DOĞADA İLÂÇ ARAYIŞI

DOĞADA İLÂÇ ARAYIŞI



TÇV’nin 2004’te yayınladığı bu kitapta;

Mark J. Plotkin,

doğadaki şifa verici sırların etkileyici

örneklerini verirken, piyasada satılan ilâçlarda

bitki ve hayvanlardan elde edilen maddelerin ne
kadar önem taşıdığını anlatıyor.

Herkesi heyecanlandıracak bu kitabın

bir bölümü aşağıda verilmektedir.



MAYMUNLARIN
BİTKİLERİ


1980 Yılı’nın yaz mevsiminde, Doğu Brezilya’nın bir zamanlar görkemli ormanlar olan bölgelerinde dolaşma fırsatını buldum. Avrupa’dan ilk gelen kâşifler, bu ormanların güzelliği ve çeşitliliği karşısında şaşıp kalmışlardı. Ağaçlık bölge Brezilya’nın en doğudaki ucundan başlayıp güneye, bugün Paraguay ve Arjantin olan yörelere doğru, kesintisiz bir yay halinde uzanıyordu. Oysa şimdi elde kalan, bir zamanlar var olanın ufacık bir parçasıdır. Sağda solda bir kaç küçük cep halinde ormanlarda, bitkilerle hayvanlar giderek küçülen bir alanda yaşayabilme savaşı vermektedir. Eski orman örtüsünün % 96’dan fazlası yok olmuştur. Birbirine uzak o orman kalıntılarında dolaşırken kulağıma sürekli olarak kamyon, buldozer, radyo ve insan sesleri geliyordu. Uygarlığımızın, son kalan bu parçaları da yok etmekte kararlı olduğunun sürekli bir hatırlatıcısı!

Ormanın kendisi hemen hemen boş gibiydi. Güney Amerika yağmur ormanlarının simgesi olan iri kara hayvanları, jaguar ya da bölgeye özgü peccari domuzları avlana avlana öylesine yok edilmişti ki, yerlerde bir çift ayak izi bile göremedim. Tukan’ların tüyler ürperten çağrıları, makav’ların kulak delici çığlıkları kalmamıştı. Tabiî, bu ormanlarda yok edilen yalnızca bu dikkat çekici hayvanlar değildi. Yolculuğuma hazırlanırken, beşyüz yıl önce bu ormanlara girme cesaretini gösteren ilk Portekizli kâşiflerin notlarını okumuştum. Yazdıkları satırlar, bir zamanlar buralara egemen olan savaşçıların öyküleriyle doluydu. Evet, ormanlar ilk zamanki alanlarının % 90’dan fazlasını kaybetmişlerdi, bu arada Botocudos ve Tupinikin kabilelerinin de soyu tamamen tükenmişti.

O kızılderililerin ve bir zamanlar onların yaşama yeri olan ulu ormanların tıbbî mirası nedir? Amazon ormanları bize ipeka’yı, tübokürarin’i vermiştir. Tropik Afrika, fizostigmin ile strofantin’i sunmuştur. Asya ormanları da ajmalin ve rezerpin’i ikram etmiştir. Bu ilâçların her biri, yerel kabile halkının neler kullandığı incelenerek geliştirilebilmiştir. Ama Doğu Brezilya yağmur ormanlarının bitkilerinden bir tek tıbbî bileşik bile geliştirilmiş değildir, sebebi de, besbelli Botocudos ve diğer kabilelerin, onlarla birlikte herhangi bir etnobotanik çalışma yapılamadan önce tükenmiş olmasındandır.

Bize rehber olacak yerli halklar yoksa, hangi bitkilerin laboratuvar araştırmalarına değer bitkiler olduğunu nasıl belirleyebiliriz? Örneğin Surinam’daki onaltı park ve koruma altındaki bölgeden onikisinin içinde de, yakınlarında da, yaşayan hiç bir kızılderili yoktur. Bu tür durumlara tropik bölgelerde giderek daha çok rastlanmaktadır. Eğer bitkilerin ürettiği yeni ve yararlı bileşikleri bulacaksak, bunun en iyi yolu nedir?

İkinci Dünya Savaşı sırasında Çin Hindi’ndeki balta girmemiş ormanların üzerinde uçmaya hazırlanan Amerikalı havacılara, vurulup düşürülürlerse nasıl sağ kalacakları öğretilirken, “maymunlar ne yiyorsa siz de onu yiyin” denirdi. Gerçi bu öğüdün iddialı değeri her halde daha çok psikolojikti (bazı maymunların odacıklı mideleri, insanları zehirleyecek, hattâ öldürecek yaprakları sindirebilmelerini sağlamaktadır ama sonunda esas yararını tıbbî tedaviler dalında göstereceğe benzemektedir. Adım adım öğrendiğimize göre, bir çok durumlarda hayvanların iç güdüleri, onlara ilâç yerine geçecek bitkilerle ilgili bilgiler programlamıştır, oysa bu bilgileri insanlar daha yeni yeni fark etmekte ve incelemeye başlamaktadır. En olağanüstü örneklerden biri, Doğu Brezilya’nın Atlantik ormanlarında yaşayan ve soyu tükenme tehlikesiyle yüzyüze bulunan bir maymun türü üzerinde yapılan araştırmalardan gelmiştir.

1980’lerin başında, Harvard’da biyolojik antropoloji master öğrencilerinden Karen Strier, Doğu Brezilya’daki Minas Gerais Eyaleti’ne, maymunları kendi doğal habitatlarında incelemeye gitmişti. Çalışma alanı olarak Feliciano Miguel Abdala’nın çiftliğini seçti. Bu çiftçi, kendi arazisi üzerinde dört mil kare boyundaki ormanlık bölgede bir koruma alanı geliştirmişti. Orada (tüylü örümcek maymunları diye bilinen) bir muriqui nüfusu barınmaktaydı. Bunlar Yeni Dünya maymunlarının en irileriydi. Strier’in çalışmaları kısa zamanda onu çok şaşırtıcı bazı sonuçlara götürdü. Muriqui’lerin beslenme biçiminde, diğer maymunlara göre tanen içeriği çok daha yüksekti. Dizanteri ilâcı olan Enterovioform’un yaklaşık %50’si tanenlerden ibarettir. Harvard’lı araştırmacı, acaba maymunlar parazitleri öldürmek, genellikle parazitlerle birlikte ortaya çıkan diyareyi kontrol edebilmek için beslenme biçimlerini mi değiştiriyorlar, diye merak etti. Daha sonraki araştırmalar, bu ormandaki muriqui’lerde hiç parazit bulunmadığını ortaya çıkardı … bu da yağmur ormanlarında yaşayan maymunlar için ender bir durumdu. Söz konusu bitkilerin de bazıları, Amazon kızılderililerinin parazitleri kontrol etmek için kullandıklarının aynısı, ya da onlara çok benzer şeylerdi.

Üreme mevsiminin başlamasından hemen önce Stier, muriqui’lerin antimikrobiyal bileşimler bakımından zengin olan yalnızca iki tür ağacın yapraklarını yemekte olduklarını fark etti. Yılın aynı döneminde maymunlar, beslenmek için maymun kulağı ağacını ziyaret ediyorlardı (bu adın takılışı, meyvesinin biçiminden ötürüydü). Genelde maymunlar ağacı meyveyle dolu bulunca, hepsini yiyor, hemen hemen bitiriyorlardı. Oysa Strier’e göre muriqui’ler, biraz yiyip oradan ayrılıyor, sanki tadına bakmak yeterliymiş gibi davranıyorlardı. Harvard’a döndüğünde, o meyvelerde bol miktarda stigmasterol bulunduğunu öğrendi. Bu kimyasal, projesteron üretiminde kullanılıyordu. Projesteron, doğum kontrol haplarında kullanılan maddeydi. Bitki hormonları hayvanların doğurganlığını etkileyebilir. Bu ormanın maymunları, doğum kontrol haplarını insan kuzenlerinden binlerce yıl önce mi keşfetmişlerdi?

Duke Üniversitesi primatologlarından (maymun uzmanı) Dr. Ken Glander, Orta Amerika’nın uluyan maymunlarını yıllar boyunca incelemiş, sonunda Karen Strier’inkilere paralel sonuçlara varmıştı. Glander’ın hipotezine göre, uluyan maymunlar seçilmiş bazı bitkileri yiyor, bu yolla doğuracakları yavrunun cinsiyetini belirliyorlardı! Glander, uluyanların dişilerinin, çiftleşme öncesinde ve sonrasında yedikleri bazı bitkileri başka zamanlarda hiç yemediklerine dikkat çekiyordu. Yirmi yılı aşkın çalışmalarının sonunda, uluyanlardan bazılarının yalnız erkek yavrular doğurduğunu, diğerlerinin de yalnız dişiler doğurduğunu gözlemlemişti. Böyle bir şeyin tesadüf sonucu olması, biraz zayıf ihtimaldi. “Dişi” sperm (X kromozomu taşıyanlar), asitli ortamda “erkek” spermlerden (Y kromozomu taşıyanlardan) daha iyi performans veriyordu. Bunun tersi de geçerliydi. Uluyanların dişileri acaba üreme kanallarındaki kimyasal ortamı mı kontrol ediyorlardı … ve eğer ediyorlarsa, bunu neden yapıyorlardı? Glander’ın tezi, bundan bitki kökenli östrojen benzeri kimyasalların etki yapmış olabileceği yolundaydı. Maymun gruplarında genellikle erkeklerin, genlerini bir sonraki kuşağa dişilerden daha fazla miktarda aktarabildiklerine dikkat etmişti. Bu durumda, bir dişinin daha çok erkek yavrular doğurmasının neden avantajlı olabileceği de ortaya çıkıyordu. Ama grupta çok fazla erkek varsa, o zaman da dişi yavruların neden rağbette olacağı belliydi.

Hayvanların bitkileri ilâç olarak nasıl kullandığının incelenmesine son zamanlarda “zoofarmakognozi” adı verilmiştir, ama bizim bu olguyu gözlemlememiz, hiç kuşkusuz, çok eski tarihlere dayanmaktadır. Köpeklerin sağlıksız bir şey yuttukları, onu çıkarmak istedikleri zaman nasıl kusturucu otlar yediklerini görmeyenimiz var mıdır? Pennsylvania Üniversitesi’nden başarılı ekolog Dr. Dan Janzen şöyle yazmaktadır: “Bitki yiyen omurgalıların bu işi arasıra, kendi reçetelerini yazıyormuş gibi yapıp yapmadıklarını sormak isterdim.”

Bazen hayvanlar bize bilgelikleriyle ders verirken, bazen de yaptıkları saçmalıklarla ders verirler. Kuzey Amerika ineklerinin yirminci yüzyıl başlarında yaptığı ölümcül beslenme hatalarından ortaya bir kaç başarılı ilâç çıkmıştı. Şubat 1933’te bir Cumartesi öğleden sonra, tipi ortalığı kasıp kavururken, Wisconsin’lı bir çiftçi, elinde bir kova kanla, kimyager Dr. Karl Link’in ofisine gelmişti. Aslında Deer Park yakınlarından buralara yaklaşık ikiyüz mil yolu aşarak gelmiş, önce Madison’daki Wisconsin Üniversitesi’nde bulunan eyalet veterinerinden yardım istemeye çalışmıştı. Ama hafta sonu olduğu için veterinerin ofisi kapalıydı. Çaresiz kalan çiftçi, kapısının kilitli olmadığını gördüğü ilk binaya yönelmişti, orası da biyokimya binasıydı.

Kovada taşıyıp getirdiği kan pıhtılaşmamıştı. Adamın ineklerinden bir kaçı, kan kaybından ölmüştü. Şimdi de boğasının burnundan kan boşalıyordu. Hayvanlarını her zamanki gibi yine çürümüş tatlı yoncayla beslemekteydi.

Kanama hastalığı ilk olarak 1920’lerde, hem Kuzey Dakota’da, hem de Kanada’nın Alberta bölgesinde görülüp rapor edilmişti. Uzmanlar hastalığa yol açan şeyin, hayvanlara çürümüş tatlı yonca vermek olduğunu tesbit etmişlerdi, ama onu nasıl iyi edeceklerini bilmedikleri gibi, yoncadaki hangi maddenin buna yol açtığını bulamamış, o bileşimi izole edememişlerdi. Tavsiyeleri, çürümüş yemi imha edip, hasta hayvanlara kan nakli yapmaktı. Link’in tavsiyesi de aynı olmuştu. Ama ne yazık ki, çiftçinin elinde, hayvanlarına verecek alternatif bir yem yoktu. Büyük ekonomik kriz yıllarında, Wisconsin gibi kırsal bir yerde, kan nakli yapmak gibi bir imkânı da yoktu.

Link, yardımcı olamamanın sıkıntısı içinde, sorunu doktora sonrası öğrenimini sürdüren Alman öğrenci Eugene W. Schoeffel’e açtı. Schoeffel aşırı duygusal, çok idealist bir insandı. İkide bir Goethe’den, Shakespeare’den alıntılar yapmayı severdi. Çürümüş yonca bulmacasını o üstlendi, kendi kişisel savaşı haline getirdi. Arkadaşlarıyla birlikte o yoncaları yedi yıl boyunca analiz ettiler, sonunda ölümcül etkeni belirleyip izole etmeyi başardılar. Suçlu, dikumarol adlı bir kimyasaldı. Doğru bir hipotezle ortaya çıktılar. Bu maddenin fazlası hemorajiye yol açıyorsa, az miktarda kullanıldığında yararlı bir antikoagülan olabilir demekti. Bugün dikumarol (ve onun sentetik analogları) sıklıkla antikoagülan olarak kullanılmaktadır, özellikle de pulmoner emboli ve venöz trombozun önlenmesinde ve tedavisinde işe yaramaktadır.

Yoncanın analizi, bir tek türün çok çeşitli ürünlere kaynak olabileceği konusunda da örnek olmaktadır. Sentetik analoglardan birinin, farelerde özellikle ciddî kanamalara yol açtığını fark eden Link, o maddeyi fare zehiri olarak denemeyi önerdi, striknin gibi daha toksik rodentisitlerin tehlikelerinden o sayede kurtulunabileceğini ileri sürdü. Bu kimyasalın araştırmalarına, Wisconsin Mezunları Araştırma Vakfı arka çıktı. Maddenin etkisi kanıtladığında, ona warfarin adı verildi. (Kelime her ne kadar akla savaşı getiriyor olsa da, aslında mezunlar vakfının adının baş harflerinden alınmıştı.)

1951 başlarında, askere çağrılan biri, warfarin yiyerek intihar etmeye kalktı. Kendini öldürmeyi beceremedi, ama klasik bir tatlı yonca kanama sendromu sergiledi. Mutsuz askerin normal kan ve koagülanlar verilerek tedavi edilmesi sağlandı. Bu garip olay, warfarin’in (bu sefer coumadin adıyla) hasta insanlarda antikoagülan olarak denenmesine ve ruhsat almasına yol açtı. Acaba kalp hastalarından kaç tanesi, doktorun kendilerine uzattığı reçeteye fare zehiri yazmış olduğunu fark ediyor dersiniz?

Hayvan davranışlarının başka yönlerinden de, tedaviyle ilgili daha başka ipuçları çıkmıştır. Şaşılacak kadar çok canlı türleri, toksik doğal bileşimleri yemekte ve kendi bedenlerinde depolayabilmektedir. Bunu ilâç olarak değil, zehirleri daha sonra kendi amaçlarıyla kullanmak için, ya gerektiğinde zehirli bir ısırık uygulayabilmek ya da predatörlerin kendilerini yemesini caydırmak için yapmaktadırlar. Kirpi balığının örneği de bunlardan biridir.

Düzinelerce kirpi balığı türünde, tetrodotoksin diye bilinen ölümcül bir sinir gazı vardır. Bu balıklar zehiri iç organlarında konsantre etmektedir. Her ne kadar mantık bize, insanların bu zehir dolu derin deniz canlılarından kaçmak isteyeceğini söylese de, kirpi balıkları Japonya’da nâdide bir delikates sayılmakta ve çok sevilmektedir. Ahçılar bu popüler ve saygın yemeği hazırlamak için özel eğitimlerden geçmek, federal hükümetten bir tür lisans almak zorundadırlar. Çok dikkatli hazırlama muamelelerine rağmen, kazalar yine de olabilmektedir. Bir kaç yılda bir, birinin zehirlendiği görülür. Zehirlenme sonucunda genel bir uyuşma, kas kontrolünün kaybı söz konusu olur, tedavi edilmezse ardından ölüm gelir. Tetrodotoksin zehirlenmesinin o tipik uyuşturma etkisini ilginç bulan Japon doktorlar, bu maddeyi migren ve âdet dönemi ağrılarının tedavisinde kullanmışlardır.

Bilim adamları, mavi halkalı ahtapotun ölümcül ısırığında da tetrodotoksin bulunduğunu anladıklarında şaşalamışlardır. Kirpi balığıyla ahtapotun aynı zehiri üretiyor olması acaba mümkün müdür? Ama sonunda balığın da, ahtapotun da, zehiri kendisinin yapmadığı ortaya çıkmıştır. Onu imal eden, Vibrio adıyla bilinen bir mikroptur. Balık da, ahtapot da, mikrobu yiyip kendi iç organlarında saklamakta, bu yolla predatörlerini caydırmaktadırlar. Bir bakıma kirpi balığıyla ahtapot, araştırmayı bizim adımıza yapmış gibi görünmektedir. Denizlerdeki milyonlarca mikrop arasında en ölümcül olanın (ve güçlü tıbbî uygulamalara elverişli olanın) hangisi olduğunu bulup ortaya çıkarmışlar, bizim dikkatimize (en tehlikeli yöntemle bile olsa) sunmuşlardır.

Hayvanlar yalnız yeni kimyasal maddeleri bulmamıza yardımcı olmakla kalmamakta, bunları laboratuvarlarda üretmemize de yardımcı olmaktadır. Fort Pierce, Florida’daki Harbour Branch Oşinografi Enstitüsü’nde biyomedikal deniz araştırmalarının baş yöneticisi olan Dr. Shirley Pomponi, deniz omurgasızlarında ekteinasidin (ECT) konusunu araştıran bir uzmandır. ECT, 7. Bölüm’de gördüğümüz gibi, bir antimelanoma bileşimidir. Pomponi şöyle demektedir: “Ne yazık ki, bir tek gram ekteinasidini ancak bir tona yakın ahtapot yapabilmektedir.” Pomponi ile Harbour Branch’deki arkadaşları, yalnız ahtapotlardan beslenmekle kalmayıp, ekteinasidin’i filtre ederek depolayan, herhalde onu, kirpi balığının tetrodotoksin’i kullandığı gibi kullanıp predatörleri caydırmaya çalışan bir yassı kurt bulmuşlardır. Sonunda bilim adamları, ECT’yi bu yassı kurttan “sağma” yöntemini keşfetmiş, bunun o maddeyi ahtapottan almaktan çok daha düşük maliyetli olduğunu görmüşlerdir.

Bir zehiri başka bir türden çalıp kendini korumak için kullanma metodunu keşfetmek, oklu kurbağaların nasıl bu kadar toksik olabildiğini de anlamamıza yol açmıştır. 1. Bölüm’de gördüğümüz gibi, tropik Amerika’nın oklu kurbağaları, çok çeşitli ve hayranlık uyandırıcı kimyasal maddeler taşımaktadır. Ama kurbağaların zehiri nasıl imal ettiğini anlamamız, son zamanlara kadar mümkün olmamıştı. Tutsaklık koşullarında yetiştirildiklerinde, kurbağalar genellikle aynı toksinleri yapamıyorlardı. Yabanıl ortamda yakalanıp tutsaklık koşullarına sokulanlar bazen alkaloitlerini muhafaza edebiliyorlardı, ama yavrularında aynı alkaloitler daha az miktarda bulunuyordu.

Hawai’de daha da garip bir olgu söz konusuydu. Zehirli oklu kurbağalar, 1932 Yılı’ nda, Oahu Adası’ndaki Manoa Vâdisi’ne salıverilmişti. Elli yıl sonra bu kurbağaların soyundan gelenler laboratuvarda test edildiğinde, araştırmacılar ilk (Panama kökenli) türde var olan alkaloitlerden iki tanesinin hâlâ var olduğunu gördüler. Ama Panama türünde var olan bir başka tip alkaloit, bunlarda yoktu. Ayrıca bilim adamları, bu Hawai kurbağalarında, Panama türünde hiç olmayan yeni bir alkaloit de buldular! Neler oluyordu burada?

Zehirli oklu kurbağa otoritesi Dr. John Daly’nin hipotezlerine göre; 1) kurbağalar alkaloitleri kendileri yapıyorlardı; 2) bu alkaloitleri, yedikleri bir şeyden yapıyorlardı; ya da, 3) kirpi balığının tetrodotoksin’de yaptığı gibi, bu bileşimleri besinlerindeki bir bileşimden topluyor ve depoluyorlardı. Daly’nin hipotezlerinin cevabı, görünüşe göre üçünün bileşimi şeklindedir. Bileşimlerden (ya da onların oluşmadan önceki halinden) birazı, kurbağanın yediği böceklerde vardır. Alkaloitler böceklerden, karıncalardan, çok ayaklılardan alınıp depolanmaktadır. Ama mesele yalnız bazı alkaloitleri ya da bütün alkaloitleri yiyip ayırarak saklamakla bitmemektedir. Bu kurbağalara iki farklı alkaloit taşıyan karıncalar yedirildiğinde, kurbağalar bunlardan birini depolamış, diğerini besbelli vücutlarından atmışlardır. Bazı durumlarda da kurbağaların, kendi derilerinde bulunan bileşimleri taşıyan böcekleri özellikle arayıp yedikleri görülmüştür. Bu durumda, halen Abbott Laboratuvarları tarafından geliştirilmekte olan ABR-594 ağrı kesicisi, bugüne kadar kurbağa zehiri diye bilinmesine rağmen, aslında böcek zehiri olup, bize kurbağalar tarafından sunulmuş olabilir!

Bitkileri bilerek tedavi amacıyla kullanma yönünden bakıldığında, Afrika’nın büyük maymunları her halde hayvanlar âleminin en ilerlemiş üyeleri olarak ortaya çıkmaktadır. Harvard primatologlarından (maymun türleri uzmanı) Dr. Richard Wrangham, 1980’lerin başlarında, Uganda’daki Kibale Ormanı’nda yaşayan şempanzelerin, Aspilia diye bilinen bir tropik papatyayı yediklerini görmüştü. Şempanzeler gerçi çoğunlukla vejetaryen nitelikli beslenme rejimlerinde çok çeşitli bitkileri yiyorlardı, ama o papatyaları yerkenki davranışları garipti. Yaprakları dikkatle seçiyor, yutuyorlardı. Yuttuklarında yüzlerinde tatsız bir ifade oluşuyor, balıkyağı içmiş çocuklar gibi görünüyorlardı. Şempanzeler de insanlar gibi parazit enfeksiyonlarına eğilimli olduklarından, Wrangham bu yaprakları beslenmek için değil de, ilâç olarak yedikleri yolunda bir hipotez geliştirmişti.

Wrangham bir miktar Aspilia toplayıp analiz için laboratuvarına götürdü ve şaşırtıcı sonuçlarla karşılaştı. Bitkide yeni bir bileşik vardı (ona thiarubrine adını verdiler). Bu maddede güçlü antibiyotik, fungisit ve vermisidal özellikler bulunmaktaydı. Ayrıca bu maddenin ve benzerlerinin, Afrika halkları tarafından çeşitli tedaviler için kullanılmakta olduğunu da öğrenmişlerdi. Ciltlerindeki kesiklere, sistite, bel soğukluğuna karşı bile kullanıyorlardı. Buradan ortaya başka bir soru çıkmaktaydı: Acaba insanların bu bitkiyi ilâç olarak denemelerine, şempanzelerin davranışlarını gözlemiş olmaları mı yol açmıştı?

Etnobotanistler, yani insanların yerel bitkileri kullanış biçimini inceleyen bilim adamları, çeşitli kültürlerin hangi bitkilerde ilâç niteliği olduğunu nasıl keşfettiklerini uzun zamandan beri merak etmekteydi. Deneme-yanılma metodunun bu süreçte önemli rol oynadığı kesin olsa bile, acaba hayvanların kullandığı bitkiler onların denemelerine doğal bir başlangıç noktası sağlamış olamaz mıydı?

Thriarubrine’in hikâyesinin tuhaf bir de dipnotu vardı: Bilim adamları Aspilia’yı laboratuvarda denediklerinde, thriarubrine’i yalnızca bitkinin köklerinde bulmuşlardı, oysa maymunlar kökleri yemiyordu. Afrikalı, Avrupalı, Japon ve Amerikalı araştırma ekipleri, bu hayvanların yalnızca yaprakları yediğini defalarca teyit etmişlerdi. O halde parazit belâsına uğrayan maymunlar neden yaprakları yiyordu? Primatolog Dr. Michael Huffman, Japonya’da yaşayan Amerikalı bir bilim adamıydı. Tanzanya’da çalışırken, kurnazca düzenlenmiş bir saha araştırmasında cevabı buldu. Huffman’la arkadaşları, şempanzelerin dışkısında genellikle Aspilia yapraklarının yanısıra, yaprakların yüzeyindeki minik sert kıllara (trikom’lara) takılmış, şişlenmiş gibi duran bağırsak kurtlarını da buldular. Şempanzeler bu yaprakları “ilâç” olarak yiyor olsa bile, parazitleri öldüren şey yalnızca bir kimyasal madde değil, zararlı organizmaları sıyırıp şişleyen fiziksel bir çareydi. Huffman bu süreci “Velcro etkisi” diye isimlendirdi. Ama bu araştırma sayesinde bilim adamları gerçekten yeni bir antibiyotiği de keşfettiler.

Primatoloji dalındaki kariyerini, çocukken okuduğu H. A. Rey imzalı Curious George (Meraklı George) adlı kitaba duyduğu hayranlık sebebiyle seçmiş olan Huffman, sonunda şempanzelerin yalnız botanik Velcro’yu değil, daha başka bitkileri de kimyasal ilâç olarak kullandığını kanıtlayacak güçlü kanıtları derlemeyi başardı. Tanzanya’nın Mahale bölgesindeki saha araştırmalarının çoğunu, Tanganika Gölü’nün doğu kıyısına, yüz yıl kadar önce kâşif Stanley’in David Livingstone’u bulduğu yere odaklamıştı (Jane Goodall’un Gombe Deresi’ndeki ünlü yerinin yüz mil kadar kuzeyi). Huffman’ın rehberi ve akıl hocası Mohamedi Seifu Kalunde, yerli Wa Tongwe kabilesinden, alçak sesle konuşan bir yaşlı adamdı. Kalunde hem natüralist, hem de herbalist olarak beceriye ve üne sahipti. 1987 Kasımı’nda bir gün, Kalinde ile Huffman bir şempanzeyi izlerken, şempanze birdenbire papatya ailesinden bir Vernonia bitkisi önünde durmuş, bir dalı koparmış, kabuğunu soymaya başlamıştı. O gün olup bitenleri Huffman on yıl sonra bile ayrıntılı şekilde hatırlıyordu. Mohamedi, “Bu çok garip” demişti. “Bunu neden yiyor, anlamıyorum, çünkü çok acı bir şey.” Huffman, “Sık sık yerler mi onu?” diye sormuş, “Hayır” cevabını almıştı. Ardından, Kalunde’nin kabilesindeki insanların bu maddeyi ilâç olarak kullanıp kullanmadığını sormuş, Kalunde, “Evet, mide problemleri için alırız” diye karşılık vermişti.

Vernonia, Afrika kıtasında bulunan ve ilâç olarak kullanılan bitkilerin en önemlisiydi. Etiyopya’da sıtma ilâcı olarak bilinirken, Güney Afrika’da amipli dizanteri ilâcı olarak değerliydi. Zaire’nin kabileleri onu diyareye karşı kullanıyor, Angola kabileleri mide bozukluğuna çare diye tanıyordu. Huffman’ın rehberi ve akıl hocası Kalunde’nin dili olan Ktongwe dilinde Vernonia’nın adı njonso’ydu, bu kelime “acı yaprak” ve “gerçek ilâç” demekti.

Onlar saklanıp seyrederken, hasta şempanze kabukları soyma işini bitirmiş, sapı çiğnemeye başlamıştı. Yutmuyor, çiğnedikten sonra posasını tükürüyordu. Midesine giden yalnızca özsuyuydu. Huffman o maddenin özellikle kötü tadı olduğunu bildiği için, hayvanın bunu keyfinden yemediğini anlamıştı (Büyük Jane Goodall ilginç bir deney yapmıştı; her halde Huffman’ın gözlemleriyle o deney de biraz ilgiliydi: Hasta şempanzelere, üzerine antibiyotik tetrasiklin akıtılmış muz verdiğinde, hayvanların hevesle yediğini görmüştü. Ama aynı şeyi sağlam şempanzelere verdiğinde, onlar yemeyi reddediyordu). Huffman’la Kalunde hasta şempanzeyi izlemeyi sürdürdüler, hayvanın hızla iyileştiğini gördüler. Bitki özünü içmeden önce hayvan kabızdı, rahatsızdı, iştahı yoktu. Bir gün sonra şaşılacak bir iyileşme kaydetmişti. Hızla dik kayalara tırmanmaya başladığında, araştırmacılar onu gözden kaybetmemek için çok zorlanmaya başlamışlardı.

Elbette ki, bir tek hasta şempanzenin bir tek kere gözlenmesi, kendi başına yeterli bir kanıt sayılamazdı. Ama 1991’in Aralık ayında araştırma ekibi ek gözlemlerde bulununca, teori inanılırlık kazanmaya başladı. Huffman’la Kalunde, bir başka hasta şempanzenin yine Vernonia yediğini görmüşler, böylelikle hipotezlerini kontrol etme imkânı bulmuşlardı. Bir yandan şempanzeyi izlerken, hayvanın dışkılarını toplamış, analizi yapılmak üzere laboratuvara götürmüşlerdi. İlk topladıkları örneklerin her gramında 130 kadar nematod yumurtası vardı. Aradan yirmidört saatten az bir süre geçtiğinde, her gramdaki yumurta sayısı 15’e düşmüş, hayvan yeniden avlanmaya başlamış, bir gün önce beceremediği enerji-yoğun hareketlerine geri dönmüştü. Araştırmacılar hayvanın o bitkiden ne kadar özsuyu aldığını hesapladıklarında, dozajın kabiledeki hasta insanların aldığıyla eş olduğunu anladılar. İyileşme süresi (20-24 saat), insanlar için de, şempanzeler için de aynıydı. O bitkinin çok yaygın olmasına, her mevsimde bulunabilmesine rağmen, şempanzeler ondan yalnızca yağmurlu mevsimde, parazit enfeksiyonlarının en çok görüldüğü mevsimde yararlanma eğilimindeydiler.

Huffman, Japon meslekdaşlarıyla birlikte, bitkinin kimyasal analizini yaptı. Laboratuvar çalışmasında bitkinin ilâç niteliğiyle ilgili iki tip kimyasal bulundu. Bitkide bol miktarda seskiterpen laktonlar vardı. Bunlar pek çok botanik türlerde var olan, antihelmentik (kurtlara karşı) etkisi bilinen maddelerdi. Ayrıca, antiamip ve antibiyotik özellikleri de vardı. Bu bitkilerde bulunan yeni seskiterpen laktonlar, leishmaniasis’e (sık rastlanan ve kişiyi deforme eden bir tropik hastalık) karşı, ayrıca ilâca dirençli falciparum sıtmasına karşı önemli aktivite göstermekteydi.

Bu Vernonia türevlerinin insanlardan önce hayvanlar için kullanılabileceği görülmektedir ki, bu da aslında uygun düşer. Huffman, hem Danimarka, hem de Tanzanya’daki meslekdaşlarıyla işbirliği yaparak Vernonia usârelerinin, bilimsel adı Osteophagostum stephanostomum olan bir nematodu öldürmedeki etkisini belirlemeye çalışmaktadır (işte burada da yine, canlının adı, kendi boyundan uzundur!). Bu nematodlar (ve onların yakın akrabaları), özellikle tropik bölgelerde, hayvan sürülerinde büyük zararlara yol açmaktadır. Bugün uygulanan tedaviler, etkili olmalarına rağmen, Üçüncü Dünya standartlarına göre oldukça pahalıdır ve bu yüzden erişilmez olabilmektedir. Tropik bölgelerde hayvancılık yapanlara, kendilerinin yetiştirebileceği ve parazit öldürme amacıyla güvenle kullanabilecekleri bir bitki sunmak, sağladıkları verimi çok arttırabilecektir.

Vernonia başarıyla geliştirilse bile, doktordan önce veterinerin ilâç dolabına girebilen ilk yararlı tropik bitki olamayacaktır. Asya’nın pek çok kesimlerinde yerli halkların, betel palmiyesinin meyvesini asma yaprağına sarıp çiğnedikleri bilinmektedir. Bu meyvenin alkaloitleri kimyasal bir uyaran olarak iş görmekte, bazılarının iddiasına göre de betel, tıpkı tütün gibi tiryakilik yapmaktadır. Yirmi-otuz yıl önce kimyagerler palmiyeden bir alkaloiti izole etmiş, ona “arekolin” adını vermişlerdir, zira palmiye cinsinin adı Areca’dır. Başlangıçta doktorlar tarafından insanlar için vermifüj olarak (antiparazit madde olarak) kullanılmış olmakla birlikte, sonunda arekolinin bizim türümüz için fazlaca toksik olduğuna karar verilmiştir. Halen bu ilâç, hayvanlarda parazit tedavisi için kullanılmaktadır.

Hayvanların genelde insanlardan daha “dayanıklı” olduğu görülmüştür. İlâçların insanlarda yol açtığı yan etkiler onlarda pek görülmemektedir. İnsan kadar uzun yaşayan az hayvan vardır, bu sebeple ilâcı yıllar boyunca almaktan gelecek ters etkiler de onlar için söz konusu değildir.

Böyle olunca, halen geliştirilmekte olan (hem doğal, hem de sentetik) ilâçların bir çoğu, insan yerine hayvanlarda kullanılacak, ya da her ikisinde birden kullanılacaktır. Veterinerlik piyasası çok büyüktür, ev köpeklerinden ve kedilerinden hayvanat bahçesi hayvanlarına, sığır sürülerine, domuzlara, koyunlara, atlara kadar uzanmakta, dünyanın her yanındaki tarımsal faaliyetlere hizmet eden bütün hayvanları kapsamaktadır. Veterinerlik ilâçlarının yalnız ABD pazarındaki yıllık perakende değeri bir milyar dolar düzeyindedir.

Ama bazı bitkilerde, hem insan, hem de veteriner ilâcı olarak işe yarayabilecek bileşikler bulunmaktadır. Bazı tropik ormanlarda incir ağaçlarının sayısı diğer ağaç türlerinden fazladır. Bunların meyveleri, hem kuşlar, hem de maymunlar için önemli beslenme bileşenleri içermektedir. Şempanzeler ağaçları, besin değerinin ötesinde, tedavi amaçlarıyla da kullanmaktadır. Batı Amazon bölgesindeki bir türün özsuyu, parazitik enfeksiyonlara karşı öylesine değerlidir ki, şişelenerek ticarî olarak satılmaktadır. Bir Afrika türünün yapraklarının Tanzanya’da şempanzeler tarafından yenilmesinin sebebi, her halde şempanzelerin en sık rastlanan bağırsak parazitleri olan nematodlara etkili enzimler içermesidir. (Şempanzelerin yediği) taze yapraklardaki antiparazitik maddenin miktarı, yaşlı incir yapraklarındakinin % 600 fazlası kadardır.

İncir sütünü de, iri memelilerin bir başka türü olan filler ilâç olarak kullanmaktadır. Bu ‘paşiderm’ hayvanlar da her halde, tıpkı yerli kabilelerin halkları gibi, o maddeden antiparazit olarak yararlanmaktadır. Ama fillerin kullandığı tek ilâç, bitki incir ağacı değildir. 1940’ların başlarında bilim adamları Asya fillerinin, uzun yolculuklara çıkmadan önce Entada scheffleri adlı marulumsu bitkiden yediğini fark etmişlerdi. Araştırmacılar bunu görünce, bitkinin ya bir uyarıcı ya da bir ağrı giderici olduğu hipotezini ileri sürmüşlerdi (yoksa yalnızca bir tür paşiderm karbo-yükleme yöntemi olabilir miydi?). World Wildlife Fund (Dünya Yaban Hayatı Fonu) ekologlarından Dr. Holly Dublin, 1975 Yılı’nın büyük bölümünü, Güney Kenya’nın Tsavo Parkı’nda hâmile filleri gözlemleyerek geçirdi. Filin hâmilelik dönemlerinde standart bir yaşam biçimi vardı. Günde üç mil yol yürüyüp yenilebilecek bitkiler arıyordu. Ama günün birinde hâmile fil, yirmi mile yakın bir yol yürümüş, hodan türünden bir ağacın tamamını yemişti. Dublin, daha önce fillerin bu tür bitkiyi yediğini hiç görmemişti, o olaydan sonra da bir daha görmedi. Aradan dört gün geçti, fil doğum yaptı.

Belki bu olayda ilk bakışta bir sebep-sonuç ilişkisi görülemeyebilir, ama Dublin raslantı sonucu bir başka ilginç bağlantı kurmayı başarmıştı. Kenya’daki hâmile kadınlar, doğum sancılarını ya da çocuk düşürme sürecini başlatmak için o ağacın kabuklarından yapılmış bir çay içiyorlardı! Michael Huffman bu hikâyeyi Kalunde’ye anlattığında, Kenyalı ona, dedesinin de kendisine, WaTongwe kadınlarının geçmişte bu bitkiyi bu amaçla kullandığını öğretmiş olduğunu söyledi. Huffman, WaTongwe’lerin Güneybatı Tanzanya’da yaşadığını bilmekteydi. Orası Tsavo’nun yüz mil kadar güneyi sayılırdı. Demek ki olay, bir tek filin ya da popülasyonun bir tek kerelik olayı olmaktan çok daha yaygın bir âdetti.

Huffman’a göre, Mohamedi ilâç bitkilerle ilgili bildiklerinin çoğunu müteveffa dedesinden öğrenmişti. Yaşlı adam da yerel floranın yararlarını, yerel faunanın davranışlarına bakarak yorumlamıştı. Kalunde, hastalanan bir Afrika kabuklu kirpisinin hikâyesini anlatıyordu. Hayvan, mulengelele diye bilinen bir yerel bitkinin köklerini topraktan çıkarmış ve yemişti. Kısa bir süre sonra, peşpeşe gelen diare atakları bitmiş, hayvanın uyuşukluk hali geçmeye başlamıştı. Bunlar genelde parazit enfeksiyonunun belirtileriydi. Kalunde’ye göre, WaTongwe’ler bu olayı gördükten sonra, mulengelele bitkisini kendi parazit enfeksiyonlarına karşı kullanmaya başlamışlardı. Hauffman bizi uyarmakta, bu hikâyenin belki de “ilginç bir öğretme aracı” olabileceğine dikkat çekmekte, önemli bilgileri kuşaktan kuşağa aktarabilmek için zaman zaman böyle şeylerden yararlanıldığını belirtmektedir. Ayrıca, kirpilerin bitkileri ilâç olarak kullandığına ilişkin daha önce hiç bir bilgiyle karşılaşılmadığını da söylemektedir. Biz bu olayı, kuşaktan kuşağa bilgi aktarabilmek için uydurulmuş alegorik bir masal olarak bir kenara atmayı göze alabilir miyiz, yoksa mulengelele’yi laboratuvarda incelememiz mi gerekir?

Bu olay, Kuzeydoğu Amazon’da, Maroon’lar diye bilinen olağanüstü bir kabileyle birlikteyken benim başımdan geçen bir başka olaya benzemektedir. Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda Amazon bölgesine köleler getirildiğinde, bir çoğu kaçıp yağmur ormanlarına sığınmayı başarmıştı. Oralarda, zorla koparıldıkları Afrika kültürlerine çok benzer aşiret toplulukları halinde bir araya gelmişlerdi. Bu insanlar belki doğaları gereği savaşçıydı, ama içinde bulundukları koşulların onları savaşçı olmaya ittiği de bir gerçekti, çünkü yerel kolonilerin plantasyon ekonomisi açısından çok büyük bir tehdit oluşturuyorlardı (Ormanların içlerinde kaçak köleler için bir “yuva” olduğu bilindiği sürece, plantasyon işçilerinin de silâha sarılma ve/veya kaçmaya kalkışma olasılığı artıyordu). Brezilya’da Maroon’lar, Palmares diye bilinen kent-devleti kurup kendilerini organize etmişlerdi. Ama sonradan beyaz plantasyon sahipleriyle onların yardakçıları, bu kent-devleti yakıp yıktılar, geriye hiç bir şey bırakmadılar. Oysa Surinam’da Maroon’lar hiç bir zaman yenilgiye uğratılamadı. Bu benzersiz Afrikan-Amerikan kültür orada hâlâ yaşamını sürdürmektedir.

Etnobotanik perspektiften bakıldığında, Maroon’ların ilginç yanı, ormandan gelme kişiler oluşları ve ormanla ilişkilerinin yerel kızılderililerinkinden çok farklı oluşudur. Örneğin onların ilâç olarak kullandığı bazı bitkileri, kızılderililer hiç kullanmamaktadır. Kızılderililer binlerce yıldır ormanlarda yaşadığına, Maroon’lar oraya daha bir kaç yüzyıl önce geldiğine göre, bunların orman bilgilerinin kızılderililere göre çok daha az olacağını düşünmek mantıklı gelmektedir. Ama ben, bunun her zaman böyle olmadığını kendim öğrenmiş bulunmaktayım.

Surinam’ın başkenti Paramaribo’yu ziyaret ettiğimde, kentin ortasından sâkin sâkin akan Surinam Nehri’nin kahverengi sularının kenarında, bir barın terasında oturmaktaydım. Yanımda, Amerikalı olduğu halde Surinam’da yetişmiş, Maroon kültür ve sanatı konusunda uzman olan Chris Healy vardı. Sohbetimiz ormanlardaki insanlarla, bitkilerle, hayvanlarla ilgiliydi. Bu arada Chris, Amazon ormanlarının en iri memelilerinden olan tapir’le ilgili garip bir hikâye anlattı. Söylediğine göre, Maroon’lar tapirlerin nekoe bitkisinin köklerini yediğini, sonra da dışkılarını orman derelerine bıraktıklarını söylüyorlardı. Bitkilerdeki bileşimler derelerdeki balıkları sersemletiyor, tapirler bu yüzden su yüzüne çıkan balıkları yemeye başlıyordu. Aslında nekoe’de (Latin Amerika’nın başka bölgelerinde barbasco olarak bilinir), rotenoid diye bilinen kimyasal maddeler vardı, bu madde balıkların oksijen alımını etkiliyor, içinde yüzdükleri suda nekoe olduğu zaman balıklar su yüzüne vuruyordu. Yerel halk (hem kızılderililer, hem de Maroon’lar), bu olgudan yararlanarak ezilmiş nekoe saplarını derelere atıyor, yüze vuran balıkları yakalıyorlardı. Bu bitki, rotenon diye bilinen ve organik tarımcılar tarafından, doğada tasfiye olabilen haşere ilâcı olarak kullanılan maddenin kaynağıydı. İkinci Dünya Savaşı sırasında da Amerikan askerleri, giysilerine musallat olan örümcekleri öldürmek için bu maddeden yararlanmışlardı.

Ben kızılderililerin ormanlarla ve oralarda yaşayan canlılarla ilgili bilgilerinin Maroon’lardan daha fazla olacağını düşünerek, birlikte çalıştığım kızılderililerin bir kaçına tapirlerle ve nekoe ile ilgili sorular sordum, ama onlar arada bir ilişki bulunmadığını söylediler. Oysa Maroon’lardan hangisine sorsam, tapirlerin nekoe yiyip derelere dışkı bıraktıklarını ve hikâyenin ondan sonrasını hemen anlattılar. Acaba bu bize, Maroon’ların nekoe’deki balık sersemletici nitelikleri, tapirleri gözlemleyerek öğrendiklerini mi gösterir? Yoksa bu da gençlere o bitkinin değerli olduğunu öğretmek için uydurulmuş hoş bir masal mıdır? Afrika kabuklu kirpisinin mulengelele ile olan ilişkisi gibi bir durum mu vardır?

Maroon’ların tapirlerden bir şeyler öğrenmiş olabileceğini düşünmemizin sebeplerinden biri, bilim adamlarının son on yıl içinde hayvanların ilâç değerine sahip bitki kullanması olaylarıyla ne kadar sık karşılaştıklarını görmüş olmamızdır. Bu konuda en iyi belgelenmiş hayvanlar, şempanzelerdir (Burada belki, onların bitkileri ilâç olarak kullanmasının hayvanlar âleminin tamamına teşmil edilemeyeceği, çünkü onların bizimle çok yakın akraba olduğu ileri sürülebilir: Bizim DNA’mızın şempanze DNA’sıyla tıpatıp eş olan bölümleri % 95 düzeyindedir. Şempanzeler diğer büyük maymunlara (gorillerle orangutanlara), yakın olmaktan çok, bize yakındırlar. Hattâ şempanzelerle insanlar arasında kan naklinin de teorik olarak mümkün olduğu ileri sürülmektedir). Büyük maymunların otuzdan fazla bitki türünü ilâç olarak kullandıkları bilinmektedir. Bu belki de bilim adamlarının “câzibe etkisi” dediği şeyle ilgili olabilir, yani en câzip ve en dikkati çeken hayvanların yaptıklarını daha kolay görebildiğimiz için, bunların ot ilâçları diğerlerinden daha fazla kullandığına inanıyor olabiliriz.

Aslında ne kadar bakarsak, o kadar çok şey görüyoruz. Literatürde bile, upuzun, kapsamlı bir hayvanlar listesi vardır (çoğu memelidir, ama belki de sebebi yukarıda değinilen sebeptir). Bunlar botanik maddeleri, terapötik olduğunu varsayabileceğimiz amaçlarla yemektedirler. Domuzların, parazitik kurt enfeksiyonlarına çok eğilimli olduğunu herkes bilir. Hindistan ve Meksika’daki yaban domuzları, antihelmen-tik niteliklere sahip olduğu bilinen bitkileri çok sık yemektedirler. Hindistan’da domuz otu denilen ot, Meksika’da da nar kökleri en başta gelmektedir. Ama bu domuz hikâyesinin de tuhaf bir yanı vardır. Hindistan’da yerli halk, domuz otu köklerinden kurt öldürücü bir ilâç elde edip onu içmektedir. Ama nar ağacının kabuğunda tenyaları öldüren bir alkaloit olduğu bilinmekle birlikte, aslında domuz da, nar da, Meksika’nın yerlisi değildir. Her ikisini de Yeni Dünya’ya İspanyol fatihler getirmiştir. Ama domuzlar yine de, atalarının Eski Dünya’dayken yaptığı gibi, bu ağacın köklerini arayıp bulmakta ve yemektedir.

Pennsylvania Üniversitesi’nden Dan Janzen’in eline, araştırmaları sırasında, 1939’da yayınlanmış bir rapor geçmişti. Bu raporda, Asya’ya özgü çifte boynuzlu gergedanın, bir keresinde kızıl mangrove ağacının bol tanenli kabuğundan çok fazla yediğinin gözlemlendiği, idrarının koyu turuncu çıktığı kaydedilmişti. Tanenler, reçetesiz satılan pek çok diyare ilâcının, örneğin Enterovioform gibilerinin başta gelen bileşkenidir. Janzen, gergedanın idrarında bu tür renk değişikliği yapabilen tanen konsantrasyonunun, hayvanın mesanesinde ya da idrar yollarında var olabilecek parazitleri kesinlikle etkilemeye yeteceğini kaydetmektedir.

Bu hayvan-bitki ilişkileri tropik bölgelerin dışında da incelenmiştir. Harvard eğitimi almış, az konuşan etnobotanist Dr. Shawn Sigstedt, bitki, hayvan ve insanlar üzerindeki araştırmalarını Amerika’nın batısına odaklamıştır. Sigstedt’in en sevdiği bitkiler, Ligusticum diye bilinen küçük bir ot genusudur, ama az bilinen o ota hayranlık geliştirmiş tek kişi o değildir. Ayılar o otla karşılaştıklarında garip bir davranış göstermektedirler: Ligusticum ayılara, kedi çeken otların kedilere yaptığız etkiyi yapmaktadır. Sigstedt bir keresinde bir ayının hayvanat bahçesindeki kafesinin köşesine Ligusticum köklerinin atıldığını görmüş. Hayvandan müthiş bir homurtu yükselmiş. Sonra ayı, otları alıp kafesinin kenarına götürmüş, orada çiğnemiş, tükürmüş, alıp yüzünün her tarafına sürmüş. Bu küçük ota, boz ayıların da, kutup ayılarının da aynı derecede âşık olduğunu söylemek mümkündür.

Kuzey Arizona’da yaşayan Navajo’lar, Sigstedt’e, Ligusticum’un kendi dillerindeki adının “ayı ilâcı” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Kızılderililer bu bitkiyi pek çok çeşit hastalıklara çare olarak kullanmaktadırlar ve o tedavilerin gerçekliği kimyasal analizle de onaylanmakta, antikoagülan ve antibakteriyal bileşimlerin varlığı belgelenmekte, mantarlar ve böcek kurtlarıyla savaşacak maddelerin varlığı da belirlenmektedir. Bu kızılderililer için ayı, kutsal bir hayvandır. Kendilerine özgü yaratılış efsanelerinde, ayılar ilâç kullanma konusunda uzman sayılmaktadır.

Sigstedt, 1980’lerin sonlarına doğru bulgularını yayınlamaya başladığında, herkesin bu kadar şaşırmasına şaşırıyordu. “Ne de olsa, geyiklerin toz ağacıH* kabuklarını çiğnediği, o kabuklarda aspirin benzeri bir madde bulunduğu çoktan beri biliniyor” diyordu. “Ayılar neden bitki kullanma konusunda onlardan daha geri olsun ki?” Ona göre insanların bu bulguya bu kadar şaşırması, daha çok, bizim algılama ve sınıflandırma biçimimizden kaynaklanmaktaydı. “Bizler neyin yiyecek, neyin ilâç olduğunu birbirinden çok kesin çizgilerle ayırırız, ama hayvanlar için bu böyle olmayabilir. Size yararlı olan bir şey neden yalnız besleyici olsun da iyileştirici olmasın? Biz yiyecekle ilâcın arasına yapay bir set çekiyoruz, oysa gerçek durum belki de karmaşık bir mozaik gibi olabilir.”

Sigstedt’in kaydettiği bu epiküryen hayvan davranışı, tropik Amerika’da da görülmüştür. Rakunların uzun burunlu akrabası Coatimundis’lerin, mürrüsafî’lere akraba bir tropik bitkinin reçinesini postlarına sürüp durduğuna çok kere rastlanmıştır. Bunu her halde bit, sivrisinek, kene ya da daha başka rahatsız edici canlıları öldürmek ya da üstlerinden uzaklaştırmak için yapmaktadırlar. Tropik Amerika’nın capucin maymunları da (yirminci yüzyıl başlarında İtalyan göçmeni Amerikalılar sokaklarda laterna benzeri orglarını çalarken en çok bu maymunları tercih edip yanlarına aldıkları için bunlara orgcu maymunu da denmektedir), aynı tür davranışlar göstermektedir, ama çok daha çeşitli bitkiler kullandıkları bilinir. Capucin’lerin postlarına sekiz çeşit bitki sürdükleri görülmüştür. Bunlardan dördü (Hymenaea, Piper, Protrium ve Virola), Amazon kızılderili-lerinin en sık kullandığı ilâç bitkileridir ve içlerinden en az iki tanesi Amerika yerlileri tarafından cilt problemlerini tedavide kullanılmaktadır.

Kosta Rika’daki capucin’ler, Hymenaea reçinesiyle yağmur suyunun bir karışımını üstlerine sürerler. Surinam Maroon’ları aynı reçineyi kurumuş olarak toplayıp, diareye karşı çay gibi içer, ya da onu yakarak uçan böcekleri yanlarına yaklaştırmamaya çalışırlar. Amerikalı antropolog Dr. Mary Baker bu maymunların kürklerine daha başka dört bitkiyi sürdüklerini de görmüştür. Bölgedeki köylüler bunlara akraba üç türü, böcekleri kovmak ya da cilt sorunlarını tedavi etmek için kullanmaktadırlar.

Belki de son zamanların en ilginç bulgusu, kuşların bitkileri hem ilâç, hem de böcek öldürücü olarak kullanıyor olmalarıdır. Araştırmacılar penguenlerin sindirim sisteminde neden hiç parazit ya da daha başka zararlı mikroorganizmalar bulunmadığına çok şaşmaktaydılar. Yapılan saha çalışmalarının gösterdiğine göre penguenler düzenli olarak mavi-yeşil alg yemektedir ve daha önce de gördüğümüz gibi, o yosunda genellikle çok güçlü kimyasal maddeler bulunmaktadır (deneysel kanser terapisinde kullanılmaları da ondandır).

Batı Kosta Rika’da, Monte Verde Cloud Ormanı’nın koruma alanında çalışan araştırmacılar geçenlerde bitkilerin ilâç olarak kullanımına ilişkin daha da şaşırtıcı bir bilgi aktardılar. Orası Orta Amerika’nın korumaya alınan ilk alanlarından biridir. Yirmi yılı aşkın bir süre önce orası ilk defa korunmuş alan olarak ilân edildiğinde, orman Kosta Rika’nın yüzölçümünün çoğunu yeşil bir battaniye gibi örtmekteydi. “Geliştirme” faaliyetleri sebebiyle, şimdi oraların çoğu açıldı, geriye kala kala, ulusal parklarda ve bir kaç başka korunma altındaki alanda yaşayanlar kaldı (oysa Kosta Rika’nın en büyük döviz gelirinin kaynağı da eko-turizmdir).

Çevresi ormanlıktan çıkmış bir alanla sarılı olan Monte Verde, hem turistler için, hem de yakında dumanı tüten bir harabeye dönüşmeyecek araştırma alanı arayan bilim adamları için bir tür kutsal yer haline gelmiştir. Biyo-çeşitlilik açısından son derece zengin olmasına rağmen, Monte Verde bölgesinde bize yerel floranın ilâç değeri hakkında bilgi verebilecek hiç yerli kabile halkı kalmamıştır. Doğu Brezilya’da Karen Strier’in de başına geldiği gibi, iki Amerikalı araştırmacı o bölgedeki bir bitkinin değerini, yerli bir meslekdaştan değil, bir hayvandan öğrenebilmişlerdir.

Dr. K. Greg Murray ile Dr. Kathy Winnett-Murray, karı-koca bir ekip olarak, Karasuratlı Solitaire diye bilinen küçük bir ardıç kuşuyla, domatesin ufak boylu, kırmızı bir kuzeni olan, tadı domatese benzese de çok daha tatlı olan Witheringia arasındaki ilişkiyi araştırmaktaydılar. Çoğu kişiden farklı olarak Murray’ler, meyvelerin, frugivor hayvanlarla (meyve yiyen) o bitkinin kendisi arasında bir “kontrat” niteliğinde olduğunu biliyorlardı. Bitkiler lezzetli ve besleyici bir yiyecek (meyve) sunuyor, hayvanlar bunu arıyor ve yiyordu. Buna karşılık hayvanların çekirdekleri dışkılarında çıkarmaları, ama meyveyi veren bitkiden uzak bir yere çıkarmaları ‘bekleniyordu’ (genellikle o çekirdekler, sindirilemeyen bir tabakayla kaplıydı). Böylelikle bitkinin tohumları, ana bitkiden uzak yerlere dağılmış olacak, hemen yanında gelişip ışık ve su konusunda ana bitkiyle rekabete girmeyecekti. Bütün pazarlıklarda olduğu gibi, bazen taraflardan biri baskın çıkıyordu. Murray’lar Witeringia olayında da durumun böyle olduğunu gördüler. Bir bitkinin, duyuları güçlü bir canlıya kendi işini yaptırabilmesi konusunda çok ileriye gidebildiğini anlamışlardı.

Murray’ler vardıkları sonucu, çok zekice ve incelikle düzenlenmiş bir deneye dayandırmaktaydılar. İçine Witheringia çekirdeklerini koydukları bir tür kırmızı jöleden, iki tip yapay meyve yarattılar. Bir kısmını gerçek böğürtlenlerin suyuna batırdılar, böylelikle meyvelerde bulunan kimyasal maddelere buladılar. Geri kalan “meyveler” yalnızca jöleden ve çekirdeklerden oluşuyordu. Araştırmacılar bundan sonra “meyveleri” aç ardıçlara sundular. Meyve suyuna batmamış meyveleri yiyen kuşlar, dışkılarını yedikten yirmibeş dakika sonra attılar. Ama meyve suyuna batmış meyveleri yiyen kuşlar, onbeş dakika sonra pislediler, yani gerçek meyveleri yedikten sonra çekirdekleri ne kadar sürede çıkarıyorlarsa, yine o kadar zaman sonra çıkardılar. Murray’ler meyve suyunda bir tür laksatif madde olduğu, kuşların çekirdekleri üçte bir oranında daha hızlı çıkarmasını sağladığı sonucuna vardılar. Belki çekirdeklerin kuş midesinde geçirdiği o fazladan on dakikanın pek bir fark yaratmayacağı düşünülebilir, ama durum hiç de öyle değildir. Murray’lerin bulgularına göre kuşun midesinde yalnızca onbeş dakika kalan çekirdeklerin % 75’i sağlamken, içerde on dakika fazla kalmış olanların ancak % 20’si jerminasyona uygun halde kalabilmektedir. Kimyager Dr. William Acosta, bu tip deneyin (ve özellikle de bu tip bileşimlerin) insanlarda kullanılabilecek yeni doğal laksatifler geliştirilmesine yol açabileceğini önermiştir.

Ayrıca kuşlar bitkileri daha başka amaçlarla da kullanmaktadır ve oralardan da yeni ve yararlı bileşimler doğabilir. Şahinlerin yuvalarını yaparken yeşil yapraklardan demetler kullandığı uzun zamandan beri bilinmektedir. Son zamanlarda kuş meraklıları, şahinlerin yalnızca belli ağaçların taze yapraklarını tercih ettiklerini, kuruyan ve ölen yaprakları da bir kaç günde bir değiştirdiklerini fark etmişlerdir. Kırmızı kuyruklu şahin, cottonwood kavaklarının ve titreyen aspen’lerin yapraklarını kullanırken, kel kartal da ayak otunu ve beyaz çamların iğne yapraklarını tercih etmektedir. Dr. Bradley McDonald’la arkadaşları bu olguyu klasik bir incelemeyle ele aldıklarında, yedi kuş türünün (şahin ve akrabaları) onikiden fazla bitki türü kullandığını buldular. Başka araştırmacılar da bu davranışları açıklayacak bir takım hipotezler ileri sürmüşler, yuvanın kamuflajından, yuvanın meskûn olduğunu ilân etmeye kadar çeşitli fikirler belirtmişlerdir, ama McDonald grubu o bitkileri laboratuvarda testten geçirdiklerinde, hepsinin etkili böcek uzaklaştırıcılar olduğunu görmüşlerdir (genellikle kara sineklere etkilidirler, ama örümceklerle bakterilere de etkili olabilecekleri hatırlatılmaktadır). Bunlar et yiyen kuşlar olduğundan, yetişkinler yavrularını beslemek için sürekli olarak yuvalarına ölmüş veya ölmek üzere olan hayvanları taşıyıp durmaktadırlar. Bu avların kanları ve çürümekte olan etleri, doğal olarak, böcek ve bakterileri yuvaya çekmektedir, oysa bu böcek ve bakteriler, yuvadaki yavru kuşları zayıflatabilir ve öldürebilir. Oysa yeşil bitkilerin kullanılmasıyla, yetişkin kuşlar yavrularını koruyabilmekte, belki de önleyici tıbbın ilk bilinen ornitolojik örneğini sergilemektedirler.

Ilıman kuşaktaki ormanlarla karşılaştırıldığında, yağmur ormanları kompozisyonu nisbeten daha az incelenmiştir. McDonald, araştırmasında, bu bitkilerin yapraklarındaki antibakteriyal bileşimlerin zaten daha önce, yani kendi araştırmasına başlamadan önce izole edilmiş olduğunu görmüştür. Tropik kuşların yerel yaprakları böcek kovucu ya da antibakteriyal amaçlarla kullanıp kullanmadığına ilişkin benzer araştırmalar da halen yapılmaktadır. Ama dünyanın en büyük kartalı olan Amazon harpisi konusunda en başta gelen uzman Neil Rettig, bu harikulâde yaratıkların yuvalarında dev Mora ağacının yapraklarını aynı şekilde kullandıklarını çoktan görmüştür. Bugün kuşlar için böcek kovucu olan madde, günün birinde bizler için de etkili bir böcek kovucu ya da antibiyotik olabilir.

Eğer kurbağalardan yeni ağrı kesiciler, kirpilerden yeni uyarıcılar, penguenlerden yeni antiparazitikler, ardıçlardan yeni laksatifler, şempanzelerden yeni antibiyotikler, tüylü örümcek maymunlarından yeni doğum kontrol hapları elde edebiliyorsak, o yağmur ormanlarında, kırlarda, mercan kayalıklarında, yerli türlerin kullandığı ve bizim keşfetmemizi bekleyen kimbilir daha neler neler vardır! Neleri daha şimdiden kaybetmişizdir! Yaklaşık beşyüz yıl önce Portekizliler, Brezilya’nın doğu kıyılarına ilk ulaştıklarında, muriqui maymunlarının nüfusu herhalde yüzlerce bin düzeyindeydi. Bugün o nüfus, bir kaç yüz bireye düşmüştür, bir zamanlar muhteşem ormanlar olan zenginliğin % 90’ından fazlası da kaybedilmiştir. Kimyasal madde olarak, bunları üreten türler olarak, ya da bunların nasıl kullanılacağına ilişkin maymunların sahip olduğu bilgiler olarak, neler kaybettiğimizi kim bilebilir?







--------------------------------------------------------------------------------

H Yaprakları çok titreyen bir tür kavak ağacı; aspen.

Yorumlar

Popüler Yayınlar