KYOTO PROTOKOLÜ VE KARBON EMİSYONLARI

TARTIŞMALAR



Mesut İlter (TÜPRAŞ) - 1900’lü yıllarda yaşanan bir takım hareketlerin değişmiş bir şeklidir Kyoto Protokolü. Yani bugün çevreyle ilgili konuşurken çevrenin idaresini konuşuyoruz. Çevre konusunda eğer tüm ülkeler bir adım atacaksa, işin açıkçası bu işin ticaretini, ulusların mantığını ben anlayamıyorum.

Türkiye, şartları biraz farklı bir ülke. Baktığımızda Çin ve Hindistan’ın aşağı-yukarı hiç bir sorumluluğu yok, taraf bile değil. Türkiye kalkınmakta olan bir ülke, yarı yolda, belki yolun başında. Kişisel olarak enerji kullanımına baktığımızda, enerji kullanımımızı mukayese bile etmiyoruz, onda biri bile değil, bir Avrupa’yla, bir gelişmiş ülkelerle. Bunları eğer geliştireceksek arttırmak durumundayız. Bunları arttıracaksak da karşılığında ilâve salımlar olacaktır, bu kaçınılmazdır. Dolayısıyla, Türkiye bu protokole imza atacaksa, bu biraz şaşırtıcı bir durum. Bu konuda uzun zamandır çalışmalar var ama, herkesin üzerinde birleştiği bir mutabakat yok. Çok açık değil. Ayrıca, Türkiye bu Protokol’e imza atacaksa, kendi özel şartlarını koruyarak, kendi gelişmesini gözönüne alarak ve Sözleşme’deki bir çok belirsizliği gidererek atmalı diye düşünüyorum. Sonuçta bu işin faturası, bizim gelişmemizi, büyümemizi engelleyecek boyuta ulaşabilir. Ulaşırsa o zaman durup, geri dönüp, ah, vah diyeceğiz. Onu iyi düşünmek zorundayız. Sonuçta çevreyi korumamız gerektiği açıktır. Bunun için gerekli olan adımları muhakkak atmalıyız. Yüzyıllarca dünyayı kirletmiş insanlar yanında biz son yıllarda bir kalkınma hamlesiyle bir noktaya gelmişiz, kirleten o insanların faturasını ödemek durumunda kalıyoruz. İşin özü bu.

Ben özetle şunu söylemeye çalışıyorum. Şu anda Türkiye’de zaten net bir envanter yoktur. Bilebildiğim kadarıyla 1990 Yılı’ndaki değerlerin, 2004 Yılı içinde % 76 fazlasına ulaşmışız. Yanlış hatırlamıyorsam, 2006 verilerine göre % 93 olmuş. Protokol’e taraf olan, imzalayan ülkeler dahi mükellefiyetlerini yerine getirememişler. Biz içeri girsek ne olacak? Onu anlamaya çalışıyorum. Kendi kendimizi bağlar mıyız? Bunun bağlayıcı etkileri ileride bizim gelişmemizi, büyümemizi, sanayileşmemizi nasıl etkiler? Bu soru işareti var kafamda. Ancak şunu tekrar vurgulamak istiyorum. Türkiye Protokol’e taraf olacaksa da kendi özel şartlarıyla, envanterini etraflı bir şekilde çıkararak, büyüme programı paralelinde geleceği öngörmelidir.

Prof. Dr. Huriye Kubilây (Dokuz Eylül Üniversitesi) - Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca bir iç hukuk kuralı haline gelmiştir ve Anayasa’ya aykırılığı da ileri sürülemez. Kyoto Protokolü eğer imzalanacaksa, çok kısa bir süre içinde kabul edilmesi gereken bir şeydir, tartışılması söz konusu değildir. Son zamanlarda kanun tekliflerinin kabulünün çok uzun zaman aldığı görülüyor. Kendi alanım itibarıyla biliyorum. Türk Ticaret Kanunu Tasarısı’nın çalışmalarına 2000 Yılı’nda başlanmış, 2005 Yılı’na kadar tasarı çalışmaları sürmüş ve 2005’ten bu yana da yasalaşmasını bekliyoruz. Meclis’e geldi, biraz konuşuldu ve ondan sonra herhangi bir gelişme yok. Bu Protokol bakımından artık hiç bir mazeret ileri sürülemez. Belki Türk Ticaret Kanunu Tasarısı’nın, genel bir konu olması nedeniyle etraflıca tartışılması gerekebilir. Ancak, uluslararası bir sözleşmenin tartışılmasının ve görüşler açıklanmasının çok etik olmadığını düşünüyorum. Kısa sürede yasalaşması gerektiğini düşünüyorum.

Mevzuatımızda Çevre Kanunu var. Endüstri Tesislerinden Kaynaklanan Hava Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği’nde bir maddenin içinde sera gazlarının azaltılmasına değinilmiş. Enerji Verimliliği Kanunu var. Burada kanunun amacı olarak enerjinin etkin kullanılması, israfın önlenmesi, enerji maliyetleri, çevrenin korunması için enerji kaynaklarının ve enerjinin kullanımında verimliliğin arttırılması amaçlanıyor. Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun, 2005 Yılı’nda yürürlüğe girmiştir. Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nda da, sürdürülebilir kalkınma ilkesine uygun olarak çevrenin korunması konusunda belediyelere yetkiler verildiğini görüyoruz. 5 Aralık 2008 tarihli Binalarda Enerji Performansı Yönetmeliği de, 5 Aralık 2009’da yürürlüğe girecek. Burada da konuyla ilgili bazı hükümler var.

Avrupa Birliği mevzuatına uyum açısından programa baktığımızda, 2003/87 no.lu Avrupa Topluluğu Yönergesi’ne uyum sağlamak için emisyon ticaretine yönelik usul ve esasların belirlenmesi amacıyla, bu konudaki düzenlemenin 2011 Yılı’ndan sonra yayınlanmasının planlandığını görüyoruz. Bir başka kararda da yine AB mevzuatına uyum sağlamak üzere sera gazlarının izlenmesine yönelik usul ve esasların belirlenmesi amacıyla, “2011 Sonrası Sera Gazlarının İzlenmesine Dair Yönetmelik” yayınlanması düşünülmekte. Biz bunlara uyum sağlamak istiyorsak, ulusal mevzuatımızda düzenlemeler yapmak durumundayız.

Sonuç olarak ben şunu söylemek istiyorum: İlgili bütün mevzuatın bir arada ele alınması gerekir. Biraz önce saydığım gibi, tek tek bir çok yerde düzenleme var ama bunların uyumlu hale getirilmesi lâzım. Çoğu zaman bunlar bazen çelişir duruma bile düşebiliyor. Denetim yapacak, yaptırım uygulayacak idarî birimlerin, hiç bir kuşkuya yer vermeyecek şekilde belirlenmesi gerekir. Bazen, bir konuda bir çok makam yetkilendirilmiş olabiliyor, hem vatandaşta, hem de uygulayıcılarda bir takım tereddütler ortaya çıkabiliyor.

Salım ticaretinden söz ediliyor. Salım ticaretinin hukukî altyapısı son derece önemli ama, ben şu ana kadar yapılan konuşmalarda salım ticaretiyle ilgili olarak dünyada da çok belirli bir hukukî altyapının olmadığını gördüm. Bu konuda bir bilgim yok, ama bizde eğer böyle bir salım ticareti gelişecekse önce bunun hukukî altyapısının olması lâzım.

Bir özel hukuk örgütü şeklinde mi olacak, kamu hukuku örgütü şeklinde mi olacak, yoksa kamu-özel hukuk işbirliği çerçevesinde oluşturulacak bir örgüt içinde mi yapılanacak? Benim merak ettiğim iki soru vardı. Emisyon ticaretinin hukukî altyapısını gerçekten merak ediyorum. Nasıl oluşturuluyor? Bir de, AB mevzuatına uyum konusunda yapılan herhangi bir çalışma var mı? Yani 2011’e gelinmiş ama her halde 2011’e kadar yapılması gereken ciddî çalışmalar var. Bu konuda hangi aşamada olduğumuzu merak ediyorum.

Caner Zanbak - Türkiye, gelişmek için sağlam adımlar atmalı. Yokuş çıkıyoruz, gaza basmak yok, tepeye ulaşmak için. Ama şu da dikkate alınmalı ki, bir en dik yerden çıkmak var, bir de patikalardan yavaş yavaş çıkarak etrafa daha az zarar vererek çıkmak var. İşte, enerji verimliliği. Enerji temiz teknolojiler kullanmak, kaynakların etkin kullanılması. İyi, güzel de, o yavaş yavaş çıkılacak uzun yol için yeterli lâstiğiniz var mı? Bir tarafa giderken öbür tarafta da sanayiciye el atıyorum. O kadar zamanınız var mı? Ne kadar zaman alacak oraya çıkmak? Tahammülünüz var mı? Yani sırf bu konuyu her şeyden önce sadece sanayici sorunu olarak görmemek lâzım. Bu, hepimizin sorunu.

İklim değişikliği açısından sera gazı salımları sadece sanayiden kaynaklanmıyor. Bizlerden, toplum bireylerinin ihtiyaçlarından kaynaklanıyor. Sanayinin tümünü kapatsak, olsa olsa % 40’ını azaltabiliriz. Kyoto’yu imzalarsak, özel şartlarla imzalamalıyız. Zaten o kadar kötü durumda değiliz. Türkiye’nin gelişmekte olan ülkeler kategorisinden çıkması, 2001’de Marakeş’te oldu. Orada bir kaç cümle kondu. Türkiye’nin özel durumu da gözönüne alınmak üzere dendi. Var öyle bir şey. Ama şöyle bir şey de ümit ediyoruz; eğer Türkiye taraf olursa teknik ve para desteği yapacak ülkeler konumunda olmadan olacak. DPT’deki çalışmada da vurgulandı. Artış hızını azaltarak Kyoto Protokolü şartlarına uyacağız. Şunu da belirtmek isterim; devlet içinde de belirli bir uyuşma yok. Belki bunu devlet kurumları açık açık söyleyemiyor ama, DPT ve Sanayi Bakanlığı imzalanmasına karşı, yani tereddüt içindeler. Dışişleri Bakanlığı ile Çevre ve Orman Bakanlığı imzalanmasını istiyor. DPT hesabını yapıyor, bunun maliyeti ne olacak? Sanayi Bakanlığı ve DPT, biraz şüpheci, Dışişleri ile Çevre ve Orman Bakanlığı bir an önce imzalanması yönünde karar almış durumdalar. İmzalamanın avantajı şurada: Dışında kalmamak, işin içinde olmak istiyoruz, mesele bu. Sanayicilerin ve kurumların çoğu, buna uymaya başladılar bile. Brülörlerini, yakıt sistemlerini değiştiriyorlar, iyileştiriyorlar. Dolayısıyla, şu anda yeterince farkında olmasak da, bazı şeyler başladı.

Servet Bey’in sorusuna gelince; Kyoto Protokolü Meclis’ten çıktıktan sonra yönümüzü nasıl bulacağız, neler yapacağız? Şu anda DPT’nin başlatmış olduğu proje, Türkiye’nin enerji modelinin ve büyüme projeksiyonlarının çıkması, bir adımdır. Enerji verimliliğini arttırmak için neler yapılabileceği konusunda bazı çalışmalar var. Sera gazlarının % 80’i enerjiden geldiğine göre, kim salarsa salsın, sanayi ya da konutlar, bunu azaltmak için çabalar harcanmalı. Otomotiv sanayicileri, çimento sanayicileri, demir-çelikçiler bunu azaltmak için büyük çabalar harcıyor. Yalnız, bunun dışında kalan tarım sektörü var. Atıklardan çıkan nedir biliyor musunuz? Belediye çöplükleri hesap ediliyor. Kaç ton çöpümüz çıkıyor, bir ton çöpten kaç gram metan çıkar, bunun eşdeğeri nedir? Bunları hesaplayarak en azından bizim bir yılda 15 milyon ton atıktan gelen sera gazı yükümüz var. Öbür taraftan, belirli çalışmaların eksikliği nedeniyle, yutakları da yok etme nedeniyle, oradan da emilebilecek yani eksi olarak, kredi olarak gelebilecek şeyleri azaltırsanız olmaz. Dolayısıyla, enerjide eksi, yutaklarda artı, atıkları azaltmak gerekiyor. Peki, atıkları ne yapacaksınız? Yakalım diyeceksiniz. Gaz çıkıyor, gazı yakalım, yaksanız bile enerjiye çevirseniz yine CO2 çıkacak. Dolayısıyla, yaşadığımızı kabul edip, daima bir şeyleri çıkarttığımızın da farkında olup, bunu da topluma anlatarak ve şu anda DPT’nin yapmış olduğu olumlu proje gibi, somut projelere katkıda bulunmak gerekir.

Bu arada vergi çıktı dedi Ümit Bey. Yeni Zellanda’da, hayvan sahibi hayvan başına verecekti ama onu da kabul etmediler.

Madenler kısmında, biraz farklı düşünüyorum. 2B’ler konusu, bilmiyorum ama, 2B denen arazi kâğıt üzerinde olan bir arazi konusu bence. Keşke yeşil olsa. Dolayısıyla o konuya da mümkün olabilen en iyi şekilde çarpıtmadan yaklaşmakta yarar var. Yeşil yutakların yok olması büyük bir olay. Yalnız şu var ki, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın verilerine göre, yeşil alan miktarının artmakta olduğu söyleniyor. Doğru mu, değil mi? Bunun üzerinde duralım. İstanbul’un etrafı yeşilleniyor. Rant meselesi. Bunu dengelemek gerekli.

Huriye Hanım çok doğru söyledi. Kanun var, yönetmelik yok. Türkiye’nin hem yurtdışına taahhüdü var, hem kendine taahhüdü var. Emisyon ticareti sistemi içinde, 2011’den sonra neler yapılacak dendi. Bütün yönetmeliklerin uyum programı 2011’den sonra. Bunlar bizim şu anda üzerinde titizlikle çalışmamız gereken konular. Belirli yönetmelik ve direktifler var. Bunlar güzel yönetmelikler, ama uygulamaya gelince altyapımız yok. Denetim açısından kime gideceksiniz? Gidip PETKİM’i denetlemenin anlamı ne? O kendi kendini zaten denetliyor, belirli bir yere gelmiş. Denetlenmesin demiyorum. Denetlensin ama öncelik, kayıt içi olup da hayalet gibi ortada görünmeyenlere verilsin. Bizim kimya sanayicileri olarak “Üçlü Sorumluluk” programımız var. Denetiminiz var. İlerleyeceğiz. “Üçlü Sorumluluk” kapsamında hiç kimseye sopa atmak veya bir kimseyi hapse atmak yok. Ama gittiğimiz yerde yanlış bir şey gördüğümüzde şöyle bir bakıyoruz. Dövmekten beter oluyoruz diyorlar. Dolayısıyla bu tür yaklaşımlara, eğitimlere büyük ihtiyaç var. AB’ye uyum için neler yapılıyor, hangi aşamadayız? Direktifleri tercüme etme aşamasındayız. Bu da sağlıklı değil maalesef. Çevre Kanunu’nun daha çıkmamış 3-4 tane yönetmeliği var. Meselâ malî sorumluluk çıkmadı, meselâ gönüllü kurumların kurulması, onların sertifikalandırılmasıyla ilgili usul ve esaslar çıkmadı. Cezalar bile son anda çıktı. Dolayısıyla yönetmelik ve direktiflerin hazırlanması sırasında, bizlerden çok daha fazla Bakanlığın bilgiye ihtiyacı var. Ama iki gün içinde gönderip de görüşümüzü istiyorlar, işte, bu, zor durumda bırakıyor bizleri.

Bir de salım ticaretinin hukukî altyapısı dendi. Hukukî altyapısı olmayan bir şeyin işlemesi mümkün değil. Hukukî altyapısı ve ticarî denetim sistemi, akreditasyon, akredite olmuş kayıt sistemi olmayan bir yerde çıkarttığınız emisyon ticaret kâğıtlarının sahte tahvil basmaya eşdeğer olabileceğini düşünmek lâzım hukukî açıdan baktığınızda. O nedenle bunun bir hukuk çerçevesi içine oturtulması lâzım. AB bile bunu daha yeni oturttuğunu zannediyor. Oturmuş durumda değil. Çünkü uluslararası düzeyde geçerlilik kazanabilmesi için bu emisyon ticareti belgelerinin BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekreteryası’nın hazırlayacağı, oluşturacağı sisteme entegre olması ve oradan olur alması gerekir. Türkiye’de de bunun ticaretini yapanlar var. Engellememek lâzım, ümitlerini, şevklerini kırmamak lâzım. Ama geçerli olup olmadığı, bir soru işareti. Emisyon ticaretiyle ilgili olarak Ankara’da 22 Şubat’ta bir toplantı olacak. İlgilenenler olursa katılmalarında fayda var.

Engin Ural - Caner Bey de, konuşması sırasında hukukî altyapıdan söz etti. Huriye Hanım, biraz önce, hukukçu gözüyle yaptığınız açıklamalara eklemek istediğiniz şeyler olabilir mi?

Prof. Dr. Huriye Kubilây (Dokuz Eylül Üniversitesi) - Ülkemizde 9 Ekim 2003 tarihinde kabul edilen 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu hükümleri çerçevesinde, çevre ile ilgili bilgilere erişim mümkündür.

Aralarında Avrupa Topluluğu’nun da bulunduğu ve 26 ülkenin taraf olduğu, 25 Haziran 1998 tarihinde kabul edilen ve 30 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe giren Aarhus Sözleşmesi, bilgi edinme hakkını ve kamu makamlarının bilgiye erişimi sağlama yükümlülüğünü düzenlemektedir. Çevresel bilgilerin yayınlanması hakkında, 2003/4/EC sayılı Yönerge’nin 7. maddesi, taraf devletlere, kamu makamlarının kendi işlevleri ile ilgili çevresel bilgileri aktif ve sistematik olarak elektronik teknolojileri ve/veya bilgisayar telekomünikasyon araçları ile yayınlama yükümlülüğü getirmektedir. Türk Hukuk Sistemi’nde idarî makamların çevre konusunda böyle genel bir bilgilendirme yükümlülüğü bulunmamakla birlikte, Türkiye’nin 24 Mayıs 2004 tarihinde taraf olduğu Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin “Taahhütler” başlığı altında düzenlenen 4. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendi uyarınca, tüm taraflar, Montreal Protokolü ile denetlenemeyen tüm sera gazlarının insan kaynaklı salımları ve yutaklar tarafından uzaklaştırılanlarını ele alarak, iklim değişikliğini azaltacak önlemleri içeren ulusal ve uygun durumlarda bölgesel programları ve iklim değişikliğine uyumu kolaylaştıracak önlemleri oluşturacak, uygulayacak, yayınlayacak ve düzenli olarak güncelleştireceklerdir.

Engin Ural - Henüz erken ama, bir hukukçu olarak merak ediyorum. Eğer taraf olursak, Kyoto ile ilgili bir yorum farklılığı ortaya çıktığında ne yapılabilir?

Prof. Dr. Huriye Kubilây (Dokuz Eylül Üniversitesi) - Kyoto Protokolü, yorum ve uygulama konusunda bir uyuşmazlık halinde, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin ilgili hükmüne gönderme yapmaktadır. Bu hüküm uyarınca, uyuşmazlıklar, Uluslararası Adalet Divanı veya Hakem Mahkemesi tarafından çözüme kavuşturulur.

Engin Ural - Arada iyi uygulamalar da oluyor, bir şeyler de yapılıyor noktasından hareketle, bir konuyu açmak istiyorum. Bizim Türkiye Çevre Vakfı olarak İstanbul ve Kocaeli’nde yaptığımız, şu anda da İzmir’de yapmakta olduğumuz toplantıyla birlikte, bu çalışmalar içinde ortaya çıktı, özellikle Kocaeli’nde vurgulandı. İyi uygulamalar “good practices” dediğimiz bir konu var. Neler yapılıyor? Bu konuyla ilgili, o iyi adımların ortaya çıkmasında da fayda var. Yani tenkit edeceğiz, yapılması gerekenleri söyleyeceğiz, düşüncelerimizi açıklayacağız, doğru, güzel, yararlı. Ama bazı iyi örnekleri de yaygınlaştırmak için, iyi örnekleri de ortaya çıkarmamız lâzım. Kocaeli’ndeki toplantı sırasında, çimento sektörü ve özellikle Nuh Çimento, bu konuda yaptıkları iyi uygulamaları ortaya koymaya, belirtmeye, paylaşmaya hazır olduklarını ifade ettiler. Bu da belki bizler için yeni bir proje konusu olabilir. Dolayısıyla özellikle iş dünyası temsilcilerinden bu konudaki fikirlerini de almak isteriz.

Ertuğrul Barka (Kimya Mühendisleri Odası) - Bizim özellikle Ege Çevre ve Kültür Platformu olarak yapmış olduğumuz mücadeleler var. 20 yıldır süren bir altın madenciliği mücadelesi. Dolayısıyla 2B, orman arazileri ve kültür balıkçılığıyla ilgili konular var. Çevreci elitler burada. İşin bilimsel, teknik ve hukukî tarafı konuşuluyor ve gönüllüler salt coşkularıyla konuşuyor. Bir de politik kararları verenler var ki, onlar bunların bilimsel, teknik ve hukukî taraflarında yeterince bilgiye sahip değil. Bu tür ortamlarda bunu politik tabana oturtmak lâzım. Çünkü yaşam, politika. İşin felsefî tarafına da bakılması lâzım. Ben bunları açık yüreklilikle söylüyorum. Çünkü biz Türkiye’de ciddî boyutlarda mücadele veriyoruz. Ben hazır burada, insanları bulmuşken düşünceleri felsefî açıdan söyleyeyim ki, örtülenmemesi gereken şeyler örtülenmesin de doğru iş yapalım. Yapılması gerekenler yapılmıyor, bunu politikacılar iyi bilir. Sanayiciler, iş adamları yapmak zorunda olan insanlar, yaptıkları işten memnun olmasalar da yapıyorlar.

İnsanlık öyle bir yere gelmiş ki, işte kalkınmanın sürdürülebilirliği. Yaşamın sürdürülebilirliği.

Bizim gibi ülkelere dayatılan işler enerji yoğun, ekosistemi yıkan yatırımlar. Meselâ ben burada şunu da öğrendim. Bizim CO2 emisyonumuzu da buraya kullanmaya geliyorlar, o yatırımlar için. Yani hem para kazanıyorlar, hem de kendi ekosistemlerinde, kendi yaşam alanlarında yapmadıklarını, yatırımlarını, getirip bizim ülkemizde yapıyorlar. Burada bu işin politikasını, felsefesini de konuşmak, değerlendirmek lâzım. İşin bence reel çözümüne ulaşmak istiyorsak, politik ve felsefî tarafıyla da konuşup tartışmak lâzım.

Engin Ural - Söylediklerinize bir ölçüde katılırım ama, bu toplantı, Sizin “elit” dediğiniz ilgililerle, sanayicilerle, uzmanlarla yapılan bir tartışma toplantısı. İşin siyasî yönü, şu an için bu çerçevenin dışında.

Prof. Dr. Ferhan Sami Atalay (Ege Üniversitesi) - Salımlar iklim değişikliğinde o kadar problem olmayabilir. İklim değişikliğinde bir çok faktör var. Bunlardan biri de çevre kirlenmesi. Yani biz çevre kirlenmesini de gözardı edersek, istediğimiz kadar karbonu kontrol edelim çok fayda sağlamaz.

Ertuğrul Bey’in söylediklerine katılıyorum. Bir ülkede insanların faaliyetlerini sürdürebilmesi için mutlaka ve mutlaka temel ihtiyaçlarının karşılanması lâzım. Bunların başında besin geliyor, enerji geliyor. Dolayısıyla bunları da yapılabilmesi için, endüstriyel faaliyetler de mutlaka gerekiyor. Meselâ, altın işletmeciliğini tartışabiliriz. Altını biz piyasada, ziynet eşyası olarak vs. ekonomik değer olarak gözardı edersek, nerede kullanacağız? Dolayısıyla altın çıkarmaya gerek yok. Ama ekonomik olarak varsa ve ülkemizin de bu tür kaynakları varsa, neden çıkarmayalım? Fakat sanayicinin mümkün olduğu kadar gelecek nesillere de kaynak bırakması gerekir. Teknolojiyle mümkün olduğu kadar çevre ekolojisini bozmadan yapması lâzım.

Biz, buradaki insanlar, şu anda karbon salımı yapıyoruz. Yaşamımızın bir sonucu. Ben şu anda karbon salımı yapmak zorundayım. Bitkiler de yapıyor. Dolayısıyla dünyayı kirleten önemli varlık da insan. İnsan faaliyetlerini de kısıtlayamayacağımıza göre, tedbirler almak zorundayız. Bu tedbirlerin başında da enerji tasarrufu yapmak, yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmak geliyor. Endüstriyel faaliyetlerden vazgeçemeyeceğimize göre, çevreye en az etki eden teknolojiler geliştirmek, bu yolda tedbir almak gerekiyor.

Ertuğrul Barka (Kimya Mühendisleri Odası) - Kalkınmanın sürdürülebilmesi deniyor. Ekonomik değerlerle ekolojik değerler uzlaşmaz bir çelişkidir. Uzlaşı tarafı yoktur. Kaldı ki, yaşamın sürdürülebilirliğinden kasıt, ekolojik değerler içinde insan gereksinimlerinin karşılanmasıdır, yaşamın devamıdır. Sermaye artık bugün öyle bir hale gelmiş ki, çığırından çıkmış. Biz insan gereksinimlerini karşılayacak şekilde faaliyetler yerine, sermayenin büyümesi için faaliyetler yapar hale gelmişiz. Sermaye, dünyayı esir almış vaziyette. Dünyadaki yaşamsal kaynakların % 30’unu tüketmişiz sadece son otuz yılda. Birleşmiş Milletler’in yayınladığı raporlar var. Yani şu ülke, bu ülke değil, yaşamın bütünüyle ilgili. İşte kutup ayıları ölüyor, canlıların hepsi tehlikededir, yaşam tehlikede.

Caner Zanbak - Çıkan, salınan metan gazını hiç olmazsa işe yaramadan yakarak atmak yerine bir şeyler kazanarak almak iyi bir şey. Yararlıdır, yakılmalıdır ama yine de CO2 çıkacak. En azından yaşam döngüsüne baktığımızda çıkacak sentetik gazlardan kimyasal madde elde etseniz de, yine CO2 çıkacaktır. Sıfır karbon, değişik bir konu. Meselâ Norveç on yıl içinde karbon nötr bir ülke olacağına karar vermiş. Karbon nötr nedir? Hiç CO2 salmayacak anlamına gelmiyor. Öyle bir şey yapacak ki, kâğıt üzerinde, orada, burada, uluslararası alanda, onun bunun karbonunu saklayacak, ona gidecek destek verecek, CO2’ini azaltacak, onun azalttığını kendine kredi olarak koyacak. Bu arada kendisi zaten hidroelektrik santrallar kullanıyor, zaten doğalgazı var. Dolayısıyla ben sıfır karbonluyum diyecek. Ertuğrul Bey’in konularında, tartışılacak başka noktalar da var. Biz Kimya Sanayicileri Derneği olarak, nasıl bir hazırlık yapıyoruz sanayiciye? Sera gazı azaltımlarına yönelik neler yapılıyor? Yani sanayi ya da bir kurum çalışırken bir kimya mühendisinin bir eylem planı var mı?

Doğal kaynakları kullanmadan bir ülke kalkınamaz. Doğal kaynakları tarumar ederek de kalkınamamış bir yığın üçüncü dünya ülkesi var. Ama biz, o üçüncü dünya ülkelerinden değiliz. Eğer bir ülke kendini sömürttürüyorsa, sömürülmeye lâyıktır. Türkiye, sömürülmeye lâyık bir ülke değil, kendini sömürttürmeyecektir de. Ancak, farkında olmadan işte bu Kyoto oyunları gibi, ya da kotalarımızı ihlâl edecek gelişmeler gibi konularda dikkatli olmamız lâzım, uyanık olmamız lâzım.

Yorumlar

Popüler Yayınlar