiçeği) 105, Alyssum 92 ve Salvia (Adaçayı ) 85.

2. Endemik Bitkiler

Türkiye, endemik bitkilerinin zenginliği bakımından dünyanın önemli ülkelerinden biridir. Ancak, tohumsuz bitki grupları üzerindeki araştırmalar henüz çok yetersizdir. Bununla beraber bilinmektedir ki, ilkel bitki grupları dünya yüzünde hemen her yerde yaygın olan türlere sahiptir. Bu sebeple, bu gruba giren bitkilerde endemizme ya hiç rastlanmamakta veya söz edilemeyecek kadar düşük olmaktadır. Türkiye Florası kayıtlarına göre Türkiye’de yetişen 75 civarındaki eğrelti türünden ancak 1’i (Asplenium reuteri) endemiktir. Ancak bu bitkinin esasında mevcut olmadığı ve başka bir eğrelti türünün varyasyonu olabileceği de ileri sürülmektedir.

Tohumlu bitki olmalarına rağmen, Gymnospermlerde de endemizm oranı çok düşüktür. Bu gruptan Abies cinsine ait 3 alt tür dışında, bu gruptan Türkiye’ye endemik bitki yoktur. Bu sebeplerle, bu bölümde Türkiye’de endemizm konusunda en zengin ve önemli bitki grubu olan çiçekli bitkilerden (Angiosperm) örnekler verilmektedir.

Flora’nın son olarak yayınlanan ek ciltlerinden de elde edilen kayıtlara göre, Türkiye’deki endemik bitki sayısı 3000’den biraz fazla olup, son kayıtlara göre bunların floradaki bütün bitkilere oranı % 34’tür. Türkiye’deki endemik bitkilerin sayısı, Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında endemik tür sayısı çok yüksektir. Avrupa ülkeleri arasında en çok endemik türe sahip ülke Yunanistan olup, bu ülkede en fazla 1000 kadar endemik tür yetişebileceği düşünülmektedir.

Türkiye’deki endemik bitkiler, belirli dağ ve dağ silsilelerine lokalize oldukları gibi, daha geniş yayılışlı endemikler de vardır. Sayıları az da olsa bazı endemikler çok ufak alanlarda (bir gölün kenarı, dağın bir yamacı vb.) yayılış gösterirler. Belirli bir dağ veya silsile için endemik bitkiler açısından en zengin yer, Amanos Dağları’dır. Endemiklerce zengin diğer dağlar ise, başta Ege Bölgesi’nin güney ucu ile Akdeniz Bölgesi’nin batısında yer alan dağlar olmak üzere, Uludağ ve Kaz Dağı’dır. Bu sayılan dağ ve silsilelerden çoğunun etrafı genellikle ovalar ile çevrili olduğundan, bu dağlardaki endemikler nisbeten dar yayılışa sahip iseler de, Doğu Anadolu dağlarında yetişen endemikler; bu dağlar, batıdakilere göre daha devamlı olduklarından, diğer bir deyişle izole olmadıklarından, bu bölgede yetişen endemiklerin çoğu, bir dağa has olmaktan çok, daha geniş yayılışlıdırlar. Belli dağlar dışında, Türkiye’nin endemizm yönünden dikkat çekici yöreleri şunlardır: Orta Toroslar (Ermenek, Gülnar, Mut arası) Antitoroslar (Saimbeyli ve Maraş çevreleri), Van-Siirt-Bitlis ve Hakkâri illerini kapsayan bölge, Rize ve Artvin civarındaki yüksek dağlar, Gümüşhane ve Erzincan arası ile Munzur Dağları ve Ilgaz Dağları. Sivas ve Çankırı çevreleri, jips sevenler, Tuz Gölü çevreleri ise, özellikle tuzcul endemiklerce zengindir.

Endemik bitki türleri açısından Türkiye’nin en zengin familyası, 425 kadar endemik türe sahip olan Compositae’dir. Bu familya, endemik olmayan türlerce de zengin olduğundan, endemizm oranı düşük olup, % 40’tır. İkinci sırayı Leguminosae alır. Bu familyaya ait 375 civarında tür endemik olup, Compositae familyası ile benzer özelliğinden dolayı endemizm oranı düşüktür. Labiatae familyası yaklaşık 330 civarındaki türle 3. sırayı almaktadır. Bu familyaya ait 306 tür endemik olup, endemizm oranı, diğer iki familyaya göre daha yüksektir Bunun en önemli sebebi, bu familyanın özellikle Akdeniz Bölgesi’nin yüksek dağlarında yetişen türlerinin bulunması ve toplam tür sayısının diğer iki familyaya göre daha az olmasıdır.

Endemik tür sayısı bakımından zengin diğer familyalar ve endemizm oranları: Scrophulariaceae (241; % 52), Cruciferae (195; % 40), Caryophyllaceae (190; % 40), Liliaceae (118; % 30), Umbelliferae (117; % 30), Boraginaceae (108; % 36), Rubiaceae (74; % 44)

Endemik tür sayısı bakımından en zengin cins ise, 250 kadar tür ile Astragalus’tur. Bu cinsin endemizm oranı hayli yüksek olup, % 60’tır. Bunun başlıca sebebi, bu cinse ait çoğu endemik türlerin Doğu Anadolu Bölgesi’nin yüksek dağlarında yetişmesi ve bunların şimdilik Türkiye’ye has olarak bilinmesidir. Burada “şimdilik” ifadesinin kullanılmasının sebebi, gelecekte bu bölgeye komşu olan İran ve Irak floraları hakkında bilgilerin artması halinde, Türkiye’ye has bazı türlerin o ülkelerde de yetişmiş olmalarının belirlenmesi ihtimalidir. Pek tabiidir ki, bu durum yalnız Astragalus için söz konusu olmayıp, sınırlara yakın yerlerde bilinen diğer cinslere ait türler için de geçerlidir. Bu kitabın ilk cildinin yayınından sonra yayınlanan makalelerden ve Türkiye’de bulunan bazı seksiyonlarının revizyon çalışmalarından elde edilen sonuçlara göre, 55 kadar Astragalus türünün komşu ülkelerde yetişmesi veya bazı diğer taksonların sinonimi oldukları belirlendiğinden, bunların endemik özelliği kaybolmuş olmakla birlikte, yapılan çok sayıda floristik çalışma sonucu yeni endemik taksonlar da Türkiye florasına eklenmiştir.

Verbascum (Sığır kuyruğu) cinsi, 175 tür ile endemiklerce zengin 2. cins olup, endemizm oranı Astragalus’a göre biraz daha yüksektir (% 70). Verbascum’un endemik türlerinin çoğu, Astragalus’un tersine, daha çok yurdun batı kesiminde yetişirler.

Centaurea (Peygamber Çiçeği veya Gökbaş), 110 endemik tür ile 3. sırayı almaktadır. Endemizm oranı ise % 65’tir. Bu cinse ait endemik türler, evvelki iki cins gibi yurdun belirli yörelerine lokalize olmaktan çok, değişik bölgelere dağılmıştır. Türlerinden bazıları (C. tchihatchefii, C. iconiensis, C. isaurica vb.) çok dar yayılışlı, nâdir endemiklerdir.

Endemik Tür sayısı bakımından zengin diğer cinsler ve endemizm oranı: Hieracium (66; % 67), Alyssum 55 (% 60), Campanula (55; % 51), Silene 52 (% 40), Allium (50; % 35), Galium (49; % 48), Salvia (45; % 51) dır.

Yukarıda belirtilen cinslere göre daha az sayıda endemik türe sahip olmakla birlikte, yüksek endemizm oranı ile dikkat çeken bazı cinsler ise şunlardır: Alkanna (% 80), Sideritis (% 80), Acantholimon (% 80), Paronychia (% 75). Gypsophila (% 70), Paracaryum (% 70) ve Cousinia (% 68). Ebenus (14) ve Bolanthus (6) cinsleri oldukça az sayıda tür ile Türkiye’de temsil edilmekle birlikte, ülkemizde yetişen bütün taksonlarının hepsi endemiktir.

Yukarıda önemli olanlarından bahsedilen endemik cinsler dışında, dünyada monotipik, yani tek türü olan ve Türkiye için endemik olan cinsler ile familyaları şunlardır: Cyatobasis (Chenopodiaceae); Phryna ve Thurja (Caryophyllaceae); Leucocyclus (Compositae); Physocardamum ve Neotchihatchewia (Cruciferae); Nephelochloa ve Pseudophyleum (Gramineae); Dorysteachas (Labiatae); Sartoria (Leguminosae); Necranthus (Orobanchaceae); Crenosciadium, Ekimia, Microsciadium ve Olymposciadium (Umbelliferae).

Bitki coğrafyası bölgeleri arasında İran-Turan Bölgesi en çok endemiğe sahip olan bölgedir. Akdeniz Bölgesi ikinci, Avrupa-Sibirya ise üçüncü sırayı almaktadır.

Türkiye’de yalnız o bölgeye has endemik bitkiler açısından en zengin coğrafya bölgemiz, 800 kadar tür ile Akdeniz Bölgesi’dir. Doğu Anadolu’da 375, Orta Anadolu’da 275, Karadeniz’de 210 ve Ege Bölgesi’nde ise 150 kadar endemik tür yetişmektedir. Marmara (70) ve Güneydoğu Anadolu (35) bölgeleri ise, Türkiye’deki coğrafya bölgeleri arasında, endemiklerce en fakir bölgelerdir. Diğer endemikler ise birden fazla coğrafya bölgesinde yayılış göstermektedir.

İlk baskısı 1989 Yılı’nda yayınlanan, Türkiye Bitkileri Kırmızı Kitabı’nın ikinci baskısı, 2000 Yılı’nda gerçekleştirilmiş ve bu kitap kapsamında Türkiye’nin Vasküler bitkileri, IUCN’in 1994 esaslarına göre sınıflandırılmıştır. Ancak bu kitabın yayınından sonra IUCN tehdit kategorileri esaslarında bazı değişiklikler de olmuştur. Ülkemiz bitkilerinin tehdit kategorileri hakkında daha ayrıntılı bilgi almak isteyenler bu kitabı incelemelidirler. Ancak son yıllarda yapılan bazı floristik çalışmalarda, genellikle genç ve meraklı botanikçilerimizin, bu kitabın son baskısında yok olduğu belirtilen bazı bitki taksonlarının yaşadıklarını tesbit etmiş olmaları sevindiricidir.

Türkiye’de yetişen Familya ve cinslerin endemizm durumları hakkında Flora’nın ilk ek veya 10. cildinde tablolar halinde ayrıntılı istatistikî bilgiler bulunmaktadır. Bu bilgiler bu cinslere ait taksonların genel durumları hakkında bilgi vermekle birlikte bu rakamların bazıları, bu kitabın ilk baskısından sonra, 2000 Yılı’nda yayınlanan Flora’nın ikinci ek cilt, veya 11. cildinde yayınlanan taksonlar sonucu değişmiştir. Hattâ ikinci ek cildin yayınlanmasından 5 yıla yakın bir süre geçmesine rağmen, bu cildin yayınından sonra çıkan makalelerden, yaklaşık 300 kadar yeni türün yayınlandığı anlaşılmaktadır. Gelecekte yapılacak çalışmalarla bu sayılar da kısa zamanda değişebileceğinden, yukarıda verilen rakamlar kesin olmayıp, yaklaşık rakamlar olarak düşünülmelidir.

3. Bitkilerden Yararlanma

Türkiye’nin zengin florası içindeki çeşitli bitki türlerinden, gerek bunların yetiştiği yöre halkı, gerekse endüstriyel ve bilimsel kuruluşlar, değişik amaçlarla yararlanmaktadır. Yararlanma şekillerine göre bunlar şu gruplar altında toplanabilir:

a. Tıbbî ve Kokulu Bitkiler

Bazı bitki türleri, ilâç hammaddesi veya kimyasal maddeler elde edilmek üzere tabiattan toplanmakta ve bunların bir kısmı yurt içinde tüketilmekte veya doğrudan yurt dışına satılmaktadır. Tıbbî özelliği, bilim dünyası tarafından bilinen ve aynı zamanda halk ilâcı olarak da kullanılan bitki türleri, Türkiye’de oldukça zengindir. Özellikle Akdeniz ve Ege bölgelerinin zengin florası içinde kokulu bitki türleri de oldukça fazladır. Bunlardan bir kısmı toplanarak temizleme ve ayıklama gibi basit işlemlerden geçirildikten sonra yurt dışına satılmakta, bazıları da yöresel ve oldukça ilkel metotlarla işlenip gerekli maddeler elde edildikten sonra değerlendirilmektedir. Isparta’da bulunan gülyağı fabrikası ile Antalya’nın bazı ilçelerinde mevcut olan kokulu yağ elde edilen imalâthaneler örnek olarak verilebilir.

Bazı bitki çeşitlerinin, Adaçayı (Salvia) ve Dağ çayı (Sideritis) türleri adı altında halk arasında en yaygın kullanılış şekli, çay şeklinde içilme yoluyla olup, bu şekilde kullanılış eskiden daha çok güney ve batı illerimizde yaygın iken, son yıllarda yurt sathında yayınlaşmış bulunmaktadır. Origanum cinsine ait bazı türler, gene kokulu olan bazı cinslerin türleri ile karıştırılarak “Kekik” adı altında satılmaktadır. Son yıllarda aromatik bitkilerin bazılarının kültürlerinde önemli gelişmeler gözlenmektedir.

DPT tarafından TÜBİTAK kanalı ile desteklenen bazı projeler ile Türkiye’de yaygın ticareti yapılan önemli bitki taksonlarının (ki, bunlar arasında bu grup bitkiler başı çeker), şu ana kadar pek iyi bilinmeyen yurt içi ve dışı ticaret rakamları ile bu olayın bir doğa tahribine sebeb olup olmadığı belirlenmektedir. 2002 Yılı’nda başlayan bu projeler tamamlandığında (tahminen 2006), bu bitkilerin yukarıda belirtilen konulardaki durumu açıklığa kavuşturulacak ve bunlardan gerekenlerin CITES listelerine konmaları çalışmaları başlatılacaktır.

b. Süs Bitkileri

Flora içinde çok sayıda süs bitkisi olarak kullanılabilecek bitki türleri bulunmakta ise de, bunların henüz yeterli derecede kullanıldığını söylemek zordur. İşin ilginç tarafı, bunlardan bazıları, Türkiye tabiatından toplanıp Avrupa ülkelerine, özellikle Hollanda’ya satılmakta, ancak Türkiye’de kullanılmamaktadır. Örneğin, gösterişli çiçekleri, diğer bitkilerden erken çiçek açmaları ve kolay yetiştirilmeleri sebepleriyle tercih edilen yumru, soğan ve rizom gibi toprak altı gövdelere sahip Geofit ortak adı ile bilinen bitkiler, Türkiye’de toplanarak, yurt dışına satılmaktadır. Bunların halk tarafından da iyi olarak bilinenlerinden bazıları, Lâle (Tulipa) Nergis (Narcissus) Siklamen (Cyclamen), Kardelen (Galanthus), Göl Soğanı (Leucojum aestivum), Kar Çiçeği veya Sarı Kokulu olarak bilinen Eranthis hyemalis ile Anemon veya Yoğurt Çiçeği (Anemone blanda)’dir. Bu gruba dahil bitkiler, yurt dışındaki bahçe ve parkları Şubat ve Mart aylarından itibaren güzel ve gösterişli çiçekleri ile süslemekte ve bunların bir kısmı, Türkiye’den gönderilmektedir. Bu olayın uzun bir zamandan beri devam etmesi ve 1970’li yıllardan sonra gittikçe büyük boyutlara ulaşması sonucu, Türkiye tabiatı gün geçtikçe daha fazla tahrip edilmekte idi. Ancak bu kitabın ilk baskısının çıktığı yıllardan, özellikle 1990’lardan sonra alınan tedbirler ve dünyada doğal bitki ve hayvan türlerinin uluslararası ticaretini kontrol altına almayı amaçlayan CITES Sözleşmesi’nin Türkiye tarafından da 26.12.1996’da imzalanması ile yurt dışına satılan Geofit’lerin ticareti daha sıkı kontrol altına alınmış ve eski yıllarda bu bitkilerde gözlenen doğa tahribi, büyük çapta, önlenmiştir. 1990’lı yıllardan sonra alınan etkili tedbirlerle bunların ve yurt dışına satılan diğer geofit’lerin populasyonlarının eski haline gelmesi sağlandığı gibi, bazılarının (Lilium candidum, Sternbergia lutea, Fritillaria imperialis, F. persica ve Leucojum aestivum ile Cyclamen hederifolium) üretilerek yurt dışına satılmalarında önemli gelişmeler kaydedilmiştir.

c. Endüstriyel Amaçla Kullanılan Bitkiler

Türkiye florasında bulunan bazı doğal bitkilerden elde edilen çeşitli maddeler, değişik endüstri dallarında kullanılmaktadır. Geven bitkisinden çıkarıldığı daha önce belirtilen kitre maddesi bunlardan biridir. Herkes tarafından bilinen ve asırlardan beri beslenme alanında kullanılan Salep (Orchis) bitkisi, beslenme yanında, tıbbî amaçlarla da kullanılır. Geçen yüzyılın ortalarından beri Türkiye’den sökülmek suretiyle dışarıya satılan Meyan Kökü (Glycirrhiza) bitkisi de tıbbî amaçlarla kullanıldığı gibi, meşrubat sanayiinde de kullanılır. Eskiden ülkenin batı kesimindeki dağlarda yaygın olarak yetişen bir bitki olduğu halde, zamanımızda çok ender rastlanan bir tür olan Censiyan (Gentiana lutea) gerek tıpta, gerekse meşrubat sanayiinde kullanılmaktadır. Bu bitkinin doğadan toplanması ve yurt dışına ihracı 1974 Yılı’ndan beri yasaklanmış ve doğa tahribi durdurulmuştur. Son yıllarda, Türkiye’de tamamen yok olduğu sanılan bu bitkinin, Kütahya’daki askerî radar alanı ile Balıkesir - Domaniç ormanlarında iki populasyonu tesbit edilmiş ve bunlardan Domaniç çevresindeki bir alan, Orman Genel Müdürlüğü tarafından koruma altına alınmıştır. Kütahya’daki alan ise zaten korunmaktadır.

Doğal bitkilerimiz arasında yağ miktarı bakımından zengin olanlar var ise de, bunlardan henüz yaygın oranda faydalanılamamakta, ancak bazı kültür bitkilerinden (Ayçiçeği, Aspir, Pamuk vb.) yararlanılmaktadır. Fakat gelecekte bu amaçla kullanılabilecek olanlardan bazıları, Pelemir (Cephalaria syriaca) ve Sarı Çiçekli Ot (Boreava orientalis)’tur.

Özellikle halıcılıkta ve diğer boya ile ilgili sanayi kollarında bitkisel boya elde etmek için, çok sayıda bitkinin çeşitli organlarından yararlanılmaktadır. Çivit Otu (Isatis), Ceviz (Juglans regia), Kök Boyası (Rubia tinctoria), Hava Cıva Otu (Alkanna tinctoria) gibi çok iyi bilinen ve yöresel olarak faydalanılan daha fazla sayıda bitki türü bu amaçla kullanılmakta ise de, bunların adları yalnız kullanan kişiler veya yöre halkı tarafından bilinmekte ve adları bir sır gibi gizli tutulmaktadır. Ancak son yıllarda, Sanayi Bakanlığı bünyesinde kurulan bir daire, yurt çapında yaptığı taramalarla bu tip bitkileri belirlemeye çalışmaktadır.

Şeytan Teresi (Ferula) ve Yabani Soğan (Allium) cinslerinin bazı türleri peynirlere tat vermek için özellikle doğu illerinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Son yıllarda sadece Tunceli’de yetişen endemik Allium tuncelianum türünün, bu yörede halk tarafından yaygın olarak toplandığı ve yiyecek soğan olarak da kullanıldığı anlaşılmıştır. Bu olayın sebep olduğu doğa tahribinin önlenmesi için, 2003 Yılı’ndan itibaren bu soğanın üretilerek kullanılma çalışmalarına başlanmış olması, olumlu bir gelişmedir.

d. Çayır, Mer’a ve Yem Bitkileri

Türkiye, geniş bozkır alanları, taban suyu yüksek olan yerlerde yaygın su seven çayır bitkileri ve ormansız yerlerdeki dağ çayırları gibi ortamlarda yetişen yem değeri yüksek bitkiler açısından da zengin bir ülkedir. Özellikle Leguminosae ve Gramineae familyalarında toplanan bu açıdan önemli bazı türler, Türkiye’ye has olup, çoğunun anavatanı veya gen merkezi de Türkiye’dir.

Türkiye’deki floristik araştırmaların başlangıç tarihi olarak 18. Yüzyıl’ın başları kabul edilmektedir. Daha evvelce ülkemizde gözlem yapmış bazı kişiler varsa da, ilk bilinçli floristik çalışmayı Fransız botanikçisi Tournefort’un, 1700-1702 yıllarında, Doğu, Orta ve Kuzey Anadolu’ya yaptığı düşünülür. O devirde, Türkiye’de doğal olarak yetişen bitkilerle ilgili herhangi bir yayına rastlanmamakla birlikte, daha çok tıp alanında kullanılan bazı bitkiler hakkında ve süs amacı ile yetiştirilen gül, lâle, nergis, karanfil ve siklamen gibi bazı bitkiler için bazı yazılar mevcuttur. 1718-1730 yılları arasındaki devrenin “Lâle Devri” olarak adlandırıldığı da bilinmektedir.

Bitki toplamaları ile ilgili araştırma gezileri, özellikle 19. Yüzyıl’da ağırlık kazanmaya başlamış ve bu araştırmalar sonunda toplanan materyal, İsviçre’li botanikçi E. Boissier tarafından değerlendirilip, beş cilt ve bir ek ciltten meydana gelen, zamanının bitki sistematiği ve coğrafyası alanında en önemli eserlerinden biri olan “Flora Orientalis” adlı eserin hazırlanmasında kullanılmıştır. Yabancı botanikçilerin Türkiye florası ile ilgilenmeleri, bu eserin yayınından sonra da, zamanımıza kadar, artarak devam etmiştir.

20. Yüzyıl’ın başlarında, Türk botanikçiler de ülkenin florası ile ilgilenmeye başlamışlardır. Türk botanikçilerin yaptıkları bitki toplama çalışmaları daha çok 1930’lu yıllarda başlamış olup, K. Hikmet, H. Birand, S. Kuntay, K. Mıhçıoğlu gibi botanikçi, ziraatçi ve ormancılar, ilk bitki toplayıcılar olarak belirtilebilir. Ancak bu kişiler ve daha sonra diğerlerinin yaptıkları toplamalar, planlı araştırma ve toplamalardan çok, kendilerinin merak ve şahsî çabalarından kaynaklanan çalışmaların ötesine gidememiştir. Belirli bir amacı olan, yani bir yörenin florasını, vejetasyonunu tesbit etmeyi veya bir cinsin revizyonunu yapmayı amaçlayan çalışmalar için başlangıç olarak Y. Akman’ın 1960’ların sonuna doğru yaptığı Amanos Dağları’nın Flora ve Vejetasyonunu tesbit etmeyi amaçlayan çalışması sayılmalıdır. Bundan daha sonra yapılan çalışmaların da yukarıda belirtilen tipte amaçları olduğundan, bunlar tipik floristik çalışmalar sınıfına alınır.

Daha önce de belirtildiği gibi, Türkiye, zengin florası ile 18. Yüzyıl’dan itibaren yabancı botanikçilerin dikkatini çekmiş ve bu ilgi bugüne kadar devam etmiştir. Bu çalışmalar sırasında toplanan bitki örnekleri, Berlin, Paris, Viyana ve Londra gibi önemli merkezlerdeki herbaryumlara götürülmüş olup, halen buralarda muhafaza edilmektedir. Uzun süreden beri gittikçe zenginleşen bu kolleksiyonlar, Edinburgh Üniversitesi’nden Prof. Dr. P.H. Davis’in, ilki 1938’de olmak üzere, 1982 Yılı’na kadar aralıklı olarak 13 kere Türkiye’ye gelerek yaptığı toplamalar ile daha da zenginleşmiş ve nihayet ülkemiz florası, tam adı “Türkiye ve Doğu Ege Adaları Florası” olarak yayınlanmaya başlanmıştır. İlk cildi 1965’te yayınlanan bu eser, 9 ciltte tamamlanmış ve son cildi 1985 Yılı’nda yayınlanmıştır. Yayınlandığı tarihe kadar toplanan ve Edinburgh başta olmak üzere, Avrupa’nın önemli herbaryumlarında saklanan bütün materyalin değerlendirilmesi ile hazırlanan bu eser, Davis’in editörlüğünde, Edinburgh Kraliyet Botanik Bahçesi elemanları ile değişik ülkelerden, bu arada Türk botanikçilerin de katıldığı geniş bir uzmanlar grubu tarafından hazırlanmıştır. Flora’daki 123 cinse ait bölümler 10 Türk botanikçisi tarafından hazırlanarak yazılmıştır. Her cinsin başında, o cinsin kim tarafından işlendiği belirtilmektedir.

Bu eserde, Türkiye’de yetişen eğrelti ve tohumlu bitkiler yer almaktadır. Kitabın 3. cildinin tamamı, Baklagiller (Leguminosae) ve 5. cildi ise Papatyagiller (Compositae) familyalarına ayrılmıştır. Flora’daki son kayıtlara göre, eğrelti ve tohumlu bitkilere ait 9500 civarında bitki türü yetişmektedir. Adı geçen eserde dikkati çeken bir husus, ilk 4 ciltte yayınlanan bitkilerin çoğunun yabancılar tarafından toplandığı halde, 5. ciltten itibaren Türk botanikçilerin topladığı örneklerin ve bunların Flora’da belirtilme sayı ve sıklığının artmasıdır. Bu durum, o tarihlerde (1970’lerden sonra) başlayan bilinçli floristik çalışmalarda elde edilen ilginç ve bol materyalin flora yazım merkezine ve yazımına aksettirilebilmiş olmasının bir sonucudur.

Eser, Türkiye’deki floristik çalışmaların başlaması ve hızla artmasında itici bir güç olmuştur. Ayrıca, kitabın yazılması sırasında ve daha sonra, Edinburgh’a giden yaklaşık 50 floristik çalışma yapan Türk botanikçilerinden bazılarının çalışmalara katkıda bulunmaları, ülkelerine döndüklerinde gençleri yetiştirmelerinde gösterdikleri çaba, Türkiye’deki floristik botanik biliminin hızla gelişmesinde olumlu etki yapmıştır.

1985 Yılı’nda 9 cilt halinde bu eserin yazımı tamamlanmış olmakla birlikte, 1965’ten sonra Türkiye’de devam eden ve sayıları gittikçe artan floristik çalışmalar sırasında çoğu yerli ve yabancı botanikçiler, Flora’nın ilk ciltlerindekilere ek çok sayıda, dünya bilim âlemi için yeni veya Türkiye için yeni kayıt olan çok sayıda bitki taksonu tesbit etmişlerdir. Bu sonuç, Flora’mızın ek bir cildinin yayınlanmasını gerektirmiş ve Flora’nın editörü Davis ile o andaki asistanlarının editörlüğünde ilk ek veya 10. Cilt, 1988 yılında yayınlanmıştır.

Floramızın verdiği ivme ile Türkiye’de yetişen botanikçilerin floristik araştırmalara hız vermeleri ve bunun yanında gelişmiş ülkelerde modern metotlar da kullanılarak yapılan revizyon çalışmalarına da başlanmasının verdiği deneyim sonucu, Türk botanikçileri Türkiye Flora’sının ikinci ek veya 11. cildinin editörlüğünü yapacak seviyeye gelmişler ve bu kitap, Türk botanikçilerinin editörlüğünde ve içindeki çoğu cinsler gene Türk botanikçileri tarafından işlenerek hazırlanmıştır. Bu kitap içinde dikkat çeken husus, kitapta yayınlanan yeni cinslerden yarısınında Türk botanikçiler tarafından toplanıp, yeni tür olarak yayınlanması; geri kalan yarısının Türk botanikçileri tarafından toplanıp yabancı meslekdaşları ile birlikte yayınlanmış olmasıdır. Diğer bir ilginç sonuç ise, bu kitabın editörlüğünü yapanlarla, diğer Türk botanikçilerinin, yabancıların yaptıkları yanlışlıkları fark edecek düzeye gelmiş olmalarıdır. Kendi adları verilerek yabancı meslekdaşları tarafından yayınlanan bazı türlerin, daha evvelce bilinen türlerin sinonimleri olduğunun farkedilmesi kitabı dikkat ve bilinçli bir şekilde inceleyenlerin dikkatinden kaçmamalıdır. TÜBİTAK’ın finansal desteği ile hazırlanabilen bu son cildin bilimsel değerinin bir kanıtı ise, bu kitabın baskısının, Flora’nın eski ciltlerini yayınlayan Edinburgh University Press tarafından yayınlanmasının kabul edilmiş olmasıdır.

C. YAPILAN ARAŞTIRMA VE ÇALIŞMALAR

1. Floristik Çalışmalar Yapan Bilimsel Kuruluşlar

Türkiye’deki floristik araştırmalar, flora ve bitki sosyolojisi araştırmaları, genel olarak üniversitelere bağlı Botanik Ana Bilim dallarında çalışan elemanlar tarafından yapılmaktadır. Yurdun her tarafına dağılan üniversitelerin hemen hepsi, Fen-Edebiyat fakültelerine sahiptir. Eski üniversiteler yanında, son yıllarda gelişmekte olan çoğu yeni üniversitede de floristik çalışmalara ağırlık verilmesi sevindirici bir diğer gelişmedir.

Üniversite elemanları tarafından gerçekleştirilen araştırmalar sırasında toplanan bitki örnekleri, özellikle Ankara, İstanbul, Ege ve Hacettepe gibi gelişmiş üniversitelerin veya gelişmekte olan üniversitelerin bazı fakültelerinde kurulmuş bitki müzelerinde (Herbaryum) muhafaza edilmektedir.

Türkiye’deki herbaryumların en eskilerinden biri olan Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi bünyesinde kurulmuş olanı (ANK), tür ve örnek sayısı bakımından en zengin herbaryumdur. Burada, Türkiye florasına ait 100.000’den fazla örnek bulunmaktadır. Ankara (AEF) ve Hacettepe Üniversiteleri Eczacılık Fakültelerinde, diğer bitkiler yanında, tıbbî ve aromatik bitkilerce zengin birer herbaryum vardır. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi içindeki bir diğer herbaryumda ise, daha çok kültür bitkilerinin yabani formları üzerinde yapılan gen kaynakları ile ilgili çalışmalar sırasında toplanan bitki örnekleri muhafaza edilmektedir. Ankara’daki bir diğer herbaryum Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi’nde (HUB), kurulmuştur. Diğerlerine göre daha yeni, 40.000 civarında bitki örneği ve 5000’den fazla yakın türe sahip olması yanında, düzeni ile oldukça dikkat çekicidir. Ankara’da bu herbaryumlardan sonra kurulan Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi (GAZI) herbaryumu ise, son yıllarda yaptığı aşama ile Türkiye’nin en çok bilinen, tanınan ve kullanılan herbaryumu özelliğini kazanmıştır. Bu kitabın ilk baskısının yayınlandığı yıllarda henüz kurulma aşamasında olan bu herbaryum, son 20 yıl içinde çok önemli floristik projelere ev sahipliği yapmış ve hızla gelişmiştir. Halen 40.000’den fazla örneğe sahip olan bu herbaryumun önemli özelliği, Türkiye Florası kitabının tamamlanmak üzere olduğu ve Türkiye’de de yaygın olarak kullanılmaya başladığı sıralarda kurulduğu için, örneklerinin doğru olarak adlandırılmış olması yanında, ülkenin en faal botanikçilerinden bazılarının çalıştığı bir herbaryum olmasıdır. Bu sebeple değişik üniversitelerden çok sayıda genç botanikçi ünvan tezlerini bu herbaryumda çalışarak tamamlamışlar, bunların dışında değişik üniversitelerden pek çok genç botanikçi, kendi üniversitelerinde yaptıkları unvan tezlerinde topladıkları bitkilerini buradaki materyal ile karşılaştırarak, doğru şekilde adlandırmışlardır.

İstanbul Üniversitesi’nin Fen (ISTF), Eczacılık (ISTE) ve Orman (ISTO) fakültelerine bağlı üç ayrı herbaryum bulunmaktadır. Bunlardan Fen Fakültesi’ne bağlı olanı, sahip olduğu eski ve kıymetli kolleksiyonlar ile dikkat çekmekle beraber, bu kitabın ilk baskısının yayınlandığı yıllarda, henüz tam olarak düzenlenemediği için bilimsel çalışmalara açılamamıştı. Ancak bu herbaryum 2000 Yılı’ndan itibaren, aynı binada daha uygun bir salona taşınmış, bu salon, Nihat Gökyiğit tarafından yapılan bağışla restore edilip, bitki örnekleri alfabetik şekilde düzenlenerek botanikçilerin kullanımına açılmıştır. Bir botanik bahçesi içinde yer alan ve tamamı Botanik Anabilim Dalı’na ait binadaki herbaryumda 40.000 örnek bulunmaktadır. Aynı üniversitenin Eczacılık Fakültesi’ne bağlı olan herbaryum, tıbbî bitkilerle birlikte, yurdun hemen her yerinde toplanmış diğer bitkilerden meydana gelen, yaklaşık 80.000 örnekli zengin bir kolleksiyona ve düzenli ve titiz bir çalışma sistemine sahip oluşu; Orman Fakültesi herbaryumu da, kendine ait bir binada kurulmuş bulunması ve zengin odunsu bitki kolleksiyonu ile Türkiye’nin önemli araştırma merkezleridir. İstanbul’daki yeni üniversitelerden biri olan Marmara Üniversitesi’nde de, yeni bir herbaryum kurulma çalışmaları başlamıştır.

İzmir’de Ege Üniversitesi Fen Fakültesi, daha çok yurdun batısından toplanan örnekler ve bu herbaryum elemanları tarafından gerçekleştirilen sulak alanlar projesi sırasında toplanan örnekler açısından zengin kolleksiyonu olan bir herbaryum (EGE) ile çevresinde, ISTF dışında diğer herbaryumların sahip olmadığı, bir botanik bahçesine de sahiptir.

Son yıllarda Türkiye’nin hemen her şehrinde kurulan yeni üniversitelerin botanik anabilim dallarında çok sayıda bölgesel (lokal) herbaryumlar kurulmuştur. Bunlardan özellikle ikisi, Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde kurulan ADA herbaryumu ile Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde kurulan herbaryum (KONY), diğer hiç bir herbaryumda bulunmayan bir özelliğe, kendi veri tabanlarına sahip olarak, diğerlerine üstünlük sağlamışlardır. Selçuk Üniversitesi’nde, Türkiye’nin en zengin ve düzenli mantar kolleksiyonunun bulunduğu da kayda değer bir husustur.

2. Diğer Devlet Kuruluşları

Orman Genel Müdürlüğü’ne bağlı araştırma enstitüleri ile Millî Parklar Dairesi gibi bazı daireler, Köy Hizmetleri Teşkilâtı’nın bazı birimleri, Çayır, Mer’a ve Ziraî Mücadele Araştırma Enstitüleri, DSİ Genel Müdürlüğü’nün bazı kuruluşları, ağaçlandırma, erozyon, tabiatı koruma ve gen kaynakları gibi konularda doğal bitkilerle ilgili araştırmalar yapmaktadırlar. Bunların yanında DSİ Genel Müdürlüğü’nün bazı bölümleri ile Tarım, Orman ve Köyişleri Bakanlığı’nın Su Ürünleri Dairesi, kirlenme ve balık besini olmaları açısından algler ile ilgili çalışmalarda bulunmaktadır.

Ankara Ormancılık Araştırma Enstitüsü, Ankara ve Eskişehir Şeker Pancarı Araştırma Enstitüleri, Ankara ve İzmir Zirai Araştırma Enstitüleri, Devlet Su İşleri Araştırma Merkezi gibi kuruluşlarda da, kendi ilgi alanlarına giren bitkilerin korunduğu birer herbaryum vardır. Menemen’deki Ege Ziraî Araştıma Enstitüsü bünyesinde Türkiye’nin en eski ve uluslararası çevrelerde kabul gören tohum bankası bulunmaktadır.

Türkiye’de doğal bitki ve hayvanlarla ilgili konular, Çevre ve Orman Bakanlığı’na bağlı çeşitli kuruluşlar tarafından yürütülmektedir. Örneğin, tabiatın korunması ile ilgili konularla, bu bakanlığa bağlı Millî Parklar Dairesi ilgilenmektedir.

Bu kitabın ilk baskısının yayınlandığı yıllarda başlayan uzun soluklu bir proje ile TÜBİTAK tarafından Türkiye Florası kayıtları veri tabanı haline getirilmiştir. O zamanlar Fırat Üniversitesi’nde çalışırken bu projeyi başlatan, daha sonra bu çalışmalarına Bolu’daki Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde de devam eden Tekin Babaç, bu çalışmalarda lokomotif ve ve koordinatör görevi yüklenmiş ve sonunda Türkiye Bitkileri Veri Servisi (TÜBİVES) kurulmuş ve 2003 Yılı’ndan beri genel kullanıma açılmış bulunmaktadır.

Ayrıca yine TÜBİTAK tarafından Türkiye’nin Biyolojik Zenginliği’nin tamamını kapsayan bir diğer veri tabanı (Taksonomik Tür Veri Tabanı) projesi de tamamlanmak üzeredir. Bitki ve hayvan zenginliğimizin birlikte ye alacağı bu veri tabanı TÜBİVES ile ortaklaşa çalışacak ve henüz istenen seviyede olmayan hayvanlarla ilgili veriler işlendikçe, bu veri tabanı ulusal bir özellik kazanacaktır.

Ayrıca TÜBİTAK tarafından 1990’lı yılların ortasında başlatılan, ancak 1999 Bolu depremi sebebi ile bir süre ara verilen ve Türkiye herbaryumlarını kapsayan Herbaryum Veri Tabanı Projesi’nin tekrar canlandırılmasına çalışılmaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi bazı herbaryumlar (Çukurova ve Selçuk), bu projenin gelişmesini beklemeden kendi veri tabanlarını gerçekleştirmişlerdir.

D. KARŞILAŞILAN DARBOĞAZLAR

Türkiye’de çok az kişi dışında kamuoyu, doğal bitkiler ve Türkiye’nin floristik zenginliği konuları ile yeterince ilgilenmemektedir. Halkımız maalesef bu kültürü alamamıştır. Türk halkının bitkilerle çok az ilgilenmesinin en belirgin işaretlerinden birisi, Türkiye’de bu bitkilerin çoğunun yöresel olarak adlandırılmamış olmasıdır. Halk ancak kendi işine yarayan, sınırlı sayıda bitkilere Türkçe ad vermiştir.

Türkiye’nin zengin floristik tür çeşitliliği içinde, halk tarafından kullanılan çok sayıda bitki türü de vardır. Tıbbî ve kokulu bitkiler uzun zamandan beri, özellikle geçen yüzyılın ortalarından itibaren, tabiattan toplanarak yurt dışına satılmaya başlanmış, ayrıca dünyada gittikçe yaygınlaşan, bitkilerin hastalıkların tedavisinde kullanılması anlayışına uygun olarak, yurt içinde de kullanılmaları gittikçe ağırlık kazanmıştır. Halk tarafından kullanılan ve aktarlarda satılan pek çok bitki yanında Sideritis, Salvia, Satureja. ve Origanum gibi kokulu bitkilerin bazı türleri, bunların başında gelir. TÜBİTAK ve DPT desteği ile 2002 Yılı’ndan itibaren, bu cinslerin ticareti yapılan taksonları yanında, yaygın ticareti yapılan başka önemli bitki türlerinin yurt içi ve dışı ticaretlerini tesbit etmek ve ilgili taksonların populasyonlarının bu olaydan zarar görüp görmediklerini anlamak üzere, bu konunun uzmanlarına bir seri projeler yaptırılmaktadır. Projeler tamamlandığında, bu bitkiler arasında, ticaretten zarar gören taksonların korunmaları için etkili tedbirler alınması planlanmaktadır. Bu grup bitki türlerinin çeşitli organlarının, özellikle kök ve rizomlarının, bilinçsiz ve aşırı toplanmaları sonucu, bazı bitki türlerinin nesilleri oldukça azalmış veya ortadan kalkacak hale gelmiştir. Daha önce sözü edilen Meyan (Glycyrhiza glabra), Censiyan (Gentiana lutea), yumrularından salep elde edilen Salep (Orchis, Ophyris ve Dactylorhiza) türleri bu konuda verilebilecek en çarpıcı örneklerdir.

Tohumlu bitkiler yanında, yenebilen doğal mantarların, yurt içinde kullanımı ve yurt dışına satımı yanında, özellikle son yıllarda çiçek üretiminde kullanılan bazı yosun türlerimizin doğadan toplanması, son yıllarda gittikçe artmaktadır.

Tabiatın kötü kullanımının diğer örnekleri olarak, bilinçsizce uygulanan aşırı otlatma ve artan nüfus ile orantılı olarak çoğalan tarla açma olaylarıdır.

Kasıtlı orman yangınlarının sebep olduğu tabiat tahribi yanında, aşırı ve gizli ağaç kesmenin ormanlarda sebep olduğu azalma ve bozulma, herkes tarafından kolaylıkla görülen boyutlara ulaşmıştır.

Kirlenme de, diğer bir tabiatı tahrip çeşidi olmaktadır. Murgul’daki fabrika bacasından çıkan gazların sebep olduğu çevre kirlenmesi sonucu, civardaki bitkilerin tamamen yok olması, yaşanmış bir tabiat tahribi olayıdır. Fabrika artıklarının sebep olduğu kirlenme olayları, sulardaki hayvan hayatı ile birlikte, besin zincirinin ilk halkası olan ilkel bitkileri, özellikle algleri etkilemekte ve kirlenmeye dayanamayan bir çok alg türü ortadan kalkmaktadır. Bu tip kirlenmenin büyük boyutlara ulaştığı İzmir ve İzmit körfezleri bir yana, henüz bu derecede kirlenmemiş bazı göl ve akarsularda bile olayın büyük boyutlara ulaştığı görülmektedir.

Türkiye’de son yıllarda yaygınlaşan ÇED uygulamalarının bir kısmı, üniversitelerde çalışan botanikçiler tarafından gerçekleştirilse bile, bu çalışmaların yeterli titizlikle yapılmaması, üzerinde durulması gereken bir husustur. ÇED raporları hazırlayan botanikçiler, çalıştıkları bölge florasını, endemiklerini iyi bilmeli ve bunların korunması için gereken titizliği göstermelidirler. Unutulmamalıdır ki, Türkiye Florası gibi dev bir eser ve yörelere göre çok sayıda floristik yayın vardır. Ayrıca TÜBİTAK’ın TÜBİVES’in verilerinden kolaylıkla yararlanma imkânı da mevcuttur.

Bu bölümde dikkat çekilmesi gereken bir diğer konu da, Türkiye florasına ait bazı değerli bitkilerin, kötü niyetli yabancılar tarafından yağmalanmasıdır. Yabancıların Türkiye’den bitki ve hayvan örnekleri toplamaları, aynen arkeolojik değerlerimiz için olduğu gibi, bazı kurallara uyarak, devletten izin aldıktan sonra bu çalışmaları yapabilme koşuluna bağlanmıştır. Bununla birlikte kötü niyetli bazı yabancılar, değerli biyolojik varlıkları doğadan toplayıp, yakalayarak ülkelerine kaçırmakta ve bundan ekonomik yarar sağlamaktadırlar. Türklerin misafirperverliğini de bilen bu kişiler, toplama yaptıkları yöre halkı, hattâ bazan silâhlı kuvvetler mensuplarından bile yardım görmektedirler. İşin daha ilginci, bu kararlardan haberi olmayan bilim adamları yurt dışında ilişkide oldukları yabancı meslekdaşlarına bu konularda bilinçli veya bilinçsiz şekilde yardımcı olmaktadır. Bu toplamalarda yabancı toplayıcıların ekonomik yarar elde etmeleri yanında, olayın daha vahim sonucu, bu toplamalarda bulunan yeni taksonların yurt dışına götürülmesi ve bu bitki ve hayvanlarla gelecekte çalışacak Türk biyologlarının bu taksonlarla çalışmak istediklerinde bunların saklandığı yurt dışı müzelere muhtaç olmalarıdır.

E. TEKLİFLER

Bu konuda alınması gereken teklifler şu şekilde gruplandırılabilir:

1. Daha önce belirtildiği gibi, Türkiye’de tabiat ile ilgili araştırmalar, ağırlıklı olarak üniversitelerde yapılmaktadır. Aynı konularda, kendi görev alanları ile ilişkili olarak bazı devlet kuruluşları da çalışma yapmakta iseler de, onların çalışmaları oldukça sınırlı kalmakta, gerek birbirleri ve gerekse üniversiteler ile aralarında yeterli bir eşgüdüm sağlanamamaktadır. İlişkiler son yıllarda oldukça artmış bulunmakla birlikte, henüz arzu edilen seviyeye ulaşmış değildir. Tabiatın korunması konuları ile genel olarak Millî Parklar Dairesi ilgilenmekte ise de, özellikle tıbbî ve kokulu bitkilerle ilgilenen bir kuruluş, bugüne kadar ortaya çıkmamıştır. Bu sebeple, uzun yıllar boyunca devam eden bu olaylar, halen gittikçe artan bir hızla ve kontrolsuz olarak devam etmektedir. Bu sebeple, bir an önce tabiatın korunması ve kullanımı konuları ile ciddî olarak ilgilenecek bir devlet kuruluşuna, adı ne olursa olsun, şiddetle ihtiyaç vardır. Böyle bir kuruluşta, diğer ilgili meslek elemanları ile birlikte, tabiatı en yakından tanıyan biyologlara (botanikçi ve zoolog) da görev verilmelidir.

2. Tabiat ile ilgili çalışmaların çoğunu yürüten üniversite öğretim elemanları, yoğun olan ve öğrenci sayıları ile doğru orantılı olarak artan, öğretim ve eğitim zamanlarından kalan sürelerde bu araştırmaları yürütebilmekte ve bunların çoğu, sadece bilimsel amaçlı araştırmalar olmaktadır. Daha ayrıntılı ve uzun zamana ihtiyaç gösteren, tabiat tahribi ile ilgili konular, bu elemanlar tarafından, gerek zaman yokluğu, gerekse imkânlar elvermediği için gerçekleştirilememektedir. Diğer taraftan, halkın tabiî bitkileri sevmesi, onlarla ilgilenmesi ve onları tanıması konularında çalışmaların yapılması gerekir. Bu da, eğitim programlarının bu gözle ele alınması gerektiğini gösterir.

3. Türkiye’de bundan sonra gerçekleştirilecek büyük endüstri tesisleri ile baraj, demir ve karayolları, büyük köprüler gibi tabiat parçaları üzerinde değişikliklere sebep olabilecek yapıların kurulacakları yerlerde veya etki edecekleri alanların belirlenmesinde, ilgili diğer meslek mensupları yanında tabiat bilimcilerin de görüşleri alınmalıdır. Bu tip tesisler yapılmadan evvel gerçekleştirilmesi gereken ÇED çalışmaları ciddî olarak yapılmalıdır. Bu olay sonucu bölgede meydana gelecek değişiklikleri belirlemede önemli bir kaynak olacak ve bu olaylardan etkilenecek özellikle dar yayılışlı, nâdir endemik bitkilerin de kurtarılmasını sağlayacak bir çalışmanın gerçekleştirilmesi için, üniversiteler başta olmak üzere, ilgili bütün devlet kuruluşları ortak bir işbirliği içine girmelidir.

4. Daha önce de belirtildiği gibi, Türkiye’de 3000’den fazla endemik bitki türü yetişmekte ise de, bunlardan çoğu herbaryumlarda bulunmamaktadır. Son yıllarda bulunan yeni türler hariç, bunların çoğu, geçen yüzyılın ortalarında veya bu yüzyılın başlarında yabancı botanikçiler tarafından toplanmış olup, örnekleri yurt dışındaki herbaryumlarda bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı nâdir rastlanan bitkiler olup, Türkiye’nin yüksek dağlarından toplanmıştır. Bu bitkilerden yurdun batı kesiminde yetişenlerin bir kısmı Türk botanikçiler tarafından toplanıp herbaryumlara kazandırılmış ise de, henüz yeterince araştırılmamış olduğundan, Anadolu’nun doğu yarısında yetişenler henüz toplanamamıştır. Bu sebeple, Türkiye’de yetişen bütün endemik bitkilerin hem herbaryum materyali olarak toplanması, hem de üreme organlarının toplanarak gen bankalarında saklanması gerekir. Bu konuda önemli bir gelişme 1992-97 yılları arasında TÜBİTAK-DPT yardımları ile gerçekleştirilen Türkiye Endemik Projesi olmuştur. Bu proje sonucunda, Türkiye’deki endemik bitkilerin % 80’i toplanmış, çoğunun tohumları Menemen’deki Tohum Bankası’nda muhafaza alınmış ise de, o yıllarda yaşanan terör olayları başta olmak üzere daha başka sebeplerle Doğu Anadoluda’ki çalışmalar verimli olamamış ve yaklaşık 300 kadar, uzun yıllar evvel toplanan ve yalnız tip örneğinden bilinen bitki taksonunun toplanması mümkün olamamıştır. Ayrıca çoğu nâdir bitkinin canlı olarak muhafazası da bir türlü sağlanamamaktadır. Uzun yıllardır kurulması teklif edilen Millî Botanik Bahçe ve Herbaryumu’nun vakit geçirilmeden kurulması, lokal, özellikle nâdir bitkilerin toplanması, buralarda yetiştirilerek nesillerinin garanti altına alınmasını sağlayacak en önemli bir aşama olacaktır. Bu kurumlar bu örnekleri muhafaza altına alma veya yetiştirme dışında, halka doğa koruma bilinci verme ve doğayı korumayı öğretme açısından da önemli merkezlerdir.

5. Türkiye’deki millî parklar, daha çok ormanlık sahalarda ve doğal güzelliği ile bilinen arazi parçalarında ve eski kültür merkezleri ile tarihî bakımdan önemli yerlerde kurulmuşlardır. Ancak, yukarıda sayılan yerlere göre daha fazla ve önemli bitki türlerine, özellikle endemiklere sahip bozkır sahalarında kurulmuş millî park sayısı yeterli değildir. Bu sebeple, yurdun özellikle endemik bitkilerce zengin bölgelerinde de millî parklar kurulmalıdır. Kurulan ve kurulacak olan millî parklarda, bir yandan saha dışında, ancak yakın çevrede yetişen nâdir ve dar yayılışlı endemiklerin yetiştirilmesi sağlanırken, diğer yandan mevcut bitkiler en iyi şekilde korunmalı, millî parklardan bilimsel amaçlı bile olsa, bitki toplanması kontrol altına alınmalıdır.

6. Tabiatı sevme ve onu koruma bilincinin ilkokuldan başlayarak, öğrencilere ve onları okutacak öğretmenlere, hattâ o öğretmenleri yetiştirecek üniversite ve yüksekokul akademik elemanlarına bile verilmesi gerekir.

7. Ülkemiz bitkilerinden Vasküler (eğrelti ve tohumlu bitkiler) bitkilerini kapsayan Kırmızı Kitap, son olarak 2000 Yılı’nda tekrar yayınlanmış olmakla birlikte, özellikle tohumsuz bitkilerin koruma statüleri hakkındaki bilgileri, nerelerde yetişen hangi taksonların korunması gerektiği konusundaki bilgiler, bu konuda uzman olan kişiler dışında başkaları tarafından bilinmemektedir. Bu sebeple, bu bitki gruplarında da, vasküler bitkilerde olduğu gibi, flora kitaplarının ve kırmızı listelerin hazırlanmasına hız verilmelidir.

Yorumlar

Popüler Yayınlar