Kentsel Dönüşüm Açısından Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması
Kentsel Dönüşüm Açısından Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması (6306 SAYILI AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN DÖNÜŞTÜRÜLMESİ HAKKINDA KANUN AÇISINDAN MÜLKİYET HAKKININ SINIRLANDIRILMASI*)
Türkiye’nin bir deprem bölgesi olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Türkiye’de 1900’lü yıllardan başlayarak günümüze kadar küçüklü büyüklü birçok deprem meydana gelmiştir. Bunlardan, 1939 ve 1992 Erzincan depremleri, 1999 Marmara depremleri, 1941, 1976 ve 2011 Van depremleri en şiddetli depremler olmuştur. Halen yürürlükte olan “Türkiye Deprem Bölgeleri Haritası” dikkate alındığında ülkemizin %96’sı farklı derecelerde deprem riskine sahip bölgeler içindedir ve nüfusunun %98’i bu bölgelerde yaşamaktadır[1].
Türkiye, sürekli deprem riski altında olmasına rağmen, mevcut yapıların büyük bir kısmı muhtemel depremlere karşı dayanıklı değildir ve orta şiddetteki bir depremde dahi ağır derecede hasar görüp yıkılmaktadır. Bu durum, sosyo-ekonomik sorunlara yol açmakta ve Devletin beklenmedik bir anda büyük mali zararlara katlanmasına sebep olmaktadır[2].
Anayasa’nın 17. maddesinde, “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” Bu hüküm, Devlete negatif bir yükümlülük getirmektedir. Anayasa’da Devletin bu husustaki negatif yükümlülüğünün yanında, pozitif yükümlülüğünü içeren hükümler de mevcuttur[3].
İşte, Türkiye’deki deprem gerçeği karşısında ve pozitif yükümlülüğün bir gereği olarak, söz konusu olumsuz durumu en aza indirmek için 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” 16.5.2012 tarihinde kabul edilmiş, 31.5.2012 tarihinde ise yürürlüğe girmiştir[4].
Bu çalışmada, özel mülkiyette bulunan taşınmazların maliklerinin mülkiyet hakkından doğan yetkilerine 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” ile getirilen sınırlamalar ele alınacaktır. Nitekim, Kanun’un genel gerekçesinde riskli alanların dönüştürülmesinin mülkiyet hakkını ve mülkiyet dışındaki sınırlı ayni hakları etkileyeceği açıkça ifade edilmiştir[5].
I. GENEL OLARAK MÜLKİYET HAKKI VE SINIRLANDIRILMASI
Kamu düzeni ve toplum hayatı gibi birtakım gereklerden ötürü temel hak ve özgürlüklere bazı sınırlamalar getirilebilir. Bu husus, bireyler açısından da ehemmiyet arz eder. Çünkü, sadece genel ilkeler biçiminde ilan edilen, açık düzenlemelerle koruma altına alınmayan temel hak ve özgürlükler bireyler açısından pratik bir değer taşımaz[6]. Dolayısıyla, temel hak ve özgürlüklere bazı sınırlamalar getirilmesi kaçınılmazdır. Ancak, bu sınırlamaların ne şekilde ve hangi ölçüde yapılacağının da belirlenmesi gerekir. Bu gereklilik, hukuk devleti ilkesi, kanunilik ilkesi ve hukuki güvenlik ilkesi gibi temel hukuk ilkelerinin bir neticesidir.
İnsan hakları önem ve öncelik bakımından bir hiyerarşiye tabi tutulursa, en önemli hakkın yaşama hakkı olacağı şüphesizdir. Çünkü insan yaşadığı süre zarfında diğer haklarının bir önemi vardır[7]. İnsanın yaşamını devam ettirebilmesi için de zorunlu birçok şeye ihtiyacı vardır. Bu durum, insanda bunlara sahip olma isteğine ve gayretine sebebiyet verir. Bu nedenle çalışıp, gayret edip, üretmek zorunda olan insan; kendi emeğinin ve gayretinin neticesine başkalarından ziyade kendisinin sahip olmasını ister. Bu durum, insanın doğasından kaynaklanır. Çünkü insan, doğuştan mal ve mülk edinmeye eğilimlidir[8]. Bu bağlamda, yaşama hakkı ile mülkiyet hakkı arasında sıkı bir bağın olduğunu söyleyebiliriz.
Mülkiyet hakkı, ayni bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayni hak ise, herkese karşı ileri sürülebilen ve sahibine bazı yetkiler veren malvarlığına ilişkin mutlak bir haktır. Bu kapsamda mülkiyet hakkı, eşya üzerinde en geniş yetki sağlayan ayni bir hak olarak nitelendirilmektedir[9]. Mülkiyet hakkı ayni hakların tüm özelliklerini bünyesinde taşıdığı için bütün ayni hakların en kapsamlısı ve en mükemmeli olarak kabul edilir[10]. Bu hakkın ihlal edilmesi devlet tarafından müeyyideye bağlanmıştır. Bu bağlamda mülk sahibi olan kişiler, mülkiyetlerine yönelen herhangi bir haksız saldırıyı, “toplumda en üstün güç kullanma yetkisine sahip olma” niteliğini taşıyan devlet ile bertaraf etme olanağına kavuşmuşlardır[11]. Mülkiyet hakkı, kişiye bir takım yetkiler verir. Bunlar; “kullanma (usus)”, “yararlanma (fructus)” ve “tasarruf etme (abusus)” yetkileridir.
Mülkiyet hakkı, hem bireyin birey üzerindeki egemenliğinin bir aracı hem de devlete karşı birey özgürlüklerinin bir teminatı olabilmektedir. Ayrıca taşınmaz mülkiyeti, kapsamında yetkiler ve ödevler barındırmaktadır. Bundan dolayı bu mülkiyetin, denetim altına alınması ve düzenlenmesi gerekmektedir[12].
Nitekim, mülkiyet hakkının sınırlandırılmasının kapsamı hem ulusal hem de uluslararası mevzuatlarda düzenlenmiştir. Mülkiyet hakkı ve sınırlandırılması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Protokol [AİHSEP (1 No’lu Protokol)] madde 1’de “Mülkiyetin Korunması” başlığı altında şu şekilde düzenlenmiştir: “Her gerçek ya da tüzel kişi, mülkiyetinden/mamelekinden müdahale edilmeksizin yararlanma hakkına sahiptir. Hiç kimse, kamu yararı uyarınca ve yasanın ve uluslararası hukuk genel ilkelerinin öngördüğü koşullara tabi olarak mülkiyetinden yoksun bırakılması hariç, mülkiyetinden yoksun bırakılmayacaktır.”“Ancak yukarıdaki hükümler hiçbir biçimde, bir Devletin, mülkiyetin genel yarara uygun olarak kullanılmasını denetim altına almak ya da vergilerin yahut diğer yükümlülüklerin yahut para cezalarının ödenmesini temin etmek üzere gerekli gördüğü nitelikteki yasaları yürürlüğe koyması yetkisine halel getirmeyecektir.”AİHM, davalı Devlet tarafından mülkiyet hakkının ihlal edilip edilmediğini AİHSEP kapsamında özetle şu şekilde inceler[13]: a) İlk aşama, yapılan müdahalenin kanunla öngörülüp öngörülmediği; b) İkinci aşama, söz konusu müdahalenin sınırlama kriterlerine, başka bir ifadeyle, meşru amaçlara uygun olup olmadığı ve c) Üçüncü aşama ise, müdahalenin “demokratik toplumda gerekli” olup olmadığıdır. Son aşama, aynı zamanda müdahalede güdülen meşru amaçla yapılan müdahalenin “ölçülü” olup olmaması bakımından incelenmesi anlamına gelmektedir.
Ulusal mevzuatımız açısından ise durum şöyledir: Hem 1982 Anayasası’nda hem de Türk Medeni Kanunu’nda mülkiyet hakkı düzenlenmiş ancak tanımlanmamıştır. Mülkiyet hakkı ve sınırlandırılması Anayasa’nın 35. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde ise bu hak “Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir” şeklinde düzenlenmiştir. Belirtmek gerekir ki, 743 sayılı Eski Medeni Kanun’da “hukuk düzeni” yerine “kanun dairesi”ifadesi kullanılmıştır[14]. Yani, eskiye oranla sınırlamanın kapsamı genişletilmiştir. Bununla birlikte, genel bir sınırlama sebebi olan ve Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen “hakkın kötüye kullanılması”, ile bu geniş alan daraltılmıştır[15]. Buna göre, “Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.”II. 6306 SAYILI KANUN İLE MÜLKİYET HAKKINA MÜDAHALE
6306 sayılı Kanun, mülkiyet hakkına müdahale getiren birçok hüküm içermektedir. Bu müdahaleler, “risksiz yapıların projeye tabi olma zorunluluğu”, “tasarrufların kısıtlanması”, “kararların en az üçte iki çoğunlukla alınması” ve “acele kamulaştırma” olmak üzere dört başlık altında değerlendirilecektir.
A. Risksiz Yapıların Projeye Tabi Olma Zorunluluğu
6306 sayılı Kanun’un 3. maddesinin 7. fıkrasına göre, “Bu Kanunun uygulanması için belirlenen alanların sınırları içinde olup riskli yapılar dışında kalan diğer yapılardan uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli görülenler de bu Kanun hükümlerine tabi olur.”Belirtmek gerekir ki, böyle bir düzenleme öncelikle Kanun’un düzenleniş amacı ve genel gerekçesiyle çelişmektedir. Çünkü, bu Kanun’un adı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” olup, amacı da bu kapsamda afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemektir. Ayrıca, söz konusu düzenlemeyle mülk sahipleri sağlam yapılarını bir anda kaybetme ve yıktırıldığı takdirde yeni binalara geçerken mülklerinin küçülmesi veya zarara uğrama ihtimali ile karşı karşıya kalacaklardır. Genel gerekçede, Anayasa’nın 23 ve 56. maddelerine atıf yapılarak sağlıklı, dengeli ve güvenli bir çevrede yaşama hakkı vurgulanmış ve Türkiye’deki deprem gerçeğine değinilmiştir. Ancak, sadece “uygulama bütünlüğü bakımından” riskli olmayan yapıların da bu Kanun kapsamına alınması mülkiyet hakkına bu denli bir müdahale için yeterli bir gerekçe oluşturmamaktadır.
Söz konusu müdahale yetkisinin, “Bakanlıkça gerekli görülenler” ibaresiyle muğlâk bir ifadeye bağlanmış olması da “belirlilik”, “kanunilik” gibi birtakım idare hukuku ilkelerine ve dolayısıyla “hukuk devleti” ilkesine aykırılık teşkil etmektedir[16]. Hukuk devleti ilkesinin, diğer bir ifadeyle hukukun üstünlüğü ilkesinin en önemli özelliklerinden biri de “belirlilik” ve “öngörülebilirlik”tir. Söz konusu ilkeler, hak sahiplerini beklenmedik müdahalelere ve sürprizlere karşı korumakta, onların tasarruflarını gerçekleştirirken hukuki durumunu göz önünde bulundurmalarını sağlamaktadır. Yine bu ilkeler, mülkiyet hakkı sahibinde bir güven duygusu oluşturmaktadır[17]. Ancak, bu ilkeleri ilgilendiren davalarda AİHM, açıkça keyfilik göze çarpmadıkça bunlara ilişkin takdir yetkisini ulusal makamlara bırakmıştır. Bu bağlamda AİHM, yapılan müdahalenin hukuki olup olmadığını değerlendirdiği davalarda az sayıda ihlal kararı vermiştir[18]. Anayasa Mahkemesi de vermiş olduğu kararlarda belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerini vurgulamaktadır[19].
Risksiz yapıların projeye tabi tutulma zorunluluğu, Anayasa’nın 13. maddesinde öngörülen öze dokunma yasağına da aykırılık oluşturmaktadır. Anayasa Mahkemesi, “öze dokunma”yı temel hak ve özgürlüğü büyük ölçüde kısıtlayan veya kullanılmaz hale getiren sınırlamalar olarak ifade etmektedir[20]. Her temel hakkın güvence altına aldığı alan içerisinde mutlak olarak koruduğu, dokunulması mümkün olmayan unsurlar yer almaktadır. Bir temel hakkın varlık sebebini oluşturan ve dokunulmaz kabul edilen bu unsurlar, söz konusu hakkın özünü, cevherini oluşturmaktadır[21]. Bu bağlamda, 6306 sayılı Kanun bakımından söz konusu hüküm; her koşulda riskli yapılar ile risksiz yapıların aynı kapsamda değerlendirilmesini öngördüğünden ve risksiz yapıların “Bakanlıkça gerekli görülenler” şeklinde muğlâk bir ifadeye bağlanmış olduğundan risksiz yapılar arasında haklı nedene dayanmayan bir eşitsizlik oluşturmuş ve bunlar da mülkiyet hakkının özüne dokunan müdahaleler meydana getirmiştir.
Mülkiyet hakkına getirilecek sınırlamalar, aynı zamanda Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olmalıdır. Özgürlükler kural olmalıdır, sınırlamalar ise istisna ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu ölçüde olmalıdır. Ayrıca demokratik bir hukuk devletinde, güdülen amaç ne olursa olsun, özgürlük sınırlandırmalarının bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını ortadan kaldıracak düzeyde yapılmaması gerekir[22].
TBMM Esas Komisyon Raporu’nda Bakanlar Kurulu'na tanınan yetkinin verilecekse de zorunlu hallerde yürütmenin dışında bağımsız bir kuruluşa verilmesi gerektiği ifade edilerek, söz konusu fıkranın şu şekilde değiştirilmesi önerilmiştir: “Bu Kanun’un uygulanması için belirlenen alanların sınırları içine olup riskli yapılar dışında kalan diğer yapılardan uygulama bütünlüğü bakımından TMMOB tarafından saptanacak ve mimar, mühendis ve şehir plancılarından oluşacak üç kişilik bir heyet tarafından gerekli görülenler de bu Kanun hükümlerine tabi olur.” Bu öneri, Bakanlıkta toplanan yetki temerküzünün bertarafı için olumludur. Ancak, “uygulama bütünlüğü bakımından gerekli görülenler” şeklindeki muğlâk ifadeye bir çözüm getirmemektedir.
B. Tasarrufların Kısıtlanması
Tasarrufların kısıtlanması, Kanun’un 4. maddesinde düzenlenmiştir. İlk fıkraya göre, “Bakanlık veya uygulamayı yürütmesi hâlinde TOKİ veya İdare, riskli alanlarda, riskli yapıların bulunduğu taşınmazlarda ve rezerv yapı alanlarında bu Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince her türlü imar ve yapılaşma işlemlerini geçici olarak durdurabilir.”Bu düzenleme, mülkiyet hakkına bir müdahaledir. Çünkü, mülkiyet hakkının sahibine verdiği yetkilerden biri de tasarrufta bulunmadır. Tasarrufta bulunma yetkisi malike, yasanın belirlediği sınırlar içinde “şey”i devir ve temlik etme, şeklini değiştirme, yok etme, harap etme, bağışlama¸ortadan kaldırabilme, özetle “şey”e ve “şey”de istediğini yapabilme imkânını verir[23]. Söz konusu fıkra ile maliklerin tasarrufta bulunma yetkileri kısıtlandığı için mülkiyet hakkına bir müdahale oluşur. Ancak, her müdahale hukuka aykırı bir müdahale olmayabilir. Nitekim, böyle bir sınırlama da kanunla yapıldığından ve Anayasa’nın hakkın özüne dokunmama gibi temel ilkelerine aykırı olmadığından dolayı hukuka uygun bir müdahaledir. Çünkü, bu müdahale hakkı tamamen ortadan kaldırmamakta, geçici olarak sınırlandırmaktadır.
Söz konusu düzenleme açısından mülkiyet hakkını zedeleyecek husus, “geçici olarak sınırlandırma”nın uzun sürme ihtimalidir. Bu sınırlandırmanın azami süresi belirtilmediği için, burada idarenin takdir yetkisi söz konusudur. Ancak idarenin takdir yetkisi keyfi ve sınırsız olamaz. İşte idare, söz konusu sınırlandırmayı keyfi bir şekilde uzatırsa, bu durumda mülkiyet hakkına müdahale hukuka aykırı bir hal alacaktır. Çünkü, böyle bir müdahale “ölçülülük ilkesi”[24]ne aykırılık teşkil eder.
Ölçülülük ilkesi, kamu otoritesine, elindeki sınırlama sebeplerine dayanarak öngörülen sınırlama amacını gerçekleştirmeye yarayacak en az sınırlayıcı ve öngörülen amaca ulaşmaya en elverişli olanı seçme yükümlülüğü getirmektedir[25]. Aksi halde, Makyavelizmdeki, “amaca giden her yol mübahtır” anlayışıyla hareket edilmiş olacaktır.
AİHM kararlarında ölçülülük ilkesi, mülkiyetten yoksun bırakılma anlamında başvurulan araç ile güdülen meşru amaç arasında makul ve dengeli bir orantılı ilişkinin olması olarak okunur. AİHM’nin başka kararlarında bu ilkeye “adil denge/fair balance” da denilmektedir. AİHM, kamunun genel yararının talepleri ile bireyin temel haklarının korunması gerekleri arasında adil bir dengenin kurulup kurulmadığını veya başvurucuya ölçüsüz ve aşırı bir külfet yüklenip yüklenmediğini inceler. Mahkeme, bireyin mülkiyet hakkına müdahale edilerek, onun “olağandışı ve aşırı” bir külfet altına sokulması halinde “adil denge”nin bozulacağına hükmetmektedir[26]. İşte, mülkiyete müdahalelerde sınırlama süresi de ölçülülük ilkesinin önemli ölçütlerindendir. Bunların başında, imar kayıtlamaları ile kamulaştırma şerhleri olmak üzere taşınmazların kullanımını veya onlardan yararlanmayı engelleyen müdahalelerin süresi gelmektedir. Nitekim, AİHM’nin Sporrong ve Lönnroth-İsveç[27], Rozanski-Polonya[28] veSkrzynski-Polonya[29] davaları bu ölçüte örnek olarak verilebilir[30].
Sporrong ve Lönnroth-İsveç davasında, kamulaştırma izni ile inşaat yasağının uzun bir süre için öngörülmüş olmasının, toplumun genel yararının gerekleri ile bireysel yarar arasındaki dengeyi bozduğu yönünde hüküm tesis edilmiş ve mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir[31]. Söz konusu kararda, özetle, toplumun genel yararı gereği, bireylerin sahip olduğu taşınmazlar üzerine getirilen sınırlamaların uzun süreli olması veya herhangi bir tazmine bağlı olmaksızın öngörülmesi halinde toplumun genel yararının gerekleri ile bireysel yarar arasındaki dengenin bozulacağına, dolayısıyla bireylerin mülkiyet hakkının ihlal edilmiş olduğuna karar verilmiştir. Karara konu olaya, İsveç Hükümeti tarafından yapılan kentin güzelleşmesi, yıpranan yerlerin yenilenmesi ve yolların yapımı konulu kentsel planlama çalışmaları sebebiyet vermiştir. Söz konusu çalışmalar, toplum yararını benimsemekte ise de maliklerin taşıdığı yük katlanılmaz olduğundan Mahkeme, toplum yararı ile bireysel yararın arasındaki dengenin bozulmuş olduğuna bu nedenle AİHSEP’in 1. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir[32].
Kanun’un 4. maddesinin üçüncü fıkrasına göre ise, “Uygulama sırasında Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından talep edilmesi hâlinde, hak sahiplerinin de görüşü alınarak, riskli alanlardaki yapılar ile riskli yapılara elektrik, su ve doğal gaz verilmez ve verilen hizmetler kurum ve kuruluşlar tarafından durdurulur.” Bu fıkraya ilişkin olarak gerekçede şöyle denilmiştir: “Ayrıca, öngörülen maksadın gerçekleştirilmesini temin için, Kanunun uygulanması sırasında gerekmesi ve talep edilmesi hâlinde, riskli alanlardaki yapılar ile riskli yapılara bazı hizmetlerin verilmeyeceği ve verilenlerin durdurulacağı hükme bağlanmaktadır.” Dolayısıyla söz konusu fıkra, gerekçede de ifade edildiği gibi Kanun’la öngörülen amacın gerçekleştirilmesini sağlamak için getirilmiştir. Yani bu şekilde, vatandaşın can güvenliği açısından riskli olan bir yapıda oturmaya devam etmesine engel olunması amaçlanmış ve yaşama hakkı dikkate alınmıştır. Tabii ki söz konusu hizmetler kısıtlanmaktadır ve bunun da malikin mülkiyet hakkını dilediği gibi kullanması bakımından bir sınırlama getirdiği söylenebilir. Ancak bu sınırlama, riskli yapılar açısından kanunla öngörülme, üstün kamu yararı ve kamu güvenliği gibi gerekçeler doğrultusunda hukuka uygun bir müdahaledir. Hatta idare, böyle tedbirler almazsa ve gelecekte bu yapılarda herhangi bir afet sonucu can ve mal kayıpları olursa idarenin sorumluluğu söz konusu olacaktır. Nitekim, Türkiye’nin tazminata mahkûm edildiği Ümraniye’deki çöplük patlamasına dair Öneryıldız-Türkiye davası benzer bir duruma ilişkindir. Devletin AİHSEP kapsamında pozitif yükümlülüğüne işaret eden bu karar özetle şöyledir:
Başvurucu ailesiyle birlikte çöplük alanında bir gecekondu yapmış ve çöplük patlaması meydana gelene kadar o çevrede yaklaşık beş yıl bir sosyal çevre ve aile yaşamı kurmuştur. İdare gecekonduyu yıkmamıştır ve kaçak yapıya resmi olarak elektrik ve su bağlamıştır. Ayrıca, başvurucular vergi ödemişlerdir. Başvurucu, yerleşim yerinde ikamet eden kişilere, çöp döküm alanının oluşturduğu tehlike ile ilgili Devlet tarafından bilgi verilmemesinin ve havalandırma bacası kurulmamasının AİHSEP madde 1’in ihlali olduğunu iddia etmiştir. AİHM söz konusu iddiaları, 1. Kural yani “mülkiyetten barışçıl biçimde yararlanma hakkı” kapsamında ele almıştır ve ilk olarak başvurucunun kamu otoritelerinden meşru olarak beklediği tedbirlerle malvarlığından etkili olarak yararlanması arasında doğrudan bağlantı bulunan durumlarda AİHSEP madde 1’in sadece müdahalede bulunmama şeklinde negatif bir yükümlülüğü değil aynı zamanda önlemler alma anlamında pozitif bir yükümlülüğü de gerektirebileceğini yinelemiştir. AİHM söz konusu olayda özellikle yaşama hakkı için geliştirdiği analizden yola çıkarak Devlete yüklenebilir ağır ihmal ile evin patlamada yok olması arasında bir nedensellik bağı kurmuştur. AİHM’e göre bu durum bir müdahale değil, ancak kamu makamlarının yetkileri dâhilinde olan tasarruflarda bulunmayarak pozitif yükümlülüğünün ihlaline sebebiyet vermiştir. Mahkeme, mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükler ile yaşama hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri özdeşleştirmiş ve Devletin ölümü soruşturma yükümlülüğü konusunda soruşturmanın etkili olmamasından dolayı AİHS madde 2’de yer alan yaşama hakkının da ihlal edildiği sonucuna varmıştır[33].
Öneryıldız davasında da görüldüğü gibi, Devlet pozitif yükümlülüklerinin gereği olarak gerekli önlemleri almak zorundadır. Aksi halde sorumluluktan kurtulamayacaktır. Dolayısıyla Devlet, kişilerin elektrik suyunu kesmek zorunda da kalsa pozitif yükümlülüğünün ve bireylerin yaşama hakkının bir gereği olarak gelecekteki can kayıplarını önlemek için kişilerin mülkiyet hakkı tasarruflarını sınırlandırabilir.
C. Kararların En Az Üçte İki Çoğunlukla Alınması
Riskli binanın yıkılmasından sonra, yapılacak işlemler konusunda alınacak kararların, maliklerin hisseleri oranında oyçokluğuyla alınması 6306 sayılı Kanun’un “Uygulama işlemleri” başlığı altındaki 6. maddesinde düzenlenmiştir. Hükmün ilk fıkrası şu şekildedir:
“Üzerindeki bina yıkılarak arsa hâline gelen taşınmazlarda daha önce kurulmuş olan kat irtifakı veya kat mülkiyeti, ilgililerin muvafakatleri aranmaksızın Bakanlığın talebi üzerine ilgili tapu müdürlüğünce resen terkin edilerek, önceki vasfı ile değerlemede bulunularak veya malik ile yapılan anlaşmanın şartları tapu kütüğünde belirtilerek malikleri adına payları oranında tescil edilir. Bu taşınmazların sicilinde bulunan taşınmazın niteliği, ayni ve şahsi haklar ile temlik hakkını kısıtlayan veya yasaklayan her türlü şerh, hisseler üzerinde devam eder. Bu şekilde belirlenen uygulama alanında cins değişikliği, tevhit ve ifraz işlemleri Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından resen yapılır veya yaptırılır. Bu parsellerin malikleri tarafından değerlendirilmesi esastır. Bu çerçevede, parsellerin tevhit edilmesine, münferit veya birleştirilerek veya imar adası bazında uygulama yapılmasına, yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hâsılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir. Bu karara katılmayanların bağımsız bölümlerine ilişkin arsa payları, Bakanlıkça rayiç değeri tespit ettirilerek bu değerden az olmamak üzere anlaşma sağlayan diğer paydaşlara açık artırma usulü ile satılır. Bu suretle paydaşlara satış gerçekleştirilemediği takdirde, bu paylar, Bakanlığın talebi üzerine, tespit edilen rayiç bedeli de Bakanlıkça ödenmek kaydı ile tapuda Hazine adına resen tescil edilir ve yapılan anlaşma çerçevesinde değerlendirilmek üzere Bakanlığa tahsis edilmiş sayılır veya Bakanlıkça uygun görülenler TOKİ’ye veya İdareye devredilir. Bu durumda, paydaşların kararı ile yapılan anlaşmaya uyularak işlem yapılır.”Kanun’un Uygulama Yönetmeliği’nin[34] 15. maddesine göre ise usul kısaca şöyledir: Riskli yapılarda, parsellerle ilgili işlemlerin değerlendirilmesi için yöneticinin veya denetçinin veya kat maliklerinin üçte birinin istemi üzerine, noter vasıtası ile yapılacak tebligat ile kat malikleri kurulu toplantıya çağrılır. Bu toplantıda, alınacak kararlar için bütün maliklerce oybirliği ile anlaşma sağlanamaması halinde, öncelikle riskli yapının değeri, Sermaye Piyasası Kurulu’na kayıtlı olarak faaliyet gösteren lisanslı değerleme kuruluşlarına tespit ettirilir ve bu değer gözetilerek oybirliği ile anlaşmaya çalışılır.
Söz konusu usule göre, oybirliğiyle anlaşma sağlanamaması halinde, yapılacak uygulamaya sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir. Bu karar tutanağa geçirilir. Tutanak, toplantıya katılan tüm kat maliklerince imzalanır. Bu karar, karara katılmayanlara ve kat malikleri kurulu toplantısına iştirak etmeyenlere noter vasıtasıyla tebliğ edilir. Ayrıca bu tebliğde, on beş gün içinde bu kararın kabul edilmemesi halinde bağımsız bölümlerine ilişkin arsa paylarının, Bakanlıkça tespit edilecek rayiç değerden az olmamak üzere anlaşma sağlayan diğer paydaşlara açık artırma usulü ile satılacağı, bu suretle paydaşlara satış gerçekleştirilemediği takdirde, bu payların, rayiç bedeli Bakanlıkça ödenmek kaydı ile tapuda Hazine adına re’sen tescil edileceği belirtilir.
Söz konusu düzenleme mülkiyet hakkına bir müdahale teşkil etmektedir. Çünkü düzenlemeye göre, karara katılmayan üçte birlik hisseye sahip olan paydaşların payları, öncelikle en az üçte iki çoğunlukla karar veren paydaşlara açık artırma usulüyle satılacak ve bu satış gerçekleştirilemediği takdirde bu paylar, Bakanlıkça ödenmek kaydı ile tapuda Hazine adına re’sen tescil edilecektir. Bu da malikin, mülkiyet hakkının ona verdiği tasarrufta bulunma yetkisini sınırlandırmak anlamına gelmektedir. Ancak, bu müdahaleyi AİHM kriterleri ışığında değerlendirecek olursak, kanunla öngörülmüş ve meşru bir amaca yönelik olduğundan hukuka uygun bir müdahale olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, Lithgow-Birleşik Krallık davasında, Mahkeme’ye göre meşru bir amaç olarak kamu yararı şartı, mülkiyete el koyma işleminin saiki ve haklılığıyla ilgili olduğu konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır[35].
Son olarak bu müdahale, demokratik toplumda gerekli bir müdahale midir? Yani, güdülen meşru amaçla yapılan müdahale ölçülü müdür? Daha önce de belirttiğimiz gibi, ölçülülük ilkesi, mülkiyetten yoksun bırakılma anlamında başvurulan araç ile güdülen meşru amaç arasında makul ve orantılı bir ilişkinin olmasıdır. Ölçülülük ilkesi, Devletlerin takdir yetkilerine halel getirmemektedir. AİHM verdiği kararlarda, bir müdahalenin ölçülü olup olmadığını incelerken, Devletlerin kullanılan araçların seçilmesinde geniş bir takdir yetkisi olduğunu ifade etmektedir[36].
Söz konusu soruya, olumlu yanıt vermek gerekir. Çünkü, afet riski altındaki alanlarda veya riskli binalarda can güvenliğinin sağlanması için bu müdahalenin ağır sonuçlar doğurmadan yapılması gerekmektedir. Nitekim, Kanun’un genel gerekçesinde de “Kanun, afet meydana geldikten sonra ‘yara sarma’ değil de, ‘yara almama’ anlayışına dayanmakta; böylece Anayasadaki ‘sosyal hukuk devleti’ ilkesinin hayata geçirilmesi için önemli ve etkili bir adım atılmasını temin etmektedir.” denilerek bu aciliyete dikkat çekilmiştir. Dolayısıyla, bu müdahaleyle, kamunun genel yararının talepleri ile bireyin temel haklarının korunması gerekleri arasında adil bir denge kurulmuştur. Diğer bir ifadeyle, bireyin mülkiyet hakkına müdahale edilmekle birlikte birey olağandışı ve aşırı bir külfet altında bırakılmamıştır. Yani bu müdahale, ölçülülük ilkesine uygun bir müdahaledir[37]. Ayrıca, bu düzenlemeden önce Türk Medeni Kanunu[38] ve Kat Mülkiyeti Kanunu[39] hükümlerine göre, eskiyen ve ekonomik ömrünü doldurmuş apartman veya sitelerin yıkılıp yeniden yapılması için tüm bağımsız bölüm maliklerinin oy birliğiyle karar alması gerekmekteydi. Bu yüzden, alınacak karara bir daire veya dükkân sahibi karşı çıktığında binayı yeniden yapmak imkânsız hale gelmekteydi. Ayrıca, eskiyen binalardan müteahhitler veya yatırımcılar bir daire satın alıp sistemi kilitler veya herkes aynı konuda uzlaşsa bile, bir daire sahibinin talepleri sürekli artar ve imzasını kullanmaktan çekinirdi. 6306 sayılı Kanun bu anlamda, kötü niyetli kişilerin planlarını bozmuş ve ülke genelinde kamu sağlığını ve güvenliğini tehdit eden eskimiş, ekonomik açıdan ömrü tükenmiş veya depreme karşı dayanıksız olan binaların yıkılıp yeniden yapılmalarının, yenilenmelerinin önündeki “oybirliği” engelini kaldırmıştır[40].
Belirtmek gerekir ki, söz konusu madde riskli yapıların yıkılmasından sonra alınacak kararlar hususunda bir düzenlemedir. Riskli yapılar yıkılmadan önce, güçlendirilebileceği teknik olarak tespit edilen binaların güçlendirme kararlarının ne şekilde alınacağı hususunda 6306 sayılı Kanun’da herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Dolayısıyla, bu durumda 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’na tabi bir binada güçlendirme konusunda bu Kanun’un 19. maddesinin esas alınması gerekmektedir. Buna göre, bir binada güçlendirme yapılabilmesi için kat maliklerinin beşte dördünün yazılı rızası gereklidir. Bununla birlikte, ortak yer ve tesislerdeki bir bozukluğun anayapıya veya bağımsız bir bölüme veya bölümlere zarar verdiğinin ve acilen onarılması gerektiğinin veya anayapının güçlendirilmesinin zorunlu olduğunun mahkemece tespit edilmiş olması halinde, bu onarım ve güçlendirmenin projesine ve tekniğine uygun biçimde yapılması konusunda kat maliklerinin rızası aranmamaktadır.
D. Acele Kamulaştırma
6306 Sayılı Kanun’un 6. maddesinin ikinci fıkrasına göre, “Üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması hâlinde, gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından acele kamulaştırma yoluna da gidilebilir. Bu Kanun uyarınca yapılacak olan kamulaştırmalar, 4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaki iskân projelerinin gerçekleştirilmesi amaçlı kamulaştırma sayılır ve ilk taksit ödemesi, mezkûr fıkraya göre belirlenen tutarların beşte biri oranında yapılır.” Bu hükme göre, bu usule gidebilmek için en az üçte iki çoğunluğun sağlanamaması şarttır. Yani en az üçte iki çoğunluk sağlandığı zaman ilk fıkradaki usule gidilmesi gerekir.
Acele kamulaştırma, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde düzenlenmiştir[41]. Bu hükme göre acele kamulaştırma, 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’nun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar verilen durumlarda veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda, kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere yapılan kamulaştırmalardır ve isminden de anlaşılacağı üzere normal kamulaştırma usulüne göre daha hızlı yapılan bir kamulaştırmadır.
Kamulaştırma usulüne uyulsa bile neticede mülkiyet hakkına bir müdahale oluşmaktadır. Çünkü kamulaştırma, malikin rızası aranmadan kamu yararı amacıyla yapılır. Acele kamulaştırmada ise bunların yanında işlemler daha hızlı yapıldığı ve birçok usul sonradan tamamlanmak üzere atlandığı için kişinin mülkiyet hakkına fiilen son verilmesine ivedilikle karar verilmektedir. Söz konusu 27. maddede “… o taşınmaz mala el konulabilir” denilmesi de bunun bir göstergesidir. Tabii ki acele kamulaştırma da olsa bu usulün de kamu yararı amacıyla yapılması gerekir. Ayrıca, acele kamulaştırma için Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde bazı koşullar öngörülmüştür. Buna göre, bu karar 3634 sayılı Kanun’un uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulu’nca karar verilmesi veya olağanüstü durumlarda özel kanunlarda öngörülmesi halinde verilebilir.
6306 sayılı Kanun afet riski gibi olağanüstü bir durumu ilgilendiren bir kanun olduğu ve tartışmalara yol açmayacak şekilde bu kararın Bakanlar Kurulu’nca verilmesi öngörüldüğü için yerinde bir düzenleme olmuştur. Ancak, Bakanlar Kurulu vereceği acele kamulaştırma kararlarında bu hususları belirtmesi gerekir. Yani, Bakanlar Kurulu’nun acele kamulaştırma kararında, “acelelik hali”ni somut olarak belirtmesi, dolayısıyla yapılacak kamulaştırmalar bakımından sınırlı bir çerçeve çizip, konu yönünden sınırlama yapması gerekmektedir. Aksi durumda işlem, mülkiyet hakkının korunması, kullanılması ve sınırlandırılması yönünden belirsizlik yaratacak ve mülkiyet hakkı ile sınırlandırılması arasındaki dengeyi neden göstermeden zedeleyecektir[42]. Bu durum da “belirlilik” ve “öngörülebilirlik” ilkelerine dolayısıyla hukuk devleti ilkesine aykırı olacaktır.
Riskli yapılarda kişilerin yaşama hakkı ön plana çıktığı için ve bir an önce riskli yapının boşaltılması gerektiği için böyle bir düzenlemenin bu anlamda olumlu olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte, acele kamulaştırmanın sadece riskli yapılar için öngörülmesi şeklinde Kanun’da değişikliğe gidilmesi yerinde olacaktır. Çünkü, risksiz yapılar açısından böyle bir ivedilik söz konusu değildir.
Ayrıca, Anayasa’nın 46. maddesi ve Kamulaştırma Kanunu’nun 3. maddesinde, kamulaştırmanın nakden ve peşin olarak ödenmek zorunda olduğu kural olarak belirtilmiş ve bunun istisnaları düzenlenmiştir. 6306 sayılı Kanun’a göre ise, yapılacak kamulaştırmaların Kamulaştırma Kanunu madde 3/2’deki iskân projelerinin gerçekleştirilmesi amaçlı kamulaştırma sayılacağı ifade edilmiştir. Buna göre idare, kamulaştırma bedelinin en az altıda birini peşin ödemek, kalan kısmı ise peşin ödeme miktarından az olmamak ve en fazla beş yıl içinde faiziyle birlikte ödemek üzere eşit taksitlere bağlamak zorundadır. Anayasa’nın ve Kamulaştırma Kanunu’nun söz konusu hükümlerinde, “Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.” denilerek istisnanın da istisnası belirtilmiştir. Ancak, 6306 sayılı Kanun’da böyle bir istisna yer almamaktadır. Örneğin; ikamet ettiği evi veya dükkân olarak kullandığı yeri yenileme projesi kapsamında kalan maliklerin kamulaştırma bedelleri de taksitle ödenebilecektir. Bu uygulamayla söz konusu malikler mağdur olabilecektir. Bu nedenle, belli bir miktarın altında olan veya ikamet ve iş amacıyla kullanılan taşınmazların bedelinin peşin olarak ödenmesi Kanun’da bir istisna olarak öngörülmesi yerinde olacaktır[43].
SONUÇMülkiyet hakkı, eşya üzerinde en geniş yetki sağlayan ayni bir hak olarak nitelendirilmekte ve bu hakkın ihlali halinde bazı yaptırımlar öngörülmektedir. Mülkiyet hakkı, kişiye birtakım yetkiler verir. Günümüzde bu hak, özünde sadece yetkiler öngören buna karşın ödevleri kabul etmeyen sınırsız bir hak olarak değerlendirilmemekte, kapsamında hem yetkiler hem de ödevler barındıran sınırlandırılabilir bir hak olarak kabul edilmektedir. Buna göre, malik hakkını istediği şekilde değil, belirli bir biçimde kullanmak zorundadır. Dolayısıyla, mülkiyet hakkına bazı sınırlandırılmalar getirilebilir. Ancak, bu sınırlamaların ne şekilde ve hangi ölçüde yapılacağı da düzenlenmek zorundadır. Bu zorunluluk, hukuk devleti ilkesi, kanunilik ilkesi ve hukuki güvenlik ilkesi gibi temel hukuk ilkelerinin bir gereğidir.
Mülkiyet hakkı, belirli sınırlar içinde ancak kanunla sınırlandırılabilir. Afet riski altındaki bölgelerde yer alan taşınmazların maliklerinin mülkiyet haklarının sınırlandırılması da 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” ile mümkün hale getirilerek, bu hakkın kanunla sınırlandırılabilmesi koşulu gerçekleştirilmiştir. Bu kapsamda, bu çalışmada mülkiyet hakkının 6306 sayılı Kanun açısından sınırlandırılması ele alınmıştır.
Kanunla sınırlandırma, mülkiyet hakkına müdahalenin şartlarından yalnızca biridir. Bunun yanında, bu sınırlandırmanın kamu yararı amacıyla yapılması ve Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan esaslara -özellikle de hakkın özüne dokunmama ilkesine, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine- uygun olması gerekir. Ancak, 6306 sayılı Kanun’da söz konusu ilkeleri zedeleyici ve mülkiyet hakkını ihlal edici birtakım düzenlemeler yer almaktadır. Bunların başında, risksiz yapıların da projeye tabi tutulma zorunluluğunun getirilmiş olması gelmektedir. Buna göre, Kanun’un uygulama sınırları içinde olup riskli yapılar dışında kalan diğer yapılar uygulama bütünlüğü bakımından bu Kanun hükümlerine tabi olacaktır. Hangi risksiz yapıların bu Kanun’a tabi olacağının belirlenmesi ise “Bakanlıkça gerekli görülenler” şeklinde muğlâk bir ifadeye bağlanmıştır. İdareye böyle bir takdir yetkisinin verilmesi, söz konusu esasların yanında “belirlilik ilkesi” ve “kanunilik ilkesi” gibi bir takım idare hukuku ilkelerine de aykırılık teşkil etmektedir.
Kanun’un 4. maddesinde düzenlenen riskli yapıların bulunduğu taşınmazlarda ve rezerv yapı alanlarında bu Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince her türlü imar ve yapılaşma işlemlerini geçici olarak durdurulabilmesi mülkiyet hakkına müdahale teşkil etmektedir. Ancak, bu müdahale hakkın özüne dokunmayan hukuka uygun bir sınırlandırmadır. Çünkü, bu müdahale hakkı tamamen ortadan kaldırmamakta, geçici olarak sınırlandırmaktadır. Ne zaman ki, idarenin bu sınırlandırması uzun yıllar sürer “geçici olma” niteliğini yitirirse, o zaman mülkiyet hakkına müdahale ölçülülük ilkesini zedeleyeceğinden hukuka aykırı hale gelir. AİHM de Sporrong ve Lönnroth-İsveç, Rozanski-Polonya ve Skrzynski-Polonyakararlarında olduğu gibi böyle durumlarda mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden ötürü karar vermektedir.
Riskli binanın yıkılmasından sonra, yapılacak işlemler konusunda alınacak kararların, maliklerin hisseleri oranında üçte iki çoğunlukla alınması Kanun’un 6. maddesinde düzenlenmiş olup, bu düzenleme de mülkiyet hakkına bir müdahale teşkil etmektedir. Ancak, bu müdahaleyi AİHM kriterleri ışığında değerlendirecek olursak, kanunla öngörülmüş ve meşru bir amaca yönelik olduğundan hukuka uygun bir müdahaledir. Ayrıca müdahale, demokratik toplumda gerekli bir müdahaledir. Çünkü, afet riski altındaki alanlarda veya riskli binalarda can güvenliğinin sağlanması için bu müdahalenin ağır sonuçlar doğurmadan yapılması gerekmektedir. Bu müdahaleyle, kamunun genel yararının talepleri ile bireyin temel haklarının korunması gerekleri arasında adil bir denge kurulmuştur. Başka bir ifadeyle, bu müdahale, ölçülülük ilkesine uygun bir müdahaledir.
Kanun’un 6. maddesinin ikinci fıkrasına göre, üzerindeki bina yıkılmış olan arsaya ilişkin alınacak kararlarda üçte ikilik çoğunluk sağlanamaması durumunda acele kamulaştırma yoluna gidilebileceği düzenlenmiştir. Acele kamulaştırma, Kamulaştırma Kanunu’nda düzenlenmiş olup, bazı şartları vardır. Kanun, afet riski gibi olağanüstü bir durumu ilgilendiren bir kanun olduğu ve tartışmalara yol açmayacak şekilde bu kararın Bakanlar Kurulu’nca verilmesi öngörüldüğü için söz konusu şartlar bakımından yerinde bir düzenleme olmuştur. Ancak, Bakanlar Kurulu vereceği acele kamulaştırma kararlarında bu hususları belirtmesi gerekir. Yani, Bakanlar Kurulu’nun acele kamulaştırma kararında, “acelelik hali”ni somut olarak belirtmesi, dolayısıyla yapılacak kamulaştırmalar bakımından sınırlı bir çerçeve çizip, konu yönünden sınırlama yapması gerekmektedir. Aksi durumda işlem, mülkiyet hakkının korunması, kullanılması ve sınırlandırılması yönünden belirsizlik yaratacağı için, bu durum “belirlilik” ve “öngörülebilirlik” ilkelerine dolayısıyla hukuk devleti ilkesine aykırı olacaktır. Riskli yapılarda kişilerin yaşama hakkı ön plana çıktığı için ve bir an önce riskli yapının boşaltılması gerektiği için böyle bir düzenlemenin bu anlamda olumlu olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte, acele kamulaştırmanın sadece riskli yapılar için öngörülmesi şeklinde Kanun’da değişikliğe gidilmesi yerinde olacaktır. Çünkü, risksiz yapılar açısından böyle bir ivedilik söz konusu değildir.
Son olarak ifade etmek gerekir ki, Türkiye’de kentsel dönüşüm acil bir gereksinimdir ve bu kapsamda uygulanan projeler toplumun genel yararı için yapılmaktadır. Ancak, kentsel dönüşüm kapsamında mülkiyet hakkına getirilecek sınırlamaların bu dönüşümün amacına uygun yapılması ve amacı aşan sınırlamaların yapılmaması gerekir. Aksi halde, mülkiyet hakkı ihlale uğrayacaktır.
KAYNAKÇAAkipek, Jale G. ve Turgut Akıntürk: Eşya Hukuku, İstanbul, Beta Y. , 2009.
Boyar, Oya: “İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi Kararlarında Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Galatasaray Üniversitesi S. B. E., İstanbul, 2004.
Ertaş, Şeref, İlknur Serdar ve Damla Gürpınar: Eşya Hukuku, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 8. Baskı, Ankara, Seçkin Y. , 2008.
Etgü, Mehmet Akif: Kamu Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Mülkiyet Hakkına Bakışı, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2009.
Eyidoğan, Haluk, Yıldıray Sapan, Sakine Öz, Ahmet İhsan Kalkavan, İdris Yıldız ve Doğan Şafak: Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı ile Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Raporu (1/569), Sıra Sayısı:180,(Çevrimiçi) http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tasari_teklif_sd.onerge_bilgileri?kanunlar_sira_no=100881, 18 Mayıs 2013.
Gemalmaz, H. Burak: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Mülkiyet Hakkı, İstanbul, Beta Y. , 2009.
Hakyemez, Yusuf Şevki: “Temel Hak ve Özgürlüklerin Sınırlandırılmasında Ölçülülük İlkesi”, Prof. Dr. Hayri Domaniç’e 80. Yaş Günü Armağanı, C:II, İstanbul, Beta Y., 2001.
Harris, David, Michael O’Boyle, Ed Bates ve Carla Buckley: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Hukuku, Çev. Mehveş Bingöllü Kılcı ve Ulaş Karan, Ankara, Şen Matbaa, 2013.
Kapani, Münci: Kamu Hürriyetleri, 7. Baskı, Ankara, Yetkin Y. , 1993.
Küçük, Mahmut: “Panel Konuşması”, Türkiye’nin Deprem Gerçeği Paneli, Gazi Üniversitesi Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ocak 2010, Ankara.
Oğuzman, M. Kemal, Özer Seliçi ve Saibe Oktay-Özdemir: Eşya Hukuku, Gözden Geçirilmiş 11. Bası, İstanbul, Filiz Kitabevi, 2006.
Öngören, Gürsel: “Eski Apartman ve Sitelerde Kentsel Dönüşüm Fırsatı”, http://www.kentseldonusumvehukuk.com/eskiyen-apartmanlar-ve-siteler-icin-kentsel-donusum-firsati-11-12-2012/ Erişim Tarihi: 6.5.2013
Örücü, Esin: Taşınmaz Mülkiyetine Bir Kamu Hukuku Yaklaşımı, Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması, İstanbul, İÜHFY, 1976.
TBMM, “Genel Gerekçe”, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı ile Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Raporu (1/569), Sıra Sayısı:180, (Çevrimiçi)http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tasari_teklif_sd.onerge_bilgileri?kanunlar_sira_no=100881, 18 Mayıs 2013.
Tuğrul, Saim: Kamu Hukuku Açısından Mülkiyet Hakkı ve Sınırlandırılması, İstanbul, Kazancı Hukuk Yayınları, 2004.
Tuğrul, Saim ve İbrahim Orkun Atalay: “Mülkiyet Hakkının İşlevleri ve Sınırları”, Kazancı Hakemli Hukuk Dergisi, Y:2004, S:3.
Üstün, Gül: Kentsel Dönüşümün Hukuki Boyutu, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2009.
Yasin, Melikşah: “Kentsel Dönüşüm Uygulamalarının Hukuki Boyutu”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, S. 60, Ankara, 2005, s. 121.
(Çevrimiçi) http://ihami.anadolu.edu.tr/aihm.asp, 21 Mayıs 2013.
(Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int/sites/eng/Pages/search.aspx#{"fulltext":["lars bramelid"],"documentcollectionid2":["GRANDCHAMBER","CHAMBER"]}, 21 Mayıs 2013.
(Çevrimiçi) http://www.kazanci.com/kho2/ibb/giris.htm, 21 Mayıs 2013.
Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int, 2 Nisan 2013.
(Çevrimiçi) http://ihami.anadolu.edu.tr/, 1 Nisan 2013.
(Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int/sites/eng/Pages/search.aspx#{"fulltext":["luordo"]}, 24 Mayıs 2013.
(Çevrimiçi) www.anayasa.gov.tr, Erişim Tarihi: 30 Mart 2013.
(Çevrimiçi) www.anayasa.gov.tr, 31 Mart 2013.
(Çevrimiçi) http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/03/20130306.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/03/20130306.htm, 21 Mayıs 2013.
Türkiye, sürekli deprem riski altında olmasına rağmen, mevcut yapıların büyük bir kısmı muhtemel depremlere karşı dayanıklı değildir ve orta şiddetteki bir depremde dahi ağır derecede hasar görüp yıkılmaktadır. Bu durum, sosyo-ekonomik sorunlara yol açmakta ve Devletin beklenmedik bir anda büyük mali zararlara katlanmasına sebep olmaktadır[2].
Anayasa’nın 17. maddesinde, “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” Bu hüküm, Devlete negatif bir yükümlülük getirmektedir. Anayasa’da Devletin bu husustaki negatif yükümlülüğünün yanında, pozitif yükümlülüğünü içeren hükümler de mevcuttur[3].
İşte, Türkiye’deki deprem gerçeği karşısında ve pozitif yükümlülüğün bir gereği olarak, söz konusu olumsuz durumu en aza indirmek için 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” 16.5.2012 tarihinde kabul edilmiş, 31.5.2012 tarihinde ise yürürlüğe girmiştir[4].
Bu çalışmada, özel mülkiyette bulunan taşınmazların maliklerinin mülkiyet hakkından doğan yetkilerine 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” ile getirilen sınırlamalar ele alınacaktır. Nitekim, Kanun’un genel gerekçesinde riskli alanların dönüştürülmesinin mülkiyet hakkını ve mülkiyet dışındaki sınırlı ayni hakları etkileyeceği açıkça ifade edilmiştir[5].
I. GENEL OLARAK MÜLKİYET HAKKI VE SINIRLANDIRILMASI
Kamu düzeni ve toplum hayatı gibi birtakım gereklerden ötürü temel hak ve özgürlüklere bazı sınırlamalar getirilebilir. Bu husus, bireyler açısından da ehemmiyet arz eder. Çünkü, sadece genel ilkeler biçiminde ilan edilen, açık düzenlemelerle koruma altına alınmayan temel hak ve özgürlükler bireyler açısından pratik bir değer taşımaz[6]. Dolayısıyla, temel hak ve özgürlüklere bazı sınırlamalar getirilmesi kaçınılmazdır. Ancak, bu sınırlamaların ne şekilde ve hangi ölçüde yapılacağının da belirlenmesi gerekir. Bu gereklilik, hukuk devleti ilkesi, kanunilik ilkesi ve hukuki güvenlik ilkesi gibi temel hukuk ilkelerinin bir neticesidir.
İnsan hakları önem ve öncelik bakımından bir hiyerarşiye tabi tutulursa, en önemli hakkın yaşama hakkı olacağı şüphesizdir. Çünkü insan yaşadığı süre zarfında diğer haklarının bir önemi vardır[7]. İnsanın yaşamını devam ettirebilmesi için de zorunlu birçok şeye ihtiyacı vardır. Bu durum, insanda bunlara sahip olma isteğine ve gayretine sebebiyet verir. Bu nedenle çalışıp, gayret edip, üretmek zorunda olan insan; kendi emeğinin ve gayretinin neticesine başkalarından ziyade kendisinin sahip olmasını ister. Bu durum, insanın doğasından kaynaklanır. Çünkü insan, doğuştan mal ve mülk edinmeye eğilimlidir[8]. Bu bağlamda, yaşama hakkı ile mülkiyet hakkı arasında sıkı bir bağın olduğunu söyleyebiliriz.
Mülkiyet hakkı, ayni bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayni hak ise, herkese karşı ileri sürülebilen ve sahibine bazı yetkiler veren malvarlığına ilişkin mutlak bir haktır. Bu kapsamda mülkiyet hakkı, eşya üzerinde en geniş yetki sağlayan ayni bir hak olarak nitelendirilmektedir[9]. Mülkiyet hakkı ayni hakların tüm özelliklerini bünyesinde taşıdığı için bütün ayni hakların en kapsamlısı ve en mükemmeli olarak kabul edilir[10]. Bu hakkın ihlal edilmesi devlet tarafından müeyyideye bağlanmıştır. Bu bağlamda mülk sahibi olan kişiler, mülkiyetlerine yönelen herhangi bir haksız saldırıyı, “toplumda en üstün güç kullanma yetkisine sahip olma” niteliğini taşıyan devlet ile bertaraf etme olanağına kavuşmuşlardır[11]. Mülkiyet hakkı, kişiye bir takım yetkiler verir. Bunlar; “kullanma (usus)”, “yararlanma (fructus)” ve “tasarruf etme (abusus)” yetkileridir.
Mülkiyet hakkı, hem bireyin birey üzerindeki egemenliğinin bir aracı hem de devlete karşı birey özgürlüklerinin bir teminatı olabilmektedir. Ayrıca taşınmaz mülkiyeti, kapsamında yetkiler ve ödevler barındırmaktadır. Bundan dolayı bu mülkiyetin, denetim altına alınması ve düzenlenmesi gerekmektedir[12].
Nitekim, mülkiyet hakkının sınırlandırılmasının kapsamı hem ulusal hem de uluslararası mevzuatlarda düzenlenmiştir. Mülkiyet hakkı ve sınırlandırılması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Protokol [AİHSEP (1 No’lu Protokol)] madde 1’de “Mülkiyetin Korunması” başlığı altında şu şekilde düzenlenmiştir: “Her gerçek ya da tüzel kişi, mülkiyetinden/mamelekinden müdahale edilmeksizin yararlanma hakkına sahiptir. Hiç kimse, kamu yararı uyarınca ve yasanın ve uluslararası hukuk genel ilkelerinin öngördüğü koşullara tabi olarak mülkiyetinden yoksun bırakılması hariç, mülkiyetinden yoksun bırakılmayacaktır.”“Ancak yukarıdaki hükümler hiçbir biçimde, bir Devletin, mülkiyetin genel yarara uygun olarak kullanılmasını denetim altına almak ya da vergilerin yahut diğer yükümlülüklerin yahut para cezalarının ödenmesini temin etmek üzere gerekli gördüğü nitelikteki yasaları yürürlüğe koyması yetkisine halel getirmeyecektir.”AİHM, davalı Devlet tarafından mülkiyet hakkının ihlal edilip edilmediğini AİHSEP kapsamında özetle şu şekilde inceler[13]: a) İlk aşama, yapılan müdahalenin kanunla öngörülüp öngörülmediği; b) İkinci aşama, söz konusu müdahalenin sınırlama kriterlerine, başka bir ifadeyle, meşru amaçlara uygun olup olmadığı ve c) Üçüncü aşama ise, müdahalenin “demokratik toplumda gerekli” olup olmadığıdır. Son aşama, aynı zamanda müdahalede güdülen meşru amaçla yapılan müdahalenin “ölçülü” olup olmaması bakımından incelenmesi anlamına gelmektedir.
Ulusal mevzuatımız açısından ise durum şöyledir: Hem 1982 Anayasası’nda hem de Türk Medeni Kanunu’nda mülkiyet hakkı düzenlenmiş ancak tanımlanmamıştır. Mülkiyet hakkı ve sınırlandırılması Anayasa’nın 35. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde ise bu hak “Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir” şeklinde düzenlenmiştir. Belirtmek gerekir ki, 743 sayılı Eski Medeni Kanun’da “hukuk düzeni” yerine “kanun dairesi”ifadesi kullanılmıştır[14]. Yani, eskiye oranla sınırlamanın kapsamı genişletilmiştir. Bununla birlikte, genel bir sınırlama sebebi olan ve Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen “hakkın kötüye kullanılması”, ile bu geniş alan daraltılmıştır[15]. Buna göre, “Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.”II. 6306 SAYILI KANUN İLE MÜLKİYET HAKKINA MÜDAHALE
6306 sayılı Kanun, mülkiyet hakkına müdahale getiren birçok hüküm içermektedir. Bu müdahaleler, “risksiz yapıların projeye tabi olma zorunluluğu”, “tasarrufların kısıtlanması”, “kararların en az üçte iki çoğunlukla alınması” ve “acele kamulaştırma” olmak üzere dört başlık altında değerlendirilecektir.
A. Risksiz Yapıların Projeye Tabi Olma Zorunluluğu
6306 sayılı Kanun’un 3. maddesinin 7. fıkrasına göre, “Bu Kanunun uygulanması için belirlenen alanların sınırları içinde olup riskli yapılar dışında kalan diğer yapılardan uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli görülenler de bu Kanun hükümlerine tabi olur.”Belirtmek gerekir ki, böyle bir düzenleme öncelikle Kanun’un düzenleniş amacı ve genel gerekçesiyle çelişmektedir. Çünkü, bu Kanun’un adı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” olup, amacı da bu kapsamda afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemektir. Ayrıca, söz konusu düzenlemeyle mülk sahipleri sağlam yapılarını bir anda kaybetme ve yıktırıldığı takdirde yeni binalara geçerken mülklerinin küçülmesi veya zarara uğrama ihtimali ile karşı karşıya kalacaklardır. Genel gerekçede, Anayasa’nın 23 ve 56. maddelerine atıf yapılarak sağlıklı, dengeli ve güvenli bir çevrede yaşama hakkı vurgulanmış ve Türkiye’deki deprem gerçeğine değinilmiştir. Ancak, sadece “uygulama bütünlüğü bakımından” riskli olmayan yapıların da bu Kanun kapsamına alınması mülkiyet hakkına bu denli bir müdahale için yeterli bir gerekçe oluşturmamaktadır.
Söz konusu müdahale yetkisinin, “Bakanlıkça gerekli görülenler” ibaresiyle muğlâk bir ifadeye bağlanmış olması da “belirlilik”, “kanunilik” gibi birtakım idare hukuku ilkelerine ve dolayısıyla “hukuk devleti” ilkesine aykırılık teşkil etmektedir[16]. Hukuk devleti ilkesinin, diğer bir ifadeyle hukukun üstünlüğü ilkesinin en önemli özelliklerinden biri de “belirlilik” ve “öngörülebilirlik”tir. Söz konusu ilkeler, hak sahiplerini beklenmedik müdahalelere ve sürprizlere karşı korumakta, onların tasarruflarını gerçekleştirirken hukuki durumunu göz önünde bulundurmalarını sağlamaktadır. Yine bu ilkeler, mülkiyet hakkı sahibinde bir güven duygusu oluşturmaktadır[17]. Ancak, bu ilkeleri ilgilendiren davalarda AİHM, açıkça keyfilik göze çarpmadıkça bunlara ilişkin takdir yetkisini ulusal makamlara bırakmıştır. Bu bağlamda AİHM, yapılan müdahalenin hukuki olup olmadığını değerlendirdiği davalarda az sayıda ihlal kararı vermiştir[18]. Anayasa Mahkemesi de vermiş olduğu kararlarda belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerini vurgulamaktadır[19].
Risksiz yapıların projeye tabi tutulma zorunluluğu, Anayasa’nın 13. maddesinde öngörülen öze dokunma yasağına da aykırılık oluşturmaktadır. Anayasa Mahkemesi, “öze dokunma”yı temel hak ve özgürlüğü büyük ölçüde kısıtlayan veya kullanılmaz hale getiren sınırlamalar olarak ifade etmektedir[20]. Her temel hakkın güvence altına aldığı alan içerisinde mutlak olarak koruduğu, dokunulması mümkün olmayan unsurlar yer almaktadır. Bir temel hakkın varlık sebebini oluşturan ve dokunulmaz kabul edilen bu unsurlar, söz konusu hakkın özünü, cevherini oluşturmaktadır[21]. Bu bağlamda, 6306 sayılı Kanun bakımından söz konusu hüküm; her koşulda riskli yapılar ile risksiz yapıların aynı kapsamda değerlendirilmesini öngördüğünden ve risksiz yapıların “Bakanlıkça gerekli görülenler” şeklinde muğlâk bir ifadeye bağlanmış olduğundan risksiz yapılar arasında haklı nedene dayanmayan bir eşitsizlik oluşturmuş ve bunlar da mülkiyet hakkının özüne dokunan müdahaleler meydana getirmiştir.
Mülkiyet hakkına getirilecek sınırlamalar, aynı zamanda Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olmalıdır. Özgürlükler kural olmalıdır, sınırlamalar ise istisna ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu ölçüde olmalıdır. Ayrıca demokratik bir hukuk devletinde, güdülen amaç ne olursa olsun, özgürlük sınırlandırmalarının bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını ortadan kaldıracak düzeyde yapılmaması gerekir[22].
TBMM Esas Komisyon Raporu’nda Bakanlar Kurulu'na tanınan yetkinin verilecekse de zorunlu hallerde yürütmenin dışında bağımsız bir kuruluşa verilmesi gerektiği ifade edilerek, söz konusu fıkranın şu şekilde değiştirilmesi önerilmiştir: “Bu Kanun’un uygulanması için belirlenen alanların sınırları içine olup riskli yapılar dışında kalan diğer yapılardan uygulama bütünlüğü bakımından TMMOB tarafından saptanacak ve mimar, mühendis ve şehir plancılarından oluşacak üç kişilik bir heyet tarafından gerekli görülenler de bu Kanun hükümlerine tabi olur.” Bu öneri, Bakanlıkta toplanan yetki temerküzünün bertarafı için olumludur. Ancak, “uygulama bütünlüğü bakımından gerekli görülenler” şeklindeki muğlâk ifadeye bir çözüm getirmemektedir.
B. Tasarrufların Kısıtlanması
Tasarrufların kısıtlanması, Kanun’un 4. maddesinde düzenlenmiştir. İlk fıkraya göre, “Bakanlık veya uygulamayı yürütmesi hâlinde TOKİ veya İdare, riskli alanlarda, riskli yapıların bulunduğu taşınmazlarda ve rezerv yapı alanlarında bu Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince her türlü imar ve yapılaşma işlemlerini geçici olarak durdurabilir.”Bu düzenleme, mülkiyet hakkına bir müdahaledir. Çünkü, mülkiyet hakkının sahibine verdiği yetkilerden biri de tasarrufta bulunmadır. Tasarrufta bulunma yetkisi malike, yasanın belirlediği sınırlar içinde “şey”i devir ve temlik etme, şeklini değiştirme, yok etme, harap etme, bağışlama¸ortadan kaldırabilme, özetle “şey”e ve “şey”de istediğini yapabilme imkânını verir[23]. Söz konusu fıkra ile maliklerin tasarrufta bulunma yetkileri kısıtlandığı için mülkiyet hakkına bir müdahale oluşur. Ancak, her müdahale hukuka aykırı bir müdahale olmayabilir. Nitekim, böyle bir sınırlama da kanunla yapıldığından ve Anayasa’nın hakkın özüne dokunmama gibi temel ilkelerine aykırı olmadığından dolayı hukuka uygun bir müdahaledir. Çünkü, bu müdahale hakkı tamamen ortadan kaldırmamakta, geçici olarak sınırlandırmaktadır.
Söz konusu düzenleme açısından mülkiyet hakkını zedeleyecek husus, “geçici olarak sınırlandırma”nın uzun sürme ihtimalidir. Bu sınırlandırmanın azami süresi belirtilmediği için, burada idarenin takdir yetkisi söz konusudur. Ancak idarenin takdir yetkisi keyfi ve sınırsız olamaz. İşte idare, söz konusu sınırlandırmayı keyfi bir şekilde uzatırsa, bu durumda mülkiyet hakkına müdahale hukuka aykırı bir hal alacaktır. Çünkü, böyle bir müdahale “ölçülülük ilkesi”[24]ne aykırılık teşkil eder.
Ölçülülük ilkesi, kamu otoritesine, elindeki sınırlama sebeplerine dayanarak öngörülen sınırlama amacını gerçekleştirmeye yarayacak en az sınırlayıcı ve öngörülen amaca ulaşmaya en elverişli olanı seçme yükümlülüğü getirmektedir[25]. Aksi halde, Makyavelizmdeki, “amaca giden her yol mübahtır” anlayışıyla hareket edilmiş olacaktır.
AİHM kararlarında ölçülülük ilkesi, mülkiyetten yoksun bırakılma anlamında başvurulan araç ile güdülen meşru amaç arasında makul ve dengeli bir orantılı ilişkinin olması olarak okunur. AİHM’nin başka kararlarında bu ilkeye “adil denge/fair balance” da denilmektedir. AİHM, kamunun genel yararının talepleri ile bireyin temel haklarının korunması gerekleri arasında adil bir dengenin kurulup kurulmadığını veya başvurucuya ölçüsüz ve aşırı bir külfet yüklenip yüklenmediğini inceler. Mahkeme, bireyin mülkiyet hakkına müdahale edilerek, onun “olağandışı ve aşırı” bir külfet altına sokulması halinde “adil denge”nin bozulacağına hükmetmektedir[26]. İşte, mülkiyete müdahalelerde sınırlama süresi de ölçülülük ilkesinin önemli ölçütlerindendir. Bunların başında, imar kayıtlamaları ile kamulaştırma şerhleri olmak üzere taşınmazların kullanımını veya onlardan yararlanmayı engelleyen müdahalelerin süresi gelmektedir. Nitekim, AİHM’nin Sporrong ve Lönnroth-İsveç[27], Rozanski-Polonya[28] veSkrzynski-Polonya[29] davaları bu ölçüte örnek olarak verilebilir[30].
Sporrong ve Lönnroth-İsveç davasında, kamulaştırma izni ile inşaat yasağının uzun bir süre için öngörülmüş olmasının, toplumun genel yararının gerekleri ile bireysel yarar arasındaki dengeyi bozduğu yönünde hüküm tesis edilmiş ve mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir[31]. Söz konusu kararda, özetle, toplumun genel yararı gereği, bireylerin sahip olduğu taşınmazlar üzerine getirilen sınırlamaların uzun süreli olması veya herhangi bir tazmine bağlı olmaksızın öngörülmesi halinde toplumun genel yararının gerekleri ile bireysel yarar arasındaki dengenin bozulacağına, dolayısıyla bireylerin mülkiyet hakkının ihlal edilmiş olduğuna karar verilmiştir. Karara konu olaya, İsveç Hükümeti tarafından yapılan kentin güzelleşmesi, yıpranan yerlerin yenilenmesi ve yolların yapımı konulu kentsel planlama çalışmaları sebebiyet vermiştir. Söz konusu çalışmalar, toplum yararını benimsemekte ise de maliklerin taşıdığı yük katlanılmaz olduğundan Mahkeme, toplum yararı ile bireysel yararın arasındaki dengenin bozulmuş olduğuna bu nedenle AİHSEP’in 1. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir[32].
Kanun’un 4. maddesinin üçüncü fıkrasına göre ise, “Uygulama sırasında Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından talep edilmesi hâlinde, hak sahiplerinin de görüşü alınarak, riskli alanlardaki yapılar ile riskli yapılara elektrik, su ve doğal gaz verilmez ve verilen hizmetler kurum ve kuruluşlar tarafından durdurulur.” Bu fıkraya ilişkin olarak gerekçede şöyle denilmiştir: “Ayrıca, öngörülen maksadın gerçekleştirilmesini temin için, Kanunun uygulanması sırasında gerekmesi ve talep edilmesi hâlinde, riskli alanlardaki yapılar ile riskli yapılara bazı hizmetlerin verilmeyeceği ve verilenlerin durdurulacağı hükme bağlanmaktadır.” Dolayısıyla söz konusu fıkra, gerekçede de ifade edildiği gibi Kanun’la öngörülen amacın gerçekleştirilmesini sağlamak için getirilmiştir. Yani bu şekilde, vatandaşın can güvenliği açısından riskli olan bir yapıda oturmaya devam etmesine engel olunması amaçlanmış ve yaşama hakkı dikkate alınmıştır. Tabii ki söz konusu hizmetler kısıtlanmaktadır ve bunun da malikin mülkiyet hakkını dilediği gibi kullanması bakımından bir sınırlama getirdiği söylenebilir. Ancak bu sınırlama, riskli yapılar açısından kanunla öngörülme, üstün kamu yararı ve kamu güvenliği gibi gerekçeler doğrultusunda hukuka uygun bir müdahaledir. Hatta idare, böyle tedbirler almazsa ve gelecekte bu yapılarda herhangi bir afet sonucu can ve mal kayıpları olursa idarenin sorumluluğu söz konusu olacaktır. Nitekim, Türkiye’nin tazminata mahkûm edildiği Ümraniye’deki çöplük patlamasına dair Öneryıldız-Türkiye davası benzer bir duruma ilişkindir. Devletin AİHSEP kapsamında pozitif yükümlülüğüne işaret eden bu karar özetle şöyledir:
Başvurucu ailesiyle birlikte çöplük alanında bir gecekondu yapmış ve çöplük patlaması meydana gelene kadar o çevrede yaklaşık beş yıl bir sosyal çevre ve aile yaşamı kurmuştur. İdare gecekonduyu yıkmamıştır ve kaçak yapıya resmi olarak elektrik ve su bağlamıştır. Ayrıca, başvurucular vergi ödemişlerdir. Başvurucu, yerleşim yerinde ikamet eden kişilere, çöp döküm alanının oluşturduğu tehlike ile ilgili Devlet tarafından bilgi verilmemesinin ve havalandırma bacası kurulmamasının AİHSEP madde 1’in ihlali olduğunu iddia etmiştir. AİHM söz konusu iddiaları, 1. Kural yani “mülkiyetten barışçıl biçimde yararlanma hakkı” kapsamında ele almıştır ve ilk olarak başvurucunun kamu otoritelerinden meşru olarak beklediği tedbirlerle malvarlığından etkili olarak yararlanması arasında doğrudan bağlantı bulunan durumlarda AİHSEP madde 1’in sadece müdahalede bulunmama şeklinde negatif bir yükümlülüğü değil aynı zamanda önlemler alma anlamında pozitif bir yükümlülüğü de gerektirebileceğini yinelemiştir. AİHM söz konusu olayda özellikle yaşama hakkı için geliştirdiği analizden yola çıkarak Devlete yüklenebilir ağır ihmal ile evin patlamada yok olması arasında bir nedensellik bağı kurmuştur. AİHM’e göre bu durum bir müdahale değil, ancak kamu makamlarının yetkileri dâhilinde olan tasarruflarda bulunmayarak pozitif yükümlülüğünün ihlaline sebebiyet vermiştir. Mahkeme, mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükler ile yaşama hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri özdeşleştirmiş ve Devletin ölümü soruşturma yükümlülüğü konusunda soruşturmanın etkili olmamasından dolayı AİHS madde 2’de yer alan yaşama hakkının da ihlal edildiği sonucuna varmıştır[33].
Öneryıldız davasında da görüldüğü gibi, Devlet pozitif yükümlülüklerinin gereği olarak gerekli önlemleri almak zorundadır. Aksi halde sorumluluktan kurtulamayacaktır. Dolayısıyla Devlet, kişilerin elektrik suyunu kesmek zorunda da kalsa pozitif yükümlülüğünün ve bireylerin yaşama hakkının bir gereği olarak gelecekteki can kayıplarını önlemek için kişilerin mülkiyet hakkı tasarruflarını sınırlandırabilir.
C. Kararların En Az Üçte İki Çoğunlukla Alınması
Riskli binanın yıkılmasından sonra, yapılacak işlemler konusunda alınacak kararların, maliklerin hisseleri oranında oyçokluğuyla alınması 6306 sayılı Kanun’un “Uygulama işlemleri” başlığı altındaki 6. maddesinde düzenlenmiştir. Hükmün ilk fıkrası şu şekildedir:
“Üzerindeki bina yıkılarak arsa hâline gelen taşınmazlarda daha önce kurulmuş olan kat irtifakı veya kat mülkiyeti, ilgililerin muvafakatleri aranmaksızın Bakanlığın talebi üzerine ilgili tapu müdürlüğünce resen terkin edilerek, önceki vasfı ile değerlemede bulunularak veya malik ile yapılan anlaşmanın şartları tapu kütüğünde belirtilerek malikleri adına payları oranında tescil edilir. Bu taşınmazların sicilinde bulunan taşınmazın niteliği, ayni ve şahsi haklar ile temlik hakkını kısıtlayan veya yasaklayan her türlü şerh, hisseler üzerinde devam eder. Bu şekilde belirlenen uygulama alanında cins değişikliği, tevhit ve ifraz işlemleri Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından resen yapılır veya yaptırılır. Bu parsellerin malikleri tarafından değerlendirilmesi esastır. Bu çerçevede, parsellerin tevhit edilmesine, münferit veya birleştirilerek veya imar adası bazında uygulama yapılmasına, yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hâsılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir. Bu karara katılmayanların bağımsız bölümlerine ilişkin arsa payları, Bakanlıkça rayiç değeri tespit ettirilerek bu değerden az olmamak üzere anlaşma sağlayan diğer paydaşlara açık artırma usulü ile satılır. Bu suretle paydaşlara satış gerçekleştirilemediği takdirde, bu paylar, Bakanlığın talebi üzerine, tespit edilen rayiç bedeli de Bakanlıkça ödenmek kaydı ile tapuda Hazine adına resen tescil edilir ve yapılan anlaşma çerçevesinde değerlendirilmek üzere Bakanlığa tahsis edilmiş sayılır veya Bakanlıkça uygun görülenler TOKİ’ye veya İdareye devredilir. Bu durumda, paydaşların kararı ile yapılan anlaşmaya uyularak işlem yapılır.”Kanun’un Uygulama Yönetmeliği’nin[34] 15. maddesine göre ise usul kısaca şöyledir: Riskli yapılarda, parsellerle ilgili işlemlerin değerlendirilmesi için yöneticinin veya denetçinin veya kat maliklerinin üçte birinin istemi üzerine, noter vasıtası ile yapılacak tebligat ile kat malikleri kurulu toplantıya çağrılır. Bu toplantıda, alınacak kararlar için bütün maliklerce oybirliği ile anlaşma sağlanamaması halinde, öncelikle riskli yapının değeri, Sermaye Piyasası Kurulu’na kayıtlı olarak faaliyet gösteren lisanslı değerleme kuruluşlarına tespit ettirilir ve bu değer gözetilerek oybirliği ile anlaşmaya çalışılır.
Söz konusu usule göre, oybirliğiyle anlaşma sağlanamaması halinde, yapılacak uygulamaya sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir. Bu karar tutanağa geçirilir. Tutanak, toplantıya katılan tüm kat maliklerince imzalanır. Bu karar, karara katılmayanlara ve kat malikleri kurulu toplantısına iştirak etmeyenlere noter vasıtasıyla tebliğ edilir. Ayrıca bu tebliğde, on beş gün içinde bu kararın kabul edilmemesi halinde bağımsız bölümlerine ilişkin arsa paylarının, Bakanlıkça tespit edilecek rayiç değerden az olmamak üzere anlaşma sağlayan diğer paydaşlara açık artırma usulü ile satılacağı, bu suretle paydaşlara satış gerçekleştirilemediği takdirde, bu payların, rayiç bedeli Bakanlıkça ödenmek kaydı ile tapuda Hazine adına re’sen tescil edileceği belirtilir.
Söz konusu düzenleme mülkiyet hakkına bir müdahale teşkil etmektedir. Çünkü düzenlemeye göre, karara katılmayan üçte birlik hisseye sahip olan paydaşların payları, öncelikle en az üçte iki çoğunlukla karar veren paydaşlara açık artırma usulüyle satılacak ve bu satış gerçekleştirilemediği takdirde bu paylar, Bakanlıkça ödenmek kaydı ile tapuda Hazine adına re’sen tescil edilecektir. Bu da malikin, mülkiyet hakkının ona verdiği tasarrufta bulunma yetkisini sınırlandırmak anlamına gelmektedir. Ancak, bu müdahaleyi AİHM kriterleri ışığında değerlendirecek olursak, kanunla öngörülmüş ve meşru bir amaca yönelik olduğundan hukuka uygun bir müdahale olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, Lithgow-Birleşik Krallık davasında, Mahkeme’ye göre meşru bir amaç olarak kamu yararı şartı, mülkiyete el koyma işleminin saiki ve haklılığıyla ilgili olduğu konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır[35].
Son olarak bu müdahale, demokratik toplumda gerekli bir müdahale midir? Yani, güdülen meşru amaçla yapılan müdahale ölçülü müdür? Daha önce de belirttiğimiz gibi, ölçülülük ilkesi, mülkiyetten yoksun bırakılma anlamında başvurulan araç ile güdülen meşru amaç arasında makul ve orantılı bir ilişkinin olmasıdır. Ölçülülük ilkesi, Devletlerin takdir yetkilerine halel getirmemektedir. AİHM verdiği kararlarda, bir müdahalenin ölçülü olup olmadığını incelerken, Devletlerin kullanılan araçların seçilmesinde geniş bir takdir yetkisi olduğunu ifade etmektedir[36].
Söz konusu soruya, olumlu yanıt vermek gerekir. Çünkü, afet riski altındaki alanlarda veya riskli binalarda can güvenliğinin sağlanması için bu müdahalenin ağır sonuçlar doğurmadan yapılması gerekmektedir. Nitekim, Kanun’un genel gerekçesinde de “Kanun, afet meydana geldikten sonra ‘yara sarma’ değil de, ‘yara almama’ anlayışına dayanmakta; böylece Anayasadaki ‘sosyal hukuk devleti’ ilkesinin hayata geçirilmesi için önemli ve etkili bir adım atılmasını temin etmektedir.” denilerek bu aciliyete dikkat çekilmiştir. Dolayısıyla, bu müdahaleyle, kamunun genel yararının talepleri ile bireyin temel haklarının korunması gerekleri arasında adil bir denge kurulmuştur. Diğer bir ifadeyle, bireyin mülkiyet hakkına müdahale edilmekle birlikte birey olağandışı ve aşırı bir külfet altında bırakılmamıştır. Yani bu müdahale, ölçülülük ilkesine uygun bir müdahaledir[37]. Ayrıca, bu düzenlemeden önce Türk Medeni Kanunu[38] ve Kat Mülkiyeti Kanunu[39] hükümlerine göre, eskiyen ve ekonomik ömrünü doldurmuş apartman veya sitelerin yıkılıp yeniden yapılması için tüm bağımsız bölüm maliklerinin oy birliğiyle karar alması gerekmekteydi. Bu yüzden, alınacak karara bir daire veya dükkân sahibi karşı çıktığında binayı yeniden yapmak imkânsız hale gelmekteydi. Ayrıca, eskiyen binalardan müteahhitler veya yatırımcılar bir daire satın alıp sistemi kilitler veya herkes aynı konuda uzlaşsa bile, bir daire sahibinin talepleri sürekli artar ve imzasını kullanmaktan çekinirdi. 6306 sayılı Kanun bu anlamda, kötü niyetli kişilerin planlarını bozmuş ve ülke genelinde kamu sağlığını ve güvenliğini tehdit eden eskimiş, ekonomik açıdan ömrü tükenmiş veya depreme karşı dayanıksız olan binaların yıkılıp yeniden yapılmalarının, yenilenmelerinin önündeki “oybirliği” engelini kaldırmıştır[40].
Belirtmek gerekir ki, söz konusu madde riskli yapıların yıkılmasından sonra alınacak kararlar hususunda bir düzenlemedir. Riskli yapılar yıkılmadan önce, güçlendirilebileceği teknik olarak tespit edilen binaların güçlendirme kararlarının ne şekilde alınacağı hususunda 6306 sayılı Kanun’da herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Dolayısıyla, bu durumda 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’na tabi bir binada güçlendirme konusunda bu Kanun’un 19. maddesinin esas alınması gerekmektedir. Buna göre, bir binada güçlendirme yapılabilmesi için kat maliklerinin beşte dördünün yazılı rızası gereklidir. Bununla birlikte, ortak yer ve tesislerdeki bir bozukluğun anayapıya veya bağımsız bir bölüme veya bölümlere zarar verdiğinin ve acilen onarılması gerektiğinin veya anayapının güçlendirilmesinin zorunlu olduğunun mahkemece tespit edilmiş olması halinde, bu onarım ve güçlendirmenin projesine ve tekniğine uygun biçimde yapılması konusunda kat maliklerinin rızası aranmamaktadır.
D. Acele Kamulaştırma
6306 Sayılı Kanun’un 6. maddesinin ikinci fıkrasına göre, “Üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması hâlinde, gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından acele kamulaştırma yoluna da gidilebilir. Bu Kanun uyarınca yapılacak olan kamulaştırmalar, 4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaki iskân projelerinin gerçekleştirilmesi amaçlı kamulaştırma sayılır ve ilk taksit ödemesi, mezkûr fıkraya göre belirlenen tutarların beşte biri oranında yapılır.” Bu hükme göre, bu usule gidebilmek için en az üçte iki çoğunluğun sağlanamaması şarttır. Yani en az üçte iki çoğunluk sağlandığı zaman ilk fıkradaki usule gidilmesi gerekir.
Acele kamulaştırma, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde düzenlenmiştir[41]. Bu hükme göre acele kamulaştırma, 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’nun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar verilen durumlarda veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda, kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere yapılan kamulaştırmalardır ve isminden de anlaşılacağı üzere normal kamulaştırma usulüne göre daha hızlı yapılan bir kamulaştırmadır.
Kamulaştırma usulüne uyulsa bile neticede mülkiyet hakkına bir müdahale oluşmaktadır. Çünkü kamulaştırma, malikin rızası aranmadan kamu yararı amacıyla yapılır. Acele kamulaştırmada ise bunların yanında işlemler daha hızlı yapıldığı ve birçok usul sonradan tamamlanmak üzere atlandığı için kişinin mülkiyet hakkına fiilen son verilmesine ivedilikle karar verilmektedir. Söz konusu 27. maddede “… o taşınmaz mala el konulabilir” denilmesi de bunun bir göstergesidir. Tabii ki acele kamulaştırma da olsa bu usulün de kamu yararı amacıyla yapılması gerekir. Ayrıca, acele kamulaştırma için Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde bazı koşullar öngörülmüştür. Buna göre, bu karar 3634 sayılı Kanun’un uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulu’nca karar verilmesi veya olağanüstü durumlarda özel kanunlarda öngörülmesi halinde verilebilir.
6306 sayılı Kanun afet riski gibi olağanüstü bir durumu ilgilendiren bir kanun olduğu ve tartışmalara yol açmayacak şekilde bu kararın Bakanlar Kurulu’nca verilmesi öngörüldüğü için yerinde bir düzenleme olmuştur. Ancak, Bakanlar Kurulu vereceği acele kamulaştırma kararlarında bu hususları belirtmesi gerekir. Yani, Bakanlar Kurulu’nun acele kamulaştırma kararında, “acelelik hali”ni somut olarak belirtmesi, dolayısıyla yapılacak kamulaştırmalar bakımından sınırlı bir çerçeve çizip, konu yönünden sınırlama yapması gerekmektedir. Aksi durumda işlem, mülkiyet hakkının korunması, kullanılması ve sınırlandırılması yönünden belirsizlik yaratacak ve mülkiyet hakkı ile sınırlandırılması arasındaki dengeyi neden göstermeden zedeleyecektir[42]. Bu durum da “belirlilik” ve “öngörülebilirlik” ilkelerine dolayısıyla hukuk devleti ilkesine aykırı olacaktır.
Riskli yapılarda kişilerin yaşama hakkı ön plana çıktığı için ve bir an önce riskli yapının boşaltılması gerektiği için böyle bir düzenlemenin bu anlamda olumlu olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte, acele kamulaştırmanın sadece riskli yapılar için öngörülmesi şeklinde Kanun’da değişikliğe gidilmesi yerinde olacaktır. Çünkü, risksiz yapılar açısından böyle bir ivedilik söz konusu değildir.
Ayrıca, Anayasa’nın 46. maddesi ve Kamulaştırma Kanunu’nun 3. maddesinde, kamulaştırmanın nakden ve peşin olarak ödenmek zorunda olduğu kural olarak belirtilmiş ve bunun istisnaları düzenlenmiştir. 6306 sayılı Kanun’a göre ise, yapılacak kamulaştırmaların Kamulaştırma Kanunu madde 3/2’deki iskân projelerinin gerçekleştirilmesi amaçlı kamulaştırma sayılacağı ifade edilmiştir. Buna göre idare, kamulaştırma bedelinin en az altıda birini peşin ödemek, kalan kısmı ise peşin ödeme miktarından az olmamak ve en fazla beş yıl içinde faiziyle birlikte ödemek üzere eşit taksitlere bağlamak zorundadır. Anayasa’nın ve Kamulaştırma Kanunu’nun söz konusu hükümlerinde, “Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.” denilerek istisnanın da istisnası belirtilmiştir. Ancak, 6306 sayılı Kanun’da böyle bir istisna yer almamaktadır. Örneğin; ikamet ettiği evi veya dükkân olarak kullandığı yeri yenileme projesi kapsamında kalan maliklerin kamulaştırma bedelleri de taksitle ödenebilecektir. Bu uygulamayla söz konusu malikler mağdur olabilecektir. Bu nedenle, belli bir miktarın altında olan veya ikamet ve iş amacıyla kullanılan taşınmazların bedelinin peşin olarak ödenmesi Kanun’da bir istisna olarak öngörülmesi yerinde olacaktır[43].
SONUÇMülkiyet hakkı, eşya üzerinde en geniş yetki sağlayan ayni bir hak olarak nitelendirilmekte ve bu hakkın ihlali halinde bazı yaptırımlar öngörülmektedir. Mülkiyet hakkı, kişiye birtakım yetkiler verir. Günümüzde bu hak, özünde sadece yetkiler öngören buna karşın ödevleri kabul etmeyen sınırsız bir hak olarak değerlendirilmemekte, kapsamında hem yetkiler hem de ödevler barındıran sınırlandırılabilir bir hak olarak kabul edilmektedir. Buna göre, malik hakkını istediği şekilde değil, belirli bir biçimde kullanmak zorundadır. Dolayısıyla, mülkiyet hakkına bazı sınırlandırılmalar getirilebilir. Ancak, bu sınırlamaların ne şekilde ve hangi ölçüde yapılacağı da düzenlenmek zorundadır. Bu zorunluluk, hukuk devleti ilkesi, kanunilik ilkesi ve hukuki güvenlik ilkesi gibi temel hukuk ilkelerinin bir gereğidir.
Mülkiyet hakkı, belirli sınırlar içinde ancak kanunla sınırlandırılabilir. Afet riski altındaki bölgelerde yer alan taşınmazların maliklerinin mülkiyet haklarının sınırlandırılması da 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” ile mümkün hale getirilerek, bu hakkın kanunla sınırlandırılabilmesi koşulu gerçekleştirilmiştir. Bu kapsamda, bu çalışmada mülkiyet hakkının 6306 sayılı Kanun açısından sınırlandırılması ele alınmıştır.
Kanunla sınırlandırma, mülkiyet hakkına müdahalenin şartlarından yalnızca biridir. Bunun yanında, bu sınırlandırmanın kamu yararı amacıyla yapılması ve Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan esaslara -özellikle de hakkın özüne dokunmama ilkesine, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine- uygun olması gerekir. Ancak, 6306 sayılı Kanun’da söz konusu ilkeleri zedeleyici ve mülkiyet hakkını ihlal edici birtakım düzenlemeler yer almaktadır. Bunların başında, risksiz yapıların da projeye tabi tutulma zorunluluğunun getirilmiş olması gelmektedir. Buna göre, Kanun’un uygulama sınırları içinde olup riskli yapılar dışında kalan diğer yapılar uygulama bütünlüğü bakımından bu Kanun hükümlerine tabi olacaktır. Hangi risksiz yapıların bu Kanun’a tabi olacağının belirlenmesi ise “Bakanlıkça gerekli görülenler” şeklinde muğlâk bir ifadeye bağlanmıştır. İdareye böyle bir takdir yetkisinin verilmesi, söz konusu esasların yanında “belirlilik ilkesi” ve “kanunilik ilkesi” gibi bir takım idare hukuku ilkelerine de aykırılık teşkil etmektedir.
Kanun’un 4. maddesinde düzenlenen riskli yapıların bulunduğu taşınmazlarda ve rezerv yapı alanlarında bu Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince her türlü imar ve yapılaşma işlemlerini geçici olarak durdurulabilmesi mülkiyet hakkına müdahale teşkil etmektedir. Ancak, bu müdahale hakkın özüne dokunmayan hukuka uygun bir sınırlandırmadır. Çünkü, bu müdahale hakkı tamamen ortadan kaldırmamakta, geçici olarak sınırlandırmaktadır. Ne zaman ki, idarenin bu sınırlandırması uzun yıllar sürer “geçici olma” niteliğini yitirirse, o zaman mülkiyet hakkına müdahale ölçülülük ilkesini zedeleyeceğinden hukuka aykırı hale gelir. AİHM de Sporrong ve Lönnroth-İsveç, Rozanski-Polonya ve Skrzynski-Polonyakararlarında olduğu gibi böyle durumlarda mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden ötürü karar vermektedir.
Riskli binanın yıkılmasından sonra, yapılacak işlemler konusunda alınacak kararların, maliklerin hisseleri oranında üçte iki çoğunlukla alınması Kanun’un 6. maddesinde düzenlenmiş olup, bu düzenleme de mülkiyet hakkına bir müdahale teşkil etmektedir. Ancak, bu müdahaleyi AİHM kriterleri ışığında değerlendirecek olursak, kanunla öngörülmüş ve meşru bir amaca yönelik olduğundan hukuka uygun bir müdahaledir. Ayrıca müdahale, demokratik toplumda gerekli bir müdahaledir. Çünkü, afet riski altındaki alanlarda veya riskli binalarda can güvenliğinin sağlanması için bu müdahalenin ağır sonuçlar doğurmadan yapılması gerekmektedir. Bu müdahaleyle, kamunun genel yararının talepleri ile bireyin temel haklarının korunması gerekleri arasında adil bir denge kurulmuştur. Başka bir ifadeyle, bu müdahale, ölçülülük ilkesine uygun bir müdahaledir.
Kanun’un 6. maddesinin ikinci fıkrasına göre, üzerindeki bina yıkılmış olan arsaya ilişkin alınacak kararlarda üçte ikilik çoğunluk sağlanamaması durumunda acele kamulaştırma yoluna gidilebileceği düzenlenmiştir. Acele kamulaştırma, Kamulaştırma Kanunu’nda düzenlenmiş olup, bazı şartları vardır. Kanun, afet riski gibi olağanüstü bir durumu ilgilendiren bir kanun olduğu ve tartışmalara yol açmayacak şekilde bu kararın Bakanlar Kurulu’nca verilmesi öngörüldüğü için söz konusu şartlar bakımından yerinde bir düzenleme olmuştur. Ancak, Bakanlar Kurulu vereceği acele kamulaştırma kararlarında bu hususları belirtmesi gerekir. Yani, Bakanlar Kurulu’nun acele kamulaştırma kararında, “acelelik hali”ni somut olarak belirtmesi, dolayısıyla yapılacak kamulaştırmalar bakımından sınırlı bir çerçeve çizip, konu yönünden sınırlama yapması gerekmektedir. Aksi durumda işlem, mülkiyet hakkının korunması, kullanılması ve sınırlandırılması yönünden belirsizlik yaratacağı için, bu durum “belirlilik” ve “öngörülebilirlik” ilkelerine dolayısıyla hukuk devleti ilkesine aykırı olacaktır. Riskli yapılarda kişilerin yaşama hakkı ön plana çıktığı için ve bir an önce riskli yapının boşaltılması gerektiği için böyle bir düzenlemenin bu anlamda olumlu olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte, acele kamulaştırmanın sadece riskli yapılar için öngörülmesi şeklinde Kanun’da değişikliğe gidilmesi yerinde olacaktır. Çünkü, risksiz yapılar açısından böyle bir ivedilik söz konusu değildir.
Son olarak ifade etmek gerekir ki, Türkiye’de kentsel dönüşüm acil bir gereksinimdir ve bu kapsamda uygulanan projeler toplumun genel yararı için yapılmaktadır. Ancak, kentsel dönüşüm kapsamında mülkiyet hakkına getirilecek sınırlamaların bu dönüşümün amacına uygun yapılması ve amacı aşan sınırlamaların yapılmaması gerekir. Aksi halde, mülkiyet hakkı ihlale uğrayacaktır.
KAYNAKÇAAkipek, Jale G. ve Turgut Akıntürk: Eşya Hukuku, İstanbul, Beta Y. , 2009.
Boyar, Oya: “İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi Kararlarında Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Galatasaray Üniversitesi S. B. E., İstanbul, 2004.
Ertaş, Şeref, İlknur Serdar ve Damla Gürpınar: Eşya Hukuku, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 8. Baskı, Ankara, Seçkin Y. , 2008.
Etgü, Mehmet Akif: Kamu Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Mülkiyet Hakkına Bakışı, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2009.
Eyidoğan, Haluk, Yıldıray Sapan, Sakine Öz, Ahmet İhsan Kalkavan, İdris Yıldız ve Doğan Şafak: Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı ile Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Raporu (1/569), Sıra Sayısı:180,(Çevrimiçi) http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tasari_teklif_sd.onerge_bilgileri?kanunlar_sira_no=100881, 18 Mayıs 2013.
Gemalmaz, H. Burak: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Mülkiyet Hakkı, İstanbul, Beta Y. , 2009.
Hakyemez, Yusuf Şevki: “Temel Hak ve Özgürlüklerin Sınırlandırılmasında Ölçülülük İlkesi”, Prof. Dr. Hayri Domaniç’e 80. Yaş Günü Armağanı, C:II, İstanbul, Beta Y., 2001.
Harris, David, Michael O’Boyle, Ed Bates ve Carla Buckley: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Hukuku, Çev. Mehveş Bingöllü Kılcı ve Ulaş Karan, Ankara, Şen Matbaa, 2013.
Kapani, Münci: Kamu Hürriyetleri, 7. Baskı, Ankara, Yetkin Y. , 1993.
Küçük, Mahmut: “Panel Konuşması”, Türkiye’nin Deprem Gerçeği Paneli, Gazi Üniversitesi Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ocak 2010, Ankara.
Oğuzman, M. Kemal, Özer Seliçi ve Saibe Oktay-Özdemir: Eşya Hukuku, Gözden Geçirilmiş 11. Bası, İstanbul, Filiz Kitabevi, 2006.
Öngören, Gürsel: “Eski Apartman ve Sitelerde Kentsel Dönüşüm Fırsatı”, http://www.kentseldonusumvehukuk.com/eskiyen-apartmanlar-ve-siteler-icin-kentsel-donusum-firsati-11-12-2012/ Erişim Tarihi: 6.5.2013
Örücü, Esin: Taşınmaz Mülkiyetine Bir Kamu Hukuku Yaklaşımı, Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması, İstanbul, İÜHFY, 1976.
TBMM, “Genel Gerekçe”, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı ile Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Raporu (1/569), Sıra Sayısı:180, (Çevrimiçi)http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tasari_teklif_sd.onerge_bilgileri?kanunlar_sira_no=100881, 18 Mayıs 2013.
Tuğrul, Saim: Kamu Hukuku Açısından Mülkiyet Hakkı ve Sınırlandırılması, İstanbul, Kazancı Hukuk Yayınları, 2004.
Tuğrul, Saim ve İbrahim Orkun Atalay: “Mülkiyet Hakkının İşlevleri ve Sınırları”, Kazancı Hakemli Hukuk Dergisi, Y:2004, S:3.
Üstün, Gül: Kentsel Dönüşümün Hukuki Boyutu, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2009.
Yasin, Melikşah: “Kentsel Dönüşüm Uygulamalarının Hukuki Boyutu”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, S. 60, Ankara, 2005, s. 121.
(Çevrimiçi) http://ihami.anadolu.edu.tr/aihm.asp, 21 Mayıs 2013.
(Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int/sites/eng/Pages/search.aspx#{"fulltext":["lars bramelid"],"documentcollectionid2":["GRANDCHAMBER","CHAMBER"]}, 21 Mayıs 2013.
(Çevrimiçi) http://www.kazanci.com/kho2/ibb/giris.htm, 21 Mayıs 2013.
Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int, 2 Nisan 2013.
(Çevrimiçi) http://ihami.anadolu.edu.tr/, 1 Nisan 2013.
(Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int/sites/eng/Pages/search.aspx#{"fulltext":["luordo"]}, 24 Mayıs 2013.
(Çevrimiçi) www.anayasa.gov.tr, Erişim Tarihi: 30 Mart 2013.
(Çevrimiçi) www.anayasa.gov.tr, 31 Mart 2013.
(Çevrimiçi) http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/03/20130306.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/03/20130306.htm, 21 Mayıs 2013.
*Bu eser, Doç.Dr.Melikşah Yasin ve Yrd.Dr.Cenk Şahin editörlüğünde yayımlanan Kentsel Dönüşüm Hukuku (İstanbul Üniversitesi S.S.Onar İdare Hukuku ve İlimleri Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları, Ocak 2014) adlı kitabın bir bölümüdür.
[1] Mahmut Küçük, “Panel Konuşması”, Türkiye’nin Deprem Gerçeği Paneli, Gazi Üniversitesi Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ocak 2010, Ankara, s. 48.
[2] TBMM, “Genel Gerekçe”, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı ile Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Raporu (1/569), Sıra Sayısı:180, s. 4, (Çevrimiçi)http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tasari_teklif_sd.onerge_bilgileri?kanunlar_sira_no=100881, 18 Mayıs 2013.
[3] Anayasa’nın 56. maddesine göre, “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin… ödevidir.” Yine Anayasa’nın 26. maddesi, “sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek” ile Devleti görevli kılmıştır. Devletin temel amaç ve görevleri ise, Anayasa’nın 5. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”[4] 31.05.2012 tarih ve 28309 sayılı R.G.
[5] TBMM, s. 5.
[6] Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri, 7. Baskı, Ankara, Yetkin Y. , 1993, s. 229.
[7] Mehmet Akif Etgü, Kamu Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Mülkiyet Hakkına Bakışı, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2009, s. 1.
[8] Saim Tuğrul, Kamu Hukuku Açısından Mülkiyet Hakkı ve Sınırlandırılması, İstanbul, Kazancı Hukuk Yayınları, 2004, s. 3.
[9] M. Kemal Oğuzman, Özer Seliçi ve Saibe Oktay-Özdemir, Eşya Hukuku, Gözden Geçirilmiş 11. Bası, İstanbul, Filiz Kitabevi, 2006, s. 18; Şeref Ertaş, İlknur Serdar ve Damla Gürpınar, Eşya Hukuku, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 8. Baskı, Ankara, Seçkin Y. , 2008, s. 60.
[10] Jale G. Akipek ve Turgut Akıntürk, Eşya Hukuku, İstanbul, Beta Y. , 2009, s. 19.
[11] Etgü, s. 16.
[12] Esin Örücü, Taşınmaz Mülkiyetine Bir Kamu Hukuku Yaklaşımı, Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması, İstanbul, İÜHFY, 1976, s. XX.
[13] H. Burak Gemalmaz, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Mülkiyet Hakkı, İstanbul, Beta Y. , 2009, s. 448.
[14] Türk Kanunu Medenisi, m. 618: “Bir şeye malik olan kimse, o şeyde kanun dairesinde dilediği gibi tasarruf etme hakkını haizdir; haksız olarak o şeye vaziyed eden herhangi bir kimseye karşı istihkak davası ikame ve her nevi müdahaleyi menedebilir.”[15] Saim Tuğrul ve İbrahim Orkun Atalay, “Mülkiyet Hakkının İşlevleri ve Sınırları”, Kazancı Hakemli Hukuk Dergisi, Y:2004, S:3, s. 50.
[16] Haluk Eyidoğan, Yıldıray Sapan, Sakine Öz, Ahmet İhsan Kalkavan, İdris Yıldız ve Doğan Şafak, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı ile Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Raporu (1/569), Sıra Sayısı:180, s. 18,
(Çevrimiçi) http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tasari_teklif_sd.onerge_bilgileri?kanunlar_sira_no=100881, 18 Mayıs 2013.
[17] Gemalmaz, s. 456.
[18] Iatridis v. Greece, 25.3.1999, App No. 31107/96, Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı v. Turkey, 9.1.2007, App No. 34478/97, (Çevrimiçi) http://ihami.anadolu.edu.tr/aihm.asp, 21 Mayıs 2013; Baklanov v. Russia, App No. 9.6.2005, App No. 68443/01, (Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int/sites/eng/Pages/search.aspx#{"fulltext":["lars bramelid"],"documentcollectionid2":["GRANDCHAMBER","CHAMBER"]}, 21 Mayıs 2013.
[19] “Hukuk güvenliği, kurallarda belirlilik ve öngörülebilirlik gerektirir. Belirlilik ve öngörülebilirlik ise, herkesin bağlı olacağı hukuk kurallarını önceden bilmesi, tutum ve davranışlarını buna göre düzene sokabilmesidir. Kişi ve kuruluşların devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğü sağlandığı bir hukuk devleti düzeninde gerçekleştirilebilir.”, AYM, 19.1.2012, E. 2010/40, K. 2012/8, (Çevrimiçi) http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/03/20130306.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/03/20130306.htm, 21 Mayıs 2013; “Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Yasa kuralı, ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmelidir. Öngörülebilirlik şartı olarak nitelendirilen bu ilkeye göre yasanın uygulanmasında takdirin kapsamı ve uygulama yöntemi bireyleri keyfi ve öngöremeyecekleri müdahalelerden koruyacak düzeyde açıklıkla yazılmalıdır. Belirlilik, kişilerin hukuk güvenliğini korumakla birlikte idarede istikrarı da sağlar.” AYM, 17.4.2008, E. 2005/5, K. 2008/93 ve AYM, 30.3.2012, E. 2011/29, K. 2012/49, (Çevrimiçi) http://www.kazanci.com/kho2/ibb/giris.htm, 21 Mayıs 2013.
[20] AYM, 01.11.2012, E. 2010/83, K. 2012/169; AYM, 20.10.2011, E. 2011/54, 2011/142; AYM, 10.04.2003, E. 2002/112, K. 2003/33, (Çevrimiçi) www.anayasa.gov.tr, Erişim Tarihi: 30 Mart 2013.
[21] Etgü, s. 180.
[22] AYM, 26.11.1986, E. 1985/8, K. 1986/27, (Çevrimiçi) www.anayasa.gov.tr, 31 Mart 2013.
[23] Örücü, s. 203.
[24] Bu ilkeye ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz, Yusuf Şevki Hakyemez, “Temel Hak ve Özgürlüklerin Sınırlandırılmasında Ölçülülük İlkesi”, Prof. Dr. Hayri Domaniç’e 80. Yaş Günü Armağanı, C:II, İstanbul, Beta Y. , 2001, s. 1287-1338.
[25] Ömer Anayurt, Türk Anayasa Hukukunda Toplanma Hürriyeti, İstanbul, Kazancı Y. , 1998, s. 186, Aktaran: Hakyemez, s. 1289.
[26] Gemalmaz, s. 521.
[27] AİHM, Sporrong ve Lönnroth v. Sweden, 23.09.1982, App Nos. 7151/75 ve 7152/75, (Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int, 2 Nisan 2013.
[28] AİHM, Rosinski v. Poland, 17.10.2007, App No. 17373/02, (Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int, 2 Nisan 2013.
[29] AİHM, Skrzynski v. Poland, 06.12.2007, App No. 38672/02, (Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int, 2 Nisan 2013.
[30] Gemalmaz, s. 549-550; Müdahalenin ölçülülük ilkesine uygun olduğundan bahisle mülkiyet hakkının ihlal edilmediğine ilişkin bazı kararlar; “Başvurucu 1974 yılında bir mülk satın almıştır. Bu arazi bir imar uygulama planı kapsamına girmektedir. Bu plana göre, söz konusu arazinin belirli bir bölümüne yeterli su ve kanalizasyon tesisi sağlanmadıkça, hiç bir inşaat yapılamaz. Arazi ayrıca, belediye imar planı hazırlanıncaya kadar çeşitli sürelerle inşaat yasaklarına tabidir. Başvurucu, arazinin ikiye bölünmesine izin verilmesi için, inşaat yasağından muaf tutulmak ve ikinci bir ev yapmak üzere izin verilmesi için birçok kez idari makamlara başvurmuş, ancak olumlu sonuç alamamıştır. Böylece taşınmazın bulunduğu bölgede 13 yıldır yapılaşma yasağı sürmüştür. Başvurucu İnsan Hakları Avrupa Komisyonu'na başvurarak, mülkiyet hakkının, mahkemeye başvurma hakkının ve etkili bir hukuk yoluna başvurma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Mahkeme'ye göre, inşaat yasağının uzatılması, hiç kuşkusuz mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma hakkına bir müdahale oluşturmuştur. Başvurucunun taşınmazı kamulaştırmaya veya zorunlu satışa tabi tutulmamıştır. Olayda sadece imar uygulama planının hazırlanması sürerken yapılaşma yasağı getirilerek, ikinci fıkraya göre mülkiyetin kullanılması kontrol altına alınmıştır. Müdahalenin hukukiliği ve amacı konusunda Mahkeme, müdahalenin İsveç hukukuna uygun olduğu ve amacının 1. maddede yer alan genel yarar içindeki imar planının yapılmasını kolaylaştırmak olduğundan kuşku duymamaktadır. Ayrıca başvurucu taşınmazı satın alırken taşınmaz üzerindeki kısıtlamaları biliyor olması gerekir. Mahkeme'ye göre bu yapılaşma yasağı, belediyenin bölgeyi planlama meşru amacıyla orantısız değildir. Bu gerekçeyle, P1, md 1’in ihlal edilmediğine karar verilmiştir. Başvurucu ile Hükümet arasında yapılaşma yasağının uzatılması konusunda bir uyuşmazlık bulunmaktadır. Bu yasaklar başvurucunun arazisi üzerinde yapılaşmayı kesinlikle yasaklamıştır. İç hukuktaki sınırlamalara tabi olarak başvurucu inşaat izni için savunulabilir bir hakkı bulunmaktadır. Başvurucunun yapılaşma yasağının hukuka uygunluğu konusundaki itirazı, arazi üzerindeki yapılaşma konusunda belirleyici bir rol oynamıştır. Başvurucunun arazisi üzerinde bina inşa etmesi kişisel bir hakkıdır. Planlama sürecinin iç hukukta kamu hukuku niteliği taşıması belirleyici olmadığından ve olayda kişisel bir hak üzerinde uyuşmazlık bulunduğundan, 6. madde uygulanabilir niteliktedir. Olayda uyuşmazlık üzerinde nihai karar sadece Hükümet tarafından verebileceğinden ve bu kararlar bir yargı yerinin hukukilik denetimine açık olmadığından mahkemeye başvurma hakkının ihlali sonucuna varılmalıdır. 6. maddenin ihlaline karar verilmiştir…”, AİHM, Allan Jacobsson v. Sweden (No. 1), 25.10.1989, App No. 10842/84, (Çevrimiçi) http://ihami.anadolu.edu.tr/, 1 Nisan 2013;“Hükümet ulusal yargı yerlerinin başvurucunun arazisi üzerinde inşaat hakkı bulunmadığını kabul ettikleri için olayda mülkiyet hakkına müdahale olmadığını ileri sürmüştür. Mahkeme’ye göre özel bir şahıs ile kamu makamları arasında varılan anlaşma kamu makamlarının planlama alanındaki yetkilerini kısıtlamamakla birlikte arazi kullanım planının kabul edilmesi başvurucunun mülkiyetini barışçıl bir biçimde kullanmamasını kısıtlamaktadır. Olaydaki uyuşmazlık birinci fıkranın ikinci cümlesindeki mülkiyetten yoksun bırakma veya ikinci fıkradaki mülkiyetin kontrolü ile ilgili olmayıp birinci fıkrasının birinci cümlesine girmektedir. Bu nedenle olayda mülkiyet hakkına müdahale bulunmaktadır. Söz konusu müdahalenin 1. Protokolün 1. maddesini ihlal edip etmediğine karar verilebilmesi için, genel yararın gerekleri ile bireyin temel haklarının korunmasının gerekleri arasında adil dengenin bulunup bulunmadığının tespit edilmesi gerekir. Olayda başvurucu, arazi kullanım planındaki değişiklikten sonra imar ruhsatlarını almak üzere teşebbüste bulunmamıştır. Başvurucunun arazisi üzerine mutlak bir biçimde inşaat yasağı konulmamıştır. Başvurucunun arazi kendisine bir tazminat ödenmesini gerektiren fiili kamulaştırmaya tabi tutulmamıştır. Arazi kullanım planı belirli bir süreyle sınırlı olduğundan, toplumun yararı ile başvurucunun yararı karşılaştırıldığında denge başvurucu aleyhine olarak bozulmamıştır.”, AİHM, Kate Klitsche De La Grance v. Italy, 27.10.1994, App No. 12539/86, (Çevrimiçi) http://ihami.anadolu.edu.tr/, 1 Nisan 2013.
[31] Gemalmaz, s. 520.
[32] Gül Üstün, Kentsel Dönüşümün Hukuki Boyutu, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2009, s. 171.
[33] Öneryıldız v. Turkey, 30. 11. 2004, App No. 48939/99, Gemalmaz, s. 436-437; David Harris, Michael O’Boyle, Ed Bates ve Carla Buckley, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Hukuku, Çev. Mehveş Bingöllü Kılcı ve Ulaş Karan, Ankara, Şen Matbaa, 2013, s. 684-685; Oya Boyar, “İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi Kararlarında Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Galatasaray Üniversitesi S. B. E., İstanbul, 2004, s. 57-58.
[34] Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunun Uygulama Yönetmeliği, 15.12.2012 tarih ve 28498 sayılı R.G.
[35] Lithgow and Others v. United Kingdom, 8.7.1986, App No. 9006/80, David Harris, Michael O’Boyle, Ed Bates ve Carla Buckley, s. 690.
[36] Cevat Işık v. Turkey, 29.11.1995, App No. 24128/94, Gemalmaz, s. 523; Chassagnou and Others v. France , 29.4.1999, App Nos. 25088/94-28331/95, (Çevrimiçi) http://ihami.anadolu.edu.tr/aihm.asp, 24 Mayıs 2013; Luordo v. Italy, 17.7.2003, App No. 32190/96, (Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int/sites/eng/Pages/search.aspx#{"fulltext":["luordo"]}, 24 Mayıs 2013.
[37] “Birinci ve ikinci başvurucu taşınmaz mal alım satımları ile uğraşan iki şirkettir. Başvurucu ikinci şirket feshedilen birinci şirketin sahibidir. Üçüncü başvuru Daniel Heally ikinci şirketin sahibi ve yöneticisi olup 1990 yılında iflas etmiştir. Birinci başvurucu şirket, yürürlükte bulunan sanayi bölgesi taslak planına dayanarak 1978 yılında 550.000 pounda büyük bir arazi satın almıştır. İlk başta, söz konusu taşınmazın yeşil alan içinde kaldığı gerekçesiyle kamu makamları tarafından reddedilmiştir. Bu karar birinci başvurucu tarafından yapılan itiraz üzerine mahkeme tarafından Mayıs 1981’de iptal edilmiştir. Birinci başvurucu Temmuz 1981’de üçüncü başvurucuya ait olan taşınmazı ikinci başvurucuya satmıştır. 1982 yılında Yüksek Mahkeme taslak planı ilgili mevzuata aykırı görerek yetki tecavüzü nedeniyle başlangıçtan itibaren hükümsüz saymıştır. Öte yandan başvurucular uygulama planının reddedilmesinin, daha önceki planları geçerli kabul eden 1982 tarihli Planlama ve Gelişme Yasası tarafından geçersiz duruma getirilmeyeceğine inanmaktadırlar. Başvurucuların bu düşünceleri Yüksek Mahkeme tarafından ancak dolaylı görüşle (obiter dictum) kabul edilmiştir. Başvurucular Yüksek Mahkeme kararının ve 1982 tarihli Yasanın uygulanmasının mülkiyet haklarını ihlal ettiğini ileri sürmüşlerdir. Birinci başvurucu şirket uygulama planı yapılacağına güvenerek taşınmazı satın aldığı için daha sonra Yüksek Mahkeme tarafından yok hükmünde sayılsa bile, başvurucu davalı devletin müdahalesinden önce mülkiyet hakkına sahiptir. Ancak birinci başvurucu taşınmazı devletin müdahalesinden önce satmış olduğu için Sözleşme’ye göre bir talepte bulunamaz. Ulusal mevzuatın yorumu ulusal mahkemelerin işidir; başka tür bir yorumun bulunmaması halinde Yüksek Mahkeme’nin başvurucuların inançlarını dolaylı kabulü, Mahkeme tarafından da kabul edilir. Mahkeme 1982 tarihli Yasanın başvurucuların olayına uygulama planı verilmesini geriye yürürlü olarak geçerli duruma getirmek için uygulanmayacağını kabul etmiştir. Dahası ulusal düzeydeki yargılama sırasında Hükümet aynı görüşü sürdürmüştür. İmar ruhsatının geri alınması, taşınmazın değerinde bir düşme meydana getirmemiştir. Bu tedbir resmen bir kamulaştırma veya mülkiyetten yoksun bırakma olmayıp, Protokolün 1. maddesinin ikinci fıkrasındaki ‘mülkiyetin kontrolü’dür. İkinci ve üçüncü başvurucuların mülkiyet haklarına müdahale ilgili mevzuata göre yapıldığı için hukuka uygundur. Yeşil alanı koruma amacı, sadece bu tedbir yoluyla gerçekleştirilebileceği için müdahale orantılıdır. Ayrıca başvurucular bir oranda risk taşıyan ticari bir faaliyette bulunduklarından mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna varılmalıdır.”, AİHM, Pine Valley Developments Ltd and Others v. Ireland, 29.11.1991, App No. 12742/87, (Çevrimiçi)http://ihami.anadolu.edu.tr/, 1 Nisan 2013;
[38] 8.12.2001 tarih ve 24607 sayılı R.G.
[39] 2.7.1965 tarih ve 12038 sayılı R.G.
[40] Gürsel Öngören, “Eski Apartman ve Sitelerde Kentsel Dönüşüm Fırsatı”, http://www.kentseldonusumvehukuk.com/eskiyen-apartmanlar-ve-siteler-icin-kentsel-donusum-firsati-11-12-2012/ Erişim Tarihi: 6.5.2013
[41] Madde 27 - 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 10 uncu madde esasları dairesinde ve 15 inci madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına 10 uncu maddeye göre yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabilir.
[42] “Kamulaştırma işlemlerinde acelelik halinin uygulanabilmesi için Bakanlar Kurulu Kararında, acelelik hali ve bu hali gerekli kılan durumlar ile gerek acele kamulaştırmanın konusu, gerekse acele kamulaştırılacak taşınmazlar açıklıkla gösterilmek suretiyle acele kamulaştırmanın kapsamı ve çerçevesinin belirlenmesi, acelelik halinin dışındaki durumlar için Bakanlar Kurulu Kararının uygulanmasını sağlayacak ayrıntıya kararda yer verilmesi, yasa koyucu tarafından acelelik halini belirleme konusunda Bakanlar Kurulu'na tanınan yetkinin başka bir makam ya da mercii tarafından kullanılması sonucunu doğuracak, yetki devrini içerecek unsurlar taşımaması gerekmektedir. Bu çerçevede dava konusu işleme dayanak oluşturan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunca Yapılacak Kamulaştırmalarda 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27. Maddesinin Uygulanmasına Dair Bakanlar Kurulu Kararı incelendiğinde; "acelelik hali"nin Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunca yapılacak tüm kamulaştırma işlemlerini kapsayacak şekilde belirlendiği, herhangi bir çerçeve çizilmediği, "acelelik hali"nin somut olarak belirtilmediği, uygulama açısından süreklilik öngördüğü gibi Bakanlar Kurulu'na tanınan yetkinin başka makam ya da mercilerce takdir edilerek kullanılmasına olanak sağladığı, mülkiyet hakkının korunması, kullanılması ve sınırlandırılması yönünden belirsizlik yarattığı, mülkiyet hakkı ile sınırlandırılması arasındaki dengenin neden gösterilmeyerek bozulduğu görülmektedir. Öte yandan, anılan Bakanlar Kurulu Kararının dava konusu edilmemiş olmasının açıkça Kanuna aykırılığı saptanan Bakanlar Kurulu Kararının ihmal edilmesi suretiyle dava konusu işlemin yargısal denetiminin yapılmasına hukuki engel oluşturmayacağı kuşkusuzdur. Bu itibarla, yukarıda belirtildiği üzere anılan Bakanlar Kurulu Kararında konu yönünden bir sınırlama getirilmeyerek ve uygulama açısından da süreklilik gösterecek şekilde Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunca yapılacak tüm kamulaştırma işlemlerinde acele kamulaştırma hükümlerinin uygulanmasına karar verilerek genel nitelikte bir karar alınması hukuken mümkün olmadığından, anılan Bakanlar Kurulu kararına dayanılarak tesis edilen dava konusu işlemde hukuka uygunluk bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, dava konusu işlemin iptaline… gününde oybirliğiyle karar verildi.” Danıştay, 6. Dairesi, 26.10.2011, E. 2009/5140, K. 2011/4007, (Yayınlanmamıştır).
[43] Melikşah Yasin, “Kentsel Dönüşüm Uygulamalarının Hukuki Boyutu”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, S. 60, Ankara, 2005, s. 121.
[1] Mahmut Küçük, “Panel Konuşması”, Türkiye’nin Deprem Gerçeği Paneli, Gazi Üniversitesi Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ocak 2010, Ankara, s. 48.
[2] TBMM, “Genel Gerekçe”, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı ile Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Raporu (1/569), Sıra Sayısı:180, s. 4, (Çevrimiçi)http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tasari_teklif_sd.onerge_bilgileri?kanunlar_sira_no=100881, 18 Mayıs 2013.
[3] Anayasa’nın 56. maddesine göre, “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin… ödevidir.” Yine Anayasa’nın 26. maddesi, “sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek” ile Devleti görevli kılmıştır. Devletin temel amaç ve görevleri ise, Anayasa’nın 5. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”[4] 31.05.2012 tarih ve 28309 sayılı R.G.
[5] TBMM, s. 5.
[6] Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri, 7. Baskı, Ankara, Yetkin Y. , 1993, s. 229.
[7] Mehmet Akif Etgü, Kamu Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Mülkiyet Hakkına Bakışı, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2009, s. 1.
[8] Saim Tuğrul, Kamu Hukuku Açısından Mülkiyet Hakkı ve Sınırlandırılması, İstanbul, Kazancı Hukuk Yayınları, 2004, s. 3.
[9] M. Kemal Oğuzman, Özer Seliçi ve Saibe Oktay-Özdemir, Eşya Hukuku, Gözden Geçirilmiş 11. Bası, İstanbul, Filiz Kitabevi, 2006, s. 18; Şeref Ertaş, İlknur Serdar ve Damla Gürpınar, Eşya Hukuku, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 8. Baskı, Ankara, Seçkin Y. , 2008, s. 60.
[10] Jale G. Akipek ve Turgut Akıntürk, Eşya Hukuku, İstanbul, Beta Y. , 2009, s. 19.
[11] Etgü, s. 16.
[12] Esin Örücü, Taşınmaz Mülkiyetine Bir Kamu Hukuku Yaklaşımı, Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması, İstanbul, İÜHFY, 1976, s. XX.
[13] H. Burak Gemalmaz, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Mülkiyet Hakkı, İstanbul, Beta Y. , 2009, s. 448.
[14] Türk Kanunu Medenisi, m. 618: “Bir şeye malik olan kimse, o şeyde kanun dairesinde dilediği gibi tasarruf etme hakkını haizdir; haksız olarak o şeye vaziyed eden herhangi bir kimseye karşı istihkak davası ikame ve her nevi müdahaleyi menedebilir.”[15] Saim Tuğrul ve İbrahim Orkun Atalay, “Mülkiyet Hakkının İşlevleri ve Sınırları”, Kazancı Hakemli Hukuk Dergisi, Y:2004, S:3, s. 50.
[16] Haluk Eyidoğan, Yıldıray Sapan, Sakine Öz, Ahmet İhsan Kalkavan, İdris Yıldız ve Doğan Şafak, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı ile Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Raporu (1/569), Sıra Sayısı:180, s. 18,
(Çevrimiçi) http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tasari_teklif_sd.onerge_bilgileri?kanunlar_sira_no=100881, 18 Mayıs 2013.
[17] Gemalmaz, s. 456.
[18] Iatridis v. Greece, 25.3.1999, App No. 31107/96, Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı v. Turkey, 9.1.2007, App No. 34478/97, (Çevrimiçi) http://ihami.anadolu.edu.tr/aihm.asp, 21 Mayıs 2013; Baklanov v. Russia, App No. 9.6.2005, App No. 68443/01, (Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int/sites/eng/Pages/search.aspx#{"fulltext":["lars bramelid"],"documentcollectionid2":["GRANDCHAMBER","CHAMBER"]}, 21 Mayıs 2013.
[19] “Hukuk güvenliği, kurallarda belirlilik ve öngörülebilirlik gerektirir. Belirlilik ve öngörülebilirlik ise, herkesin bağlı olacağı hukuk kurallarını önceden bilmesi, tutum ve davranışlarını buna göre düzene sokabilmesidir. Kişi ve kuruluşların devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğü sağlandığı bir hukuk devleti düzeninde gerçekleştirilebilir.”, AYM, 19.1.2012, E. 2010/40, K. 2012/8, (Çevrimiçi) http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/03/20130306.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/03/20130306.htm, 21 Mayıs 2013; “Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Yasa kuralı, ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmelidir. Öngörülebilirlik şartı olarak nitelendirilen bu ilkeye göre yasanın uygulanmasında takdirin kapsamı ve uygulama yöntemi bireyleri keyfi ve öngöremeyecekleri müdahalelerden koruyacak düzeyde açıklıkla yazılmalıdır. Belirlilik, kişilerin hukuk güvenliğini korumakla birlikte idarede istikrarı da sağlar.” AYM, 17.4.2008, E. 2005/5, K. 2008/93 ve AYM, 30.3.2012, E. 2011/29, K. 2012/49, (Çevrimiçi) http://www.kazanci.com/kho2/ibb/giris.htm, 21 Mayıs 2013.
[20] AYM, 01.11.2012, E. 2010/83, K. 2012/169; AYM, 20.10.2011, E. 2011/54, 2011/142; AYM, 10.04.2003, E. 2002/112, K. 2003/33, (Çevrimiçi) www.anayasa.gov.tr, Erişim Tarihi: 30 Mart 2013.
[21] Etgü, s. 180.
[22] AYM, 26.11.1986, E. 1985/8, K. 1986/27, (Çevrimiçi) www.anayasa.gov.tr, 31 Mart 2013.
[23] Örücü, s. 203.
[24] Bu ilkeye ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz, Yusuf Şevki Hakyemez, “Temel Hak ve Özgürlüklerin Sınırlandırılmasında Ölçülülük İlkesi”, Prof. Dr. Hayri Domaniç’e 80. Yaş Günü Armağanı, C:II, İstanbul, Beta Y. , 2001, s. 1287-1338.
[25] Ömer Anayurt, Türk Anayasa Hukukunda Toplanma Hürriyeti, İstanbul, Kazancı Y. , 1998, s. 186, Aktaran: Hakyemez, s. 1289.
[26] Gemalmaz, s. 521.
[27] AİHM, Sporrong ve Lönnroth v. Sweden, 23.09.1982, App Nos. 7151/75 ve 7152/75, (Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int, 2 Nisan 2013.
[28] AİHM, Rosinski v. Poland, 17.10.2007, App No. 17373/02, (Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int, 2 Nisan 2013.
[29] AİHM, Skrzynski v. Poland, 06.12.2007, App No. 38672/02, (Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int, 2 Nisan 2013.
[30] Gemalmaz, s. 549-550; Müdahalenin ölçülülük ilkesine uygun olduğundan bahisle mülkiyet hakkının ihlal edilmediğine ilişkin bazı kararlar; “Başvurucu 1974 yılında bir mülk satın almıştır. Bu arazi bir imar uygulama planı kapsamına girmektedir. Bu plana göre, söz konusu arazinin belirli bir bölümüne yeterli su ve kanalizasyon tesisi sağlanmadıkça, hiç bir inşaat yapılamaz. Arazi ayrıca, belediye imar planı hazırlanıncaya kadar çeşitli sürelerle inşaat yasaklarına tabidir. Başvurucu, arazinin ikiye bölünmesine izin verilmesi için, inşaat yasağından muaf tutulmak ve ikinci bir ev yapmak üzere izin verilmesi için birçok kez idari makamlara başvurmuş, ancak olumlu sonuç alamamıştır. Böylece taşınmazın bulunduğu bölgede 13 yıldır yapılaşma yasağı sürmüştür. Başvurucu İnsan Hakları Avrupa Komisyonu'na başvurarak, mülkiyet hakkının, mahkemeye başvurma hakkının ve etkili bir hukuk yoluna başvurma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Mahkeme'ye göre, inşaat yasağının uzatılması, hiç kuşkusuz mülkiyetten barışçıl bir biçimde yararlanma hakkına bir müdahale oluşturmuştur. Başvurucunun taşınmazı kamulaştırmaya veya zorunlu satışa tabi tutulmamıştır. Olayda sadece imar uygulama planının hazırlanması sürerken yapılaşma yasağı getirilerek, ikinci fıkraya göre mülkiyetin kullanılması kontrol altına alınmıştır. Müdahalenin hukukiliği ve amacı konusunda Mahkeme, müdahalenin İsveç hukukuna uygun olduğu ve amacının 1. maddede yer alan genel yarar içindeki imar planının yapılmasını kolaylaştırmak olduğundan kuşku duymamaktadır. Ayrıca başvurucu taşınmazı satın alırken taşınmaz üzerindeki kısıtlamaları biliyor olması gerekir. Mahkeme'ye göre bu yapılaşma yasağı, belediyenin bölgeyi planlama meşru amacıyla orantısız değildir. Bu gerekçeyle, P1, md 1’in ihlal edilmediğine karar verilmiştir. Başvurucu ile Hükümet arasında yapılaşma yasağının uzatılması konusunda bir uyuşmazlık bulunmaktadır. Bu yasaklar başvurucunun arazisi üzerinde yapılaşmayı kesinlikle yasaklamıştır. İç hukuktaki sınırlamalara tabi olarak başvurucu inşaat izni için savunulabilir bir hakkı bulunmaktadır. Başvurucunun yapılaşma yasağının hukuka uygunluğu konusundaki itirazı, arazi üzerindeki yapılaşma konusunda belirleyici bir rol oynamıştır. Başvurucunun arazisi üzerinde bina inşa etmesi kişisel bir hakkıdır. Planlama sürecinin iç hukukta kamu hukuku niteliği taşıması belirleyici olmadığından ve olayda kişisel bir hak üzerinde uyuşmazlık bulunduğundan, 6. madde uygulanabilir niteliktedir. Olayda uyuşmazlık üzerinde nihai karar sadece Hükümet tarafından verebileceğinden ve bu kararlar bir yargı yerinin hukukilik denetimine açık olmadığından mahkemeye başvurma hakkının ihlali sonucuna varılmalıdır. 6. maddenin ihlaline karar verilmiştir…”, AİHM, Allan Jacobsson v. Sweden (No. 1), 25.10.1989, App No. 10842/84, (Çevrimiçi) http://ihami.anadolu.edu.tr/, 1 Nisan 2013;“Hükümet ulusal yargı yerlerinin başvurucunun arazisi üzerinde inşaat hakkı bulunmadığını kabul ettikleri için olayda mülkiyet hakkına müdahale olmadığını ileri sürmüştür. Mahkeme’ye göre özel bir şahıs ile kamu makamları arasında varılan anlaşma kamu makamlarının planlama alanındaki yetkilerini kısıtlamamakla birlikte arazi kullanım planının kabul edilmesi başvurucunun mülkiyetini barışçıl bir biçimde kullanmamasını kısıtlamaktadır. Olaydaki uyuşmazlık birinci fıkranın ikinci cümlesindeki mülkiyetten yoksun bırakma veya ikinci fıkradaki mülkiyetin kontrolü ile ilgili olmayıp birinci fıkrasının birinci cümlesine girmektedir. Bu nedenle olayda mülkiyet hakkına müdahale bulunmaktadır. Söz konusu müdahalenin 1. Protokolün 1. maddesini ihlal edip etmediğine karar verilebilmesi için, genel yararın gerekleri ile bireyin temel haklarının korunmasının gerekleri arasında adil dengenin bulunup bulunmadığının tespit edilmesi gerekir. Olayda başvurucu, arazi kullanım planındaki değişiklikten sonra imar ruhsatlarını almak üzere teşebbüste bulunmamıştır. Başvurucunun arazisi üzerine mutlak bir biçimde inşaat yasağı konulmamıştır. Başvurucunun arazi kendisine bir tazminat ödenmesini gerektiren fiili kamulaştırmaya tabi tutulmamıştır. Arazi kullanım planı belirli bir süreyle sınırlı olduğundan, toplumun yararı ile başvurucunun yararı karşılaştırıldığında denge başvurucu aleyhine olarak bozulmamıştır.”, AİHM, Kate Klitsche De La Grance v. Italy, 27.10.1994, App No. 12539/86, (Çevrimiçi) http://ihami.anadolu.edu.tr/, 1 Nisan 2013.
[31] Gemalmaz, s. 520.
[32] Gül Üstün, Kentsel Dönüşümün Hukuki Boyutu, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2009, s. 171.
[33] Öneryıldız v. Turkey, 30. 11. 2004, App No. 48939/99, Gemalmaz, s. 436-437; David Harris, Michael O’Boyle, Ed Bates ve Carla Buckley, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Hukuku, Çev. Mehveş Bingöllü Kılcı ve Ulaş Karan, Ankara, Şen Matbaa, 2013, s. 684-685; Oya Boyar, “İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi Kararlarında Mülkiyet Hakkının Sınırlandırılması”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Galatasaray Üniversitesi S. B. E., İstanbul, 2004, s. 57-58.
[34] Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunun Uygulama Yönetmeliği, 15.12.2012 tarih ve 28498 sayılı R.G.
[35] Lithgow and Others v. United Kingdom, 8.7.1986, App No. 9006/80, David Harris, Michael O’Boyle, Ed Bates ve Carla Buckley, s. 690.
[36] Cevat Işık v. Turkey, 29.11.1995, App No. 24128/94, Gemalmaz, s. 523; Chassagnou and Others v. France , 29.4.1999, App Nos. 25088/94-28331/95, (Çevrimiçi) http://ihami.anadolu.edu.tr/aihm.asp, 24 Mayıs 2013; Luordo v. Italy, 17.7.2003, App No. 32190/96, (Çevrimiçi) http://hudoc.echr.coe.int/sites/eng/Pages/search.aspx#{"fulltext":["luordo"]}, 24 Mayıs 2013.
[37] “Birinci ve ikinci başvurucu taşınmaz mal alım satımları ile uğraşan iki şirkettir. Başvurucu ikinci şirket feshedilen birinci şirketin sahibidir. Üçüncü başvuru Daniel Heally ikinci şirketin sahibi ve yöneticisi olup 1990 yılında iflas etmiştir. Birinci başvurucu şirket, yürürlükte bulunan sanayi bölgesi taslak planına dayanarak 1978 yılında 550.000 pounda büyük bir arazi satın almıştır. İlk başta, söz konusu taşınmazın yeşil alan içinde kaldığı gerekçesiyle kamu makamları tarafından reddedilmiştir. Bu karar birinci başvurucu tarafından yapılan itiraz üzerine mahkeme tarafından Mayıs 1981’de iptal edilmiştir. Birinci başvurucu Temmuz 1981’de üçüncü başvurucuya ait olan taşınmazı ikinci başvurucuya satmıştır. 1982 yılında Yüksek Mahkeme taslak planı ilgili mevzuata aykırı görerek yetki tecavüzü nedeniyle başlangıçtan itibaren hükümsüz saymıştır. Öte yandan başvurucular uygulama planının reddedilmesinin, daha önceki planları geçerli kabul eden 1982 tarihli Planlama ve Gelişme Yasası tarafından geçersiz duruma getirilmeyeceğine inanmaktadırlar. Başvurucuların bu düşünceleri Yüksek Mahkeme tarafından ancak dolaylı görüşle (obiter dictum) kabul edilmiştir. Başvurucular Yüksek Mahkeme kararının ve 1982 tarihli Yasanın uygulanmasının mülkiyet haklarını ihlal ettiğini ileri sürmüşlerdir. Birinci başvurucu şirket uygulama planı yapılacağına güvenerek taşınmazı satın aldığı için daha sonra Yüksek Mahkeme tarafından yok hükmünde sayılsa bile, başvurucu davalı devletin müdahalesinden önce mülkiyet hakkına sahiptir. Ancak birinci başvurucu taşınmazı devletin müdahalesinden önce satmış olduğu için Sözleşme’ye göre bir talepte bulunamaz. Ulusal mevzuatın yorumu ulusal mahkemelerin işidir; başka tür bir yorumun bulunmaması halinde Yüksek Mahkeme’nin başvurucuların inançlarını dolaylı kabulü, Mahkeme tarafından da kabul edilir. Mahkeme 1982 tarihli Yasanın başvurucuların olayına uygulama planı verilmesini geriye yürürlü olarak geçerli duruma getirmek için uygulanmayacağını kabul etmiştir. Dahası ulusal düzeydeki yargılama sırasında Hükümet aynı görüşü sürdürmüştür. İmar ruhsatının geri alınması, taşınmazın değerinde bir düşme meydana getirmemiştir. Bu tedbir resmen bir kamulaştırma veya mülkiyetten yoksun bırakma olmayıp, Protokolün 1. maddesinin ikinci fıkrasındaki ‘mülkiyetin kontrolü’dür. İkinci ve üçüncü başvurucuların mülkiyet haklarına müdahale ilgili mevzuata göre yapıldığı için hukuka uygundur. Yeşil alanı koruma amacı, sadece bu tedbir yoluyla gerçekleştirilebileceği için müdahale orantılıdır. Ayrıca başvurucular bir oranda risk taşıyan ticari bir faaliyette bulunduklarından mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna varılmalıdır.”, AİHM, Pine Valley Developments Ltd and Others v. Ireland, 29.11.1991, App No. 12742/87, (Çevrimiçi)http://ihami.anadolu.edu.tr/, 1 Nisan 2013;
[38] 8.12.2001 tarih ve 24607 sayılı R.G.
[39] 2.7.1965 tarih ve 12038 sayılı R.G.
[40] Gürsel Öngören, “Eski Apartman ve Sitelerde Kentsel Dönüşüm Fırsatı”, http://www.kentseldonusumvehukuk.com/eskiyen-apartmanlar-ve-siteler-icin-kentsel-donusum-firsati-11-12-2012/ Erişim Tarihi: 6.5.2013
[41] Madde 27 - 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 10 uncu madde esasları dairesinde ve 15 inci madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına 10 uncu maddeye göre yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabilir.
[42] “Kamulaştırma işlemlerinde acelelik halinin uygulanabilmesi için Bakanlar Kurulu Kararında, acelelik hali ve bu hali gerekli kılan durumlar ile gerek acele kamulaştırmanın konusu, gerekse acele kamulaştırılacak taşınmazlar açıklıkla gösterilmek suretiyle acele kamulaştırmanın kapsamı ve çerçevesinin belirlenmesi, acelelik halinin dışındaki durumlar için Bakanlar Kurulu Kararının uygulanmasını sağlayacak ayrıntıya kararda yer verilmesi, yasa koyucu tarafından acelelik halini belirleme konusunda Bakanlar Kurulu'na tanınan yetkinin başka bir makam ya da mercii tarafından kullanılması sonucunu doğuracak, yetki devrini içerecek unsurlar taşımaması gerekmektedir. Bu çerçevede dava konusu işleme dayanak oluşturan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunca Yapılacak Kamulaştırmalarda 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27. Maddesinin Uygulanmasına Dair Bakanlar Kurulu Kararı incelendiğinde; "acelelik hali"nin Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunca yapılacak tüm kamulaştırma işlemlerini kapsayacak şekilde belirlendiği, herhangi bir çerçeve çizilmediği, "acelelik hali"nin somut olarak belirtilmediği, uygulama açısından süreklilik öngördüğü gibi Bakanlar Kurulu'na tanınan yetkinin başka makam ya da mercilerce takdir edilerek kullanılmasına olanak sağladığı, mülkiyet hakkının korunması, kullanılması ve sınırlandırılması yönünden belirsizlik yarattığı, mülkiyet hakkı ile sınırlandırılması arasındaki dengenin neden gösterilmeyerek bozulduğu görülmektedir. Öte yandan, anılan Bakanlar Kurulu Kararının dava konusu edilmemiş olmasının açıkça Kanuna aykırılığı saptanan Bakanlar Kurulu Kararının ihmal edilmesi suretiyle dava konusu işlemin yargısal denetiminin yapılmasına hukuki engel oluşturmayacağı kuşkusuzdur. Bu itibarla, yukarıda belirtildiği üzere anılan Bakanlar Kurulu Kararında konu yönünden bir sınırlama getirilmeyerek ve uygulama açısından da süreklilik gösterecek şekilde Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunca yapılacak tüm kamulaştırma işlemlerinde acele kamulaştırma hükümlerinin uygulanmasına karar verilerek genel nitelikte bir karar alınması hukuken mümkün olmadığından, anılan Bakanlar Kurulu kararına dayanılarak tesis edilen dava konusu işlemde hukuka uygunluk bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, dava konusu işlemin iptaline… gününde oybirliğiyle karar verildi.” Danıştay, 6. Dairesi, 26.10.2011, E. 2009/5140, K. 2011/4007, (Yayınlanmamıştır).
[43] Melikşah Yasin, “Kentsel Dönüşüm Uygulamalarının Hukuki Boyutu”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, S. 60, Ankara, 2005, s. 121.
Yorumlar