GAYRİSAFÎ MİLLÎ HÂSILAYI YİYEMEZSİNİZ
GAYRİSAFÎ MİLLÎ
HÂSILAYI YİYEMEZSİNİZ
TÇV’nin yayınladığı bir kitap,
Eric A. Davidson’ın
“Gayrisafî Millî Hâsılayı Yiyemezsiniz” adlı eseri.
Bu çok ilgi çekici kitabın bir bölümü
aşağıda verilmektedir.
Sürdürülebilirliği Ararken
Küçük Toprak Sahiplerinden
Makroekonomistlere
Sağ ayağınızı piyanonun pedalına bastığınızda, bir akor basıp elinizi çekebilir, armoninin rezonansını bir-iki dakika, hattâ daha uzun süre dinlemeyi sürdürebilirsiniz. Piyanonun taburesine oturmuş durumda, her sesin yavaş yavaş soluşunu dinlerken, sanki notalar, çok hafif de olsa, sonsuza kadar çınlayıp duracakmış gibi gelebilir. Sağ ayağınızın bastığı pedalın adı sürdürme pedalıdır.
Bugünlerde tarım, ormancılık, balık çiftlikleri ve kalkınma gibi alanlarda sihirli kelimenin sürdürülebilirlik olduğu görülüyor. Sürdürülebilir tarımın bir amacı, tıpkı piyanonun sürdürme pedalı gibi, yaptığını gidebildiği yere kadar götürmek olabilir. Bir başka ifadeyle, şimdi bir şey yapmamak, toprağın erozyonla kayıp gitmesine izin vermek, böylelikle hem bizim, hem de çocuklarımızla torunlarımızın uzak gelecekte verimli tarımı koruma ve sürdürme şansını yok etmek.
Bunun ya da daha başka sürdürülebilirlik tanımlarının sorunlarından biri, ileride çocuklarımızın elinde ne gibi teknolojiler olacağını ya da ihtiyaç duydukları kaynakları elde edebilmek için ne tür sorunlarla karşılaşacaklarını bilemeyişimizdir. Örneğin tarımı ele alsak, sürekli artan yiyecek talebi, şimdiki ve daha önceki uygulamalar sebebiyle doğmuş çevresel kirliliğe çare bulma niyeti ve mahsulü arttıracak yeni teknolojilerden yararlanma umuduyla, tarımsal uygulamalar sürekli değişmektedir. Piyanoda çalınan bir tek akoru sürdürmenin basitliğinden farklı olarak, gelecekte tarımın ve diğer insanî girişimlerin sürdürülebilirliği, ekoloji, ekonomi ve teknoloji arasında, şimdiki uygulamalardan daha sürdürülebilir olan yeni armoniler bulmakla mümkündür.
Sürdürülebilirliğin zorlukları, yerkürenin her yanında aynı değildir. Gelişmiş ülkeler için, 19. Yüzyıl’ın at koşulmuş sabanlarıyla insan elindeki çapalarının yerini çoktan traktörler almıştır, oysa bu eski yöntemler, tropik ülkelerin çoğundaki köylü çiftçiler tarafından hâlâ yaygın şekilde kullanılmaktadır. Kongo’daki bir çiftçi kadının, orman içindeki küçük bir açıklık alanı sürdüğü gün, Iowa’daki bir çiftçi, traktörünün içindeki bilgisayar ekranına bakmaktadır. Bilgisayarı uzaydaki uydularla sürekli temas halindedir, böylelikle ekrandaki dijital haritada traktörünün yerini açık bir şekilde görmektedir. Bilgisayar, traktörü kullanana, arazinin o noktasındaki gübre ve haşere ilâcı uygulamasını bir anda gösterir.
Afrikalı çiftçi kadınla onun soyundan gelenler, daha ne kadar zaman o çapayı kullanarak o toprağı ekebilir, büyüyen ailelerini bununla besleyebilir? Iowa’daki çiftçiyle onun soyundan gelenler, giderek ilerleyen teknolojileri kullanarak, haşere ilâçlarına ve gübreye olan ihtiyacı azaltabilecek, bu sayede yeraltı suyunun kirlenmesini, kuyuların yüzlerce yıllığına kapatılmasını önleyebilecekler midir? Afrika’daki ve başka yerlerdeki kalkınma, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ille de önce aşırı gübre kullanacak, aynı sorunları yaşayacak mıdır, yoksa gelişmekte olan dünyadaki tarım; kendi rotasını izleyecek, bu hataların bazılarından kaçınabilecek midir? Dünyanın bu çok farklı insanları, kültürleri, toprakları ve ekonomileri için uygun teknolojiler geliştirilebilecek midir? Teknoloji, üretimi arttırmayı sürdürebilecek, bir yandan da kirlenmeyi azaltarak bu uygulamaları sürdürülebilir hale getirecek midir?
Görünüşe göre herkes sürdürülebilir kalkınmadan yana. Ne de olsa, sürdürülemez bir kalkınmayı tercih ediyorum demek, en azından görünüşte, hiç hoş olmaz. Ama ne yazık ki, günümüz iş dünyasında kısa dönemli kârdan gelen ödüller pek boldur ve genellikle de doğal kaynakların sürdürülemez istismarıyla ilgilidir. Araştırmacılardan, yaygınlaştırmayı amaçlayanlardan ve kalkınma gruplarından meydana gelmiş küçük bir ordu, doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi konusunda yeni yaklaşımlar arayıp durmaktadır.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK ARAYIŞINDA BİR VAKA ETÜDÜ
Brezilyalı bir meslekdaşım, kendi ülkesinde sürdürülebilir tarım yaklaşımlarını arayanlardan biridir. Adı Cássio Pereira’dır, ziraatçi olarak mezun olmuştur ve şimdi de master yapmaktadır. Yenilikçi fikirleri, birlikte çalıştığı köylü çiftçilerle uyum sağlayabilme yeteneği, onların bugünkü, ormanlara zarar vererek ailelerini besleme uygulamalarına alternatifler bulma konusuna adanmışlığı, onu benim gözümde bir kahraman durumuna getirmiştir. Cássio’nun yaklaşımı, önce Doğu Amazon Havzası kırsal bölgesindeki köylü çiftçilerin (bu kişilere ‘küçük toprak sahipleri’ de denmektedir, çünkü her çiftçi kendi küçük arazisinin sahibidir) her zamanki tarım uygulamalarını dikkatle gözlemlemekle, onların kaygılarını ve dertlerini dinlemekle, değişen dünyaya nasıl uyum sağladıklarını anlamaya çalışmakla başlamaktadır.
Bu kırsal çiftçiler, kuşaklardan beri Amazon’a akan çeşitli akarsuların arasında yaşamaktadır. Bunlar Portekizli sömürgecilerin, Afrikalı kölelerin ve Amerika yerlilerinin karışık soyundan gelmektedir. Yaklaşık 1960’a kadar hemen hemen hiç yol bulunmayan bu bölgede, nakliye için hep nehirlerden yararlanmışlardı. Balık tutmuş, ava çıkmış, ormandan meyveler ve ilâçlar toplamış, ormanın küçük kısımlarını kesip tarla açarak ekmişlerdi. Gerçi nehirden yararlanarak biraz ticaret de yapmışlardı, ama daha çok kendi ektiklerini yiyerek yaşayan çiftçilerdi, yani bütün besinlerini kendileri üretiyor ve hemen hemen ürettikleri her şeyi de yiyorlardı. Pirinç, mısır ve manyok ektikleri tarlaları küçüktü, orayı açtıktan bir-iki yıl sonra terk etmek zorunda kalıyorlardı, çünkü toprak hemen verimsizleşiyor, tarlaları yaban otları bürüyordu. O zaman ormanın bir başka küçük alanını açıyorlar, orayı ekime hazırlıyorlardı.
Bu tür tarıma kes/yak tarımı ya da kayan tarım deniyordu, çünkü bir kaç yılda bir, yeni bir tarlaya ekim yapmak zorunluluğunu hissediyorlardı. Koskoca ülkede nüfusları seyrek olduğu sürece, bu tür tarım sürdürülebilir sayılabilirdi. İhtiyaç duydukları küçük tarlaları açmaya yetecek kadar bol ormanları vardı. Bir tarlayı terk ettiklerinde, orman orayı yine yutuyor, yavaş yavaş toprağın bereketi de geri geliyordu. Aradan bir kaç on yıl geçtiğinde, isterlerse oraya geri dönüp yeniden ekebiliyorlardı … ya da daha doğrusu, çocukları veya torunları oraya dönüyor, yeniden bereketli hale gelmiş toprak buluyordu. Orman alanının nüfusa bölümü yüksek bir kesir olduğu sürece, bu tür rotasyon sürdürülebilirdi ve zaten kuşaklar boyunca da sürdürülmüştü. Yaşadıkları hayat, bazı kimselerin bu satırları okuduklarında kapıldıkları izlenime uyacak kadar romantik ya da soylu bir hayat sayılmazdı. Bu insanların eğitime, sağlık/bakım hizmetlerine ya da diğer modern hizmetlere erişme imkânı pek azdı, ama genellikle yaşamlarını sürdürecek kadar kalori ve protein alabiliyorlardı, ormanları, nehirleri ve tarlaları da bir sonraki kuşağa bırakabiliyor, onların da kendi ihtiyaçlarını sağlamasını mümkün kılıyorlardı.
1960’larda Brezilya hükümeti, güneydeki başkent Brasilia’dan, Amazon liman kenti Belém’e kadar, 900 millik bir otoyol yaptığında, bölgede her şey değişmeye başladı. Bu otoyol, nehir toplumlarından macaw* uçuşuyla on ya da yirmi mil uzaktan geçiyordu. Arkadaşım Cássio şimdi orada çalışmaktadır. Bulunduğu yer, yolu olmayan bir yağmur ormanının epey içindedir, bu sebeple de bir kaç yıl boyunca oldukça izole durumda kalmayı sürdürebilmişlerdir. Ama çok geçmeden, otoyolun iki yanında ve yeni yan yolların yakınında sığır çiftlikleri boy göstermeye başlamıştır. Sonunda gün gelmiş, ancak kurak yaz mevsiminde kullanılabilen bu yan yollar uzayıp yayılmış, nehir toplumlarına kadar varmıştır. Otoyolu ve diğer yolları izleyenler, yalnız sığır çiftçileriyle arazi spekülatörleri olmamış, Brezilya’nın aşırı kalabalık bölgelerinden bir yığın yoksul ve topraksız insan da buralara göçmüş, karnını doyurmak için ekebileceği bir toprak parçası aramaya başlamıştır. Bu göçebe yoksulların toprağı elde etme yolu, gelip işgal etmek, üstüne oturmak olmuştur. Bu yüzden onlara squatters (oturanlar, çömelenler) denmeye başlamıştır. Göçebe yoksulların bir adı da, kayan ekiciler olmuştur (bu da “kayan tarla” sözünün bir uyarlamasıdır), çünkü yalnız küçük tarlalarını kaydırmakla kalmamakta, arasıra toplanıp kendileri de başka bölgelere göçmektedirler. Bu insanlar Brezilya’daki hakkaniyetsiz toprak ve servet dağılımının kurbanı durumuna düşmüş çok kalabalık bir gruptur, topraksızdırlar, göçüp durmaktadırlar ve büyük yoksulluk içindedirler.
Cássio’nun birlikte çalıştığı insanlar ise kendilerini bölgenin yerlisi sayarlar, çünkü büyük büyük dedeleri de o topraklarda yaşamıştır. Ama yeni kuşak yine de, buralara ulaşan yollarla, kasabalarla, pazarlarla, tüketim mallarıyla ve akıp gelen kalabalıkla başa çıkmak zorundadır. Gösterdikleri tepkilerden biri, daha fazla ürün yetiştirmek olmuştur. Bunları yeni kasabaların pazarlarında satabileceklerdir. Elde ettikleri paralarla batıya özgü ilâçları, radyoları, kol saatlerini, giysileri ve heves ettikleri diğer tüketim mallarını alabileceklerdir. Artık Brezilya’nın GSMH’sına katkıda bulunmaya başlamışlardır. Daha fazla ürün yetiştirmek, daha büyük tarla ister, ormanın daha geniş yerlerini açmak zorunluluğunu getirir. Aynı zamanda sığır çiftçileriyle squatter’lar da ormandan yer açmışlardır, dolayısıyla artık ormanlık alan çok azalmış, buna karşılık insanlar çok artmıştır. Yeni durum kesinlikle sürdürülemez bir durumdur. Bölgenin 1986 ve 1991’de çekilmiş uydu fotoğrafları, ormanlık alanın beş yıllık bir süre içinde nasıl hızla azaldığını göstermektedir. Bu bölgede orman kıyımı hızına bakılırsa, otuz beş yıl içinde hiç ormanlık alan kalmayacaktır.
Cássio bu arada, çiftçilerin primer ormanları (yani daha önce hiç bir zaman tam anlamıyla açılmamış alanları) kesmeyi tercih ettiğini de öğrenmişti. Sekonder ormanları (daha önce açılmış, sonra yeniden ormana dönüşmüş yerleri) açmayı tercih etmiyorlardı. Primer alanlardan daha çok ürün alabildiklerini iddia etmekteydiler. Cássio daha sonra bu fazla ürünün sebebini de keşfetmişti. Aslında o alanlar diğerlerinden daha verimli bir toprağa sahip değildi, ama çiftçiler, primer alanı açınca yabancı ot kontrolünü daha kolay yapabiliyor, sekonder alanlarda aynı başarıyı gösteremiyorlardı. Sekonder alanlarda, açılmış tarlayı yeniden orman doldurmadan önce, hızlı büyüyen bitkiler ortalığı kaplamış oluyor, sonra bunların tohumları toprakta kalıyor, alan ikinci kere ormandan temizlendiğinde bu yaban otları büyük sorun oluyordu. Cássio ayrıca, çiftçilerin mısırı, pirinci ve manyoku hâlâ eski geleneksel usullere göre ektiğini, aynı tarlaya aynı zamanda ektiğini, sıraları da muntazam bir şekilde düzenlemediklerini keşfetmişti.
Cássio, kasabanın ileri gelenlerini ikna etti, yeniden orman bürümüş sekonder alanlardan bir parçanın kendisine, küçük bir deneme çiftliği yapmak üzere verilmesini sağladı. Orada gelişmekte olan genç ormanı kesip yaktı, çiftliğin bir bölümüne mısır ve manyok, diğer bölümüne de pirinç ve manyok ekti. Çiftçilere, upuzun mısırların tarlalardaki daha küçük pirinçleri nasıl gölgelediğini, mısırla pirincin tarlalarını ayırırlarsa ürünün nasıl daha zengin olabileceğini gösterdi. Bir kaç çiftçi bunu kendileri denediklerinde, Cássio’ya bu sistemin bir başka avantajını anlattılar. Bu daha önce onun aklına gelmemişti. Ziraatçilerin çoğu, yabani ot, böcek ve bitki hastalığı gibi sorunları düşünme yönünde eğitilmiştir, oysa çiftçiler, kuşların gelip pirinci yediğine işaret etmekteydi. Bu kuşlar yakındaki ormandan uçarak gelmekte, kalın saplı mısırların üzerine konmakta, uzanıp pirinçleri yemekteydiler. Pirinci mısırdan ayırınca, kuşların artık pirince uzanabilmek için ihtiyaç duyacağı sağlam tünek kalmamıştı.
Cássio ayrıca ekimini sıralar halinde yapmış, böylelikle yaban otlarını çapayla ayıklama işini kolaylaştırmıştı. Yerel çiftçilerin kullandığı geleneksel çapalar, primer ormandan temizlenmiş tarladaki bir kaç otu ayıklamaya yetiyordu, ama sekonder ormandan temizlenmiş alanda, sıralı dikimlerin arasındaki ot temizleme işine uygun değildi. Cássio, bizim kendi bahçelerimizde kullandığımız bazı çapa türlerinden oraya örnekler getirtti. Ekinin düzgün sıralar halinde, aralarında uygun mesafe bırakılarak dikilmesi halinde, iyi bir çapayla ot sorununun kolayca çözümlenebileceğini, işin primer ormandan temizlenmiş tarladaki kadar kolaylaşacağını onlara gösterdi. Sonunda Cássio’nun deneme tarlasından, kendi çapasını, fikirlerini kullanıp kendi terini dökerek elde ettiği mahsul, çiftçilerin ortalama mahsulünden yüksek oldu.
Bir başka yenilik de, farklı mısır, pirinç ve manyok varyetelerinin denenmesi, bölgenin asitli, besini az toprağına hangisinin daha iyi uyum sağlayacağının görülmesi olmuştur. Sonunda Cássio, ürünün hasada hazır olmasının hemen öncesinde tarlasına ağaçlar dikmiş, böylece ağaçlar, ürüne bir zarar vermeden, vakitten kazanmıştır. Ağaçlar, legüm (geniş yapraklılar) familyasındandır. Gerekli bir bitki besini olan azotu, topraktan değil, havadan alabilmektedirler; bu da, fakir toprak söz konusu olduğunda önemli bir avantajdır. Ayrıca bu ağaçların kökleri toprakta, mısırla pirinçten çok daha derine inmekte, besinlerini çok daha geniş bir topraktan alabilmektedir. Ağaçlar çok hızlı büyümekte, büyürken dal ve yapraklarında besleyiciler biriktirmektedir. Cássio bunlara yalnız üç yıl süre vermekte, o süre içinde ağaçlar 5-6 metre boyuna ulaşmaktadır. Bu sürenin sonunda ağaçları kesip tarlayı yakmış, mısır, pirinç ve manyoku tekrar ekmiştir. Arada bu hızlı büyüyen, besin biriktiren ağaçların dikilmesiyle, toprağın daha çabuk hazır olmasını, sadece üç yıl içinde bile yeniden ekim yapılabilecek hale gelmesini ummuştur. Oysa bu çiftçilerin babalarının, dedelerinin gününde, bir tarlada yeniden orman yetişmesi için yirmi-otuz yıl beklemek gerekiyordu. Şimdi Cássio’nun ikinci ekimindeki ürünün de birincisi kadar iyi olup olmadığını göreceğiz, uyguladığı tarım tekniklerinin sürdürülebilir olup olmadığını anlayacağız. Aslında sürdürülebilirliği kanıtlamak için bir kaç ürün rotasyonunun gerekli olması da normaldir.
Siz belki çiftçilerin neden ekimi sıralar halinde yapmadığını, neden iyi çapa kullanmadığını merak edeceksiniz. Ama unutmayın ki, onların elinde arazi boldu, elde ettikleri ürün de balıkçılıktan, avcılıktan ve toplayıcılıktan sağladıklarına ek olarak kullanılıyordu. O günlerde süper-etkin mahsul elde etmeye ihtiyaçları yoktu. Primer ormanlardan açılan tarlalarda hâlâ arazinin ortasından geçen bir kaç iri çotuk bulunuyor, muntazam sıralar halinde ekim yapmayı hemen hemen imkânsız kılıyordu. Ama bugün, çok ürün elde edip satma peşindeler, ellerinde gelecekte açmak zorunda kalacakları orman azalmış durumda. Demek ki, çok daha etkin bir tarım sistemine ihtiyaçları var.
Cássio’nun yenilikleri oldukça basit, ucuz, uygulamaya hazır yöntemlerdir. Sistemi geleneksel yaklaşımdan daha entansiftir, ama geleneksel uygulamaların bazılarını da içermekte, rotasyona ve diğer ürünlerle birlikte manyok ekmeye de yer vermektedir. Çiftçilerin işe kendilerinin katılmasını sağlamakta, iki yönlü bilgi ve tecrübe akımı kolaylaştırılmaktadır. Cássio’nun çalışmaları, Güney ve Orta Amerika’da, Afrika’da ve Asya’da tarım uygulamalarını geliştirme yolunda, geleneksel yöntemleri mümkün olduğu kadar kullanırken modern teknolojileri de kullanma yolunda gösterilen çabaların yalnızca iyimser bir örneğidir. Bu çabalar sırasında, dünyanın her yanında yer alan o kaçınılmaz ekonomik ve sosyal değişimlere cevap verebilmek de önemli bir amaç olarak dikkate alınmaktadır.
SÜRDÜRÜLEBİLİR TARIMDA ÇEŞİTLİLİK
Cássio’nun yenilikleri belki bölgenin küçük toprak sahiplerine, yoksul olmalarına rağmen çok da çaresiz olmayan o kişilere yararlı olabilir, ama squatter’lerin, kayan tarımcıların pek fazla işine yarayacağını ummak kolay değildir. O terimi icat etmiş olan Norman Myers, tropik orman kıyımının üçte ikisine, kayan tarımcıların yol açtığını tahmin etmektedir. Bu tür kişilerin sayısı, bütün dünya dikkate alındığında, yüzlerce milyonu bulmaktadır. Bu tahmine katılma konusunda pek hevesli değilim, çünkü bence Myers bir o kadar önemli olan başka bir tahmininde, ticarî odunculuk sebebiyle uğranan kayıp konusunda tahminî rakamını çok düşük tutmuştur; ama ileri sürdüğü ana noktaya katılmamak mümkün değildir, göç edip duran topraksız yoksullar gerçekten de dev bir sorundur ve bu sorunun çok yıkıcı sosyal, ekonomik ve çevresel sonuçları söz konusudur. Kendi toprağına sahip olmayan insanların, o toprağa iyi bakması için o kadar da güçlü sebepler yoktur. En önemlisi de, bir sonraki yemeğini nasıl bulacağından emin olamayacak kadar yoksul insanlar, kısa vâdeli sağ kalma sorunlarıyla öylesine dopdoludur ki, uzun vâdeli sürdürülebilirliğe kaygılanmalarını beklemek de gerçekçi olmaz. Dünyanın en zeki teknolojileri, en yenilikçi sürdürülebilirlik fikirleri bile, yoksulluktan kaynaklanan çaresizliğin getirdiği kıyımı alt edemez. Kayan tarımcıların sürdürülebilir tarıma ve sürdürülebilir kalkınmaya yönelmesi için çok zor sosyal kararlara ihtiyaç vardır, toprak mülkiyeti haklarının değiştirilmesi ve bu insanların hayatlarını kazanabilmesi için başka alternatiflerin geliştirilmesi gerekmektedir.
Sürdürülebilir tarım yalnız tropik bölgelerdeki küçük toprak sahipleri açısından değil, dünyanın her yanında modern teknoloji kullanan orta ve büyük arazi çiftçileri açısından da çok tartışılan bir konudur. Küresel pozisyonlandırma sistemine sahip bir bilgisayarlı traktör, tarlaların her yanına rastgele fazla gübre saçmaktansa, hangi noktasına ne kadar gübre verildiğini ayarlamak konusunda hayli mesafe alınmış olduğunun uç örneklerinden biridir. Bir başka yenilik de, sabanı büsbütün fırlatıp atmak, ya da çok nâdiren kullanmakla ilgilidir. Toprağı sürmek genellikle erozyona yol açmakta, topraktaki organik maddeler kaybedilmekte, besleyiciler derelere ve yeraltı sularına kaçmaktadır. Sonunda toprağın kendi bereketi yok olunca, bu sefer gübre kullanmak şart olmakta, 6. Bölüm’de ele aldığımız su kirliliği sorunları başlamaktadır. Toprak erozyonu devam edip yeryüzü ve yeraltı suları giderek kirlenirken, bu tarım sisteminin sürdürülebilir olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Bir çok çiftçi, sürmeme ya da koruyucu sürme yöntemlerini kullanmaya başlamış, toprağı mümkün olduğu kadar az karıştırmaya özen gösterir olmuştur. Özel tohumlama makinaları, toprağı hiç kazmadan tohumları gerekli derinliğe yerleştirmektedir. Sürmeyince, toprağı erozyonla kaybetme ihtimali azalmakta, topraktaki organik maddeler de daha az dekompoze olmakta, daha az bozulmaktadır. Hattâ, toprağı besleyicilerle zenginleştiren organik maddelerin, koruyucu sürme uygulamalarıyla yavaş yavaş arttığı da kanıtlanmıştır.
Hayatın bütün alanlarında olduğu gibi, bu yeni yaklaşımla ilgili olarak da, bir şey uğruna bir şeyi feda etme durumu dikkate alınmak zorundadır. Toprağı sürmenin başta gelen amaçlarından biri, zaten yabani otları kontrol etmektir. Arkadaşım Cássio’nun kes/yak tarımında bu otları çapayla en iyi ne şekilde kontrol etmek gerektiğine ilişkin gösterdiği çabalar nasıl başarılı olduysa, en modern teknolojiyi kullanan çiftçiler için de başarılı olmak zorundadır. Toprağın sürülmesi en aza inince, yabani otlar bir sorun olabilir. Buna verilebilecek cevaplardan biri, daha çok herbisit (selektif, yani seçerek yabancı otu öldüren ilâçlar) kullanmaktır, ama o zaman da dereleri, gölleri ve yeraltı sularını kirletme ihtimali artmaktadır. Toprağı sürmekle yabani otları kontrol etme arasındaki o doğru dengeyi bulmak, erozyon kontrolü ve daha çok organik madde birikmesi uğruna toprağı sürmemek, beri yandan herbisitleri de mümkün olduğu kadar iyi niyetle kullanmak, günümüzde ABD, Avrupa, Avustralya ve gelişmekte olan ülkeler üniversitelerinden pek çoğunun araştırmalarında odak noktası haline gelmiştir. Koruyucu sürme uygulamalarının çiftçilerce benimsenmesi, ancak bütün girdilerin bir araya geldiği, kanıtlanmış fikirlerle teknolojilerin derlenip bu enformasyonun, ekonomik teşviklerle birlikte, etkili şekilde dağıtıldığı zaman gerçekleşecektir.
Teknolojiler arasındaki çok büyük farklara rağmen, dünyanın her yanındaki çiftçilerin bütünü toprağa ve iklime bağımlı durumdadır ve bu etkenler ürün verimini sınırlamaktadır. Ayrıca bu insanlar, bütün bireylerin karar verme sırasında etkisi altında kaldığı sosyo-ekonomik güçlerden de kurtulamazlar. Sürdürülebilir tarım uygulamalarını, yalnız sosyo-ekonomik faktörlere odaklanarak, iklimi ve toprağı görmezden gelerek, ya da bunun tam tersini yaparak çözme çabaları, başarısız olmaya mahkûmdur.
Gerçek anlamda sürdürülebilir bir tarım her halde ancak pek az yerde ve pek kısa sürelerle mümkün olabilmiştir. Doğu Amazon’da 1960’a kadar yaşayan, çiftçi-balıkçı-avcı-toplayıcı insanların yalnızca kendilerini besleyen tarımı, belki sürdürülebilir tarımın bir örneği olarak kabul edilebilir. Ohio ve Pennsylvania’da yaşayan Amish inancına sahip çiftçiler de bir başka örnek olabilir. Diğer örnekler her halde insan nüfusunun sınırlı olduğu, teknolojilerin henüz ham olduğu, hayatın zor olduğu zaman ve yerlere ait örnekler olacaktır. Modern teknolojinin, makinaları, gübreleri, haşere ilâçlarıyla birlikte ortaya çıkışı çok verimli olmuş ve bizi oldukça iyi besleyebilmiştir, ama buna karşılık toprağı yoksullaştırmış, yeraltı suyunu kirletmiş olduğuna göre, sürdürülebilir olarak nitelenemez. Biz veresiye yaşamışız, bu lüksü ödünç alınmış bir zaman içinde sürdürmüşüz, toprağın bereketsizleşmesi ve yeraltı sularının kirliliği sorunlarının kriz boyutlarına varmasını beklemişiz. Sürdürülebilirlik idealine daha yakın bulduğumuz teknolojilere doğru yönelirsek, krizin başımızda patlamasından kurtulabiliriz. Artan nüfus ve değişen teknolojilerle, herhangi bir yerde ya da zamanda neyin tam sürdürülebilir olduğunu da dakik şekilde belirlemek zordur, ama en azından kafamızdaki kavramlar açıktır, gideceğimiz yönü de bilmekteyiz.
EKOLOJİK EKONOMİ VE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK
Daha önceki bölümlerde ekolojik ekonomiyi tartışırken, doğal kaynakların “fiyatlarını doğru biçmeye” ve “doğru indirim oranlarını bulmaya” odaklanmıştık. Ekolojik ekonominin liderlerinden biri olan Herman Daly, bu görevleri, daha temel ve daha geniş bir sorun olan “ne kadar” kaynak kullanılacağından, kendimize ne kadarını kullanma izni vereceğimizden ayırmış bulunmaktadır. Daly’nin işaret ettiği nokta, fiyat biçme ve indirim uygulama konularının, mikro-ekonomi alt disiplini alanına girdiği, oysa ekolojik ekonominin “ne kadar” sorusuna eğilen makro-ekonomi’yi de ele almak zorunda olduğudur.
Daly burada, gemiye yük yükleme işlemini örnek olarak verir. Mikro-ekonomi size, doğru fiyatlarla ve indirim oranlarıyla, malı gemiye en dengeli şekilde yükleyip yerleştirmeye katkısı olacak ekonomik sistemi getirir. Tek başına bırakıldığında mikro-ekonomi, yükü en iyi şekilde yayar, ama gemiye aşırı yük yükleyebilir, batmasına sebep olabilir. Tıpkı bunun gibi, ekolojik mikro-ekonominin araçlarını da (yani “doğru” fiyatları ve indirim oranlarını da) kullanmakla, tek tek orman parçalarını en etkin ve rasyonel şekilde nasıl kullanacağımızı seçebiliriz, ama örneğin bölgesel ya da küresel çapta uygun iklimin ve güvenilir yeraltı suyunun kalıcı olması için geriye ne kadar bir orman örtüsü kalması gerektiğini göremeyiz. Daly şu aşamada, kaynakları büsbütün tüketmeden ya da bozmadan kullanabileceğimiz orman, su ve hava miktarının sınırlı olduğunu kabul eden bir makro-ekonomik sitemi tanımlamaya çalışmaktadır. Bir bakıma Daly, hem ekonomik, hem de ekolojik sistemlerin birlikte sürdürülebilir olması için, 2. Bölüm’de gösterilen ekolojik piramidin içindeki ekonomik piramidin kapsamının ne kadar olabileceğini bulmaya uğraşmaktadır.
Ekonomik piramit, ekolojik piramidin içinde nisbeten küçük bir yer kapladığında, yani örneğin ABD’nin 19. Yüzyıl’daki Vahşi Batı dönemi gibi zamanlarda, Kenneth Boulding’in kovboy ekonomisi dediği şeyi yaşayabilmek mümkündür. Vahşi topraklar yeterince geniştir ve bizim sömürülerimizi emip sindirebilmektedir. Bu sayede insanların ekonomik sistemi de, çevreye verdiği zararı görmezden gelebilmektedir. Kovboy, suyu, odunu ve toprağı canı istediği gibi kullanabilir, çöpünü atıp gidebilir, hiç bir şeyi yeniden üretime sokmayabilir, çünkü çok büyük bir alanda çok az sayıda kovboy vardır.
Diğer uçta da uzay gemisi ekonomisi vardır. Bu ekonomide, sınırlı biyolojik hayat-destek sistemimiz üzerinde her ekonomik faaliyetin kritik önemi vardır, her ekonomik sistem de hayat destek sistemimizi kritik düzeyde etkilemektedir. Küçük bir uzay gemisinde yaşamayı planlıyor-sanız, tüketilen her dirhem enerji ve üretilen her atık dikkatle analiz edilmek zorundadır. Eğer gelecekteki nüfus artışı bizi uzay gemisi ekonomisini benimsemeye zorlarsa, her şeyin yeniden üretime sokulması gerekecektir, çünkü dev insan grubunu destekleyebilmek için hemen hemen her damla suya, her dirhem enerjiye ihtiyaç olacaktır.
Şu anda, bu iki aşırı ucun ortasında bir yerlerdeyiz. Kovboy olamayız, çünkü ekonomik faaliyetlerimizin çapı (ekonomik piramidin büyüklüğü) öylesine artmış durumda ki, çevreyi büyük ölçüde etkiliyor ve biz çevresel hayat destek sistemimizi ciddî şekilde bozuyoruz. Biz henüz uzay adamı değiliz, çünkü ekolojik piramidin içindeki her enerji ve madde akışı, bizim kontrolümüzde değil. Ekonomik sistemimiz daha çok, züccaciyeci dükkânına girmiş boğaya benziyor, orada pek çok hasara yol açıyor, ama yine de ehlileştirilebilir ve ehlileştirilmelidir. Ekolojik makro-ekonominin rolü, boğanın ne kadar büyük olabileceğini tanımlamaktır, bu arada ekolojik mikro-ekonomi de onu, tabakları kırmaktan alakoymaya çalışır. Neoklasik makro-ekonomi, ekonomik büyümeye bu tür bir sınır tanımamaktadır, boğanın ne kadar büyük olabileceğine ya da kaç kovboyun veya uzay adamının desteklenebileceğine ilgi göstermemektedir, çünkü teknolojik ilerlemelerin her zaman tükenen ya da kirlenen doğal kaynakları telâfi edeceğini varsaymaktadır. Teknolojik gelişmenin potansiyelini ekolojik makro-ekonomi de tanımaktadır, ama aynı zamanda, toprak, su, hava, ormanlar, okyanuslar ve iklim gibi pek çok temel doğal kaynakların sınırlı ve ikame edilmez olduğunun da farkındadır. Ekolojik makro-ekonomi, sürdürülebilirliğin ekonomisidir. “Büyümenin sınırları”yla ilgili bu konuya, 8. Bölüm’de yine döneceğiz.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİKLE EŞİTLİK
ARASINDAKİ BAĞLANTILAR
Sürdürülebilirlik, diğer bir kutsal kavram olan eşitlikle pek çok ortak değerleri paylaşmaktadır. Her iki kavramı da açık bir şekilde tanımlamak oldukça zor olmakla birlikte, neyin sürdürülemez olduğuna ve neyin eşitsizlik olduğuna ilişkin örnekler vermek kolaydır. Geçmiş tarihimiz, doğal kaynakları sürdürülemez şekilde sömürmemizin ve insanlar arasında eşitsizliğin trajik olaylarıyla doludur. Sürdürülebilirlik de, eşitlik de, uzun süre sağlanamamış, hattâ belki hiç bir zaman sağlanamamıştır, gelecekte sağlanabilmelerine giden yol da çok belli değildir. Garrett Hardin, yakın geçmişte yayınladığı The Ostrich Factor (Devekuşu Faktörü) adlı kitabında, eşitliğin çoğu zaman hakkaniyet kavramıyla eş anlamda kullanıldığına işaret etmiştir. Thomas Jefferson’ın “bütün insanların eşit yaratılmış olduğunu aşikâr kabul ederiz” şeklindeki ünlü sözüne rağmen, Hardin herhangi iki kişinin asla eşit yaratılmış olamayacağını iddia etmektedir (genetik açıdan aynı olan tek yumurta ikizleri bile, ana rahmindeyken maruz kaldıkları bazı etkilerden ötürü hayatlarının ileriki dönemlerinde farklı olurlar). Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin günümüzdeki yorumuna göre, bütün insanlar, erkek ya da kadın olsun, kanun karşısında eşit muamele göreceklerdir ve bütün çocuklara iyi bir eğitim alabilmeleri açısından eşit fırsatlar tanınacaktır. Elbette ki, herkes eşitliğin bu tanımına ya da benimsenen bu amaçlara katılmadığı gibi, amaçlara ulaşılmış olduğunu da herkes kabul etmemektedir.
İyi ya da kötü şekilde tanımlanmış bu eşitlik kavramını biraz daha genişletir, kuşaklar arasındaki fırsat eşitliğini de kapsar hale getirirsek, o zaman eşitlik ve sürdürülebilirlik kavramlarının ayrılmaz şekilde birbirine bağlandığını görürüz. Gelecek kuşakların topraktan, tatlı sudan, ormanlardan, okyanuslardan ve iklimden bir servet ve refah sağlayabilmesi için, bizim bu doğal kaynakları, gelecek kuşakların kullanamayacağı kadar bozmamamız gerekir. Dolayısıyla eğer biz çocuklarımızla torunlarımızın da bize eşit fırsatlara sahip olmasını istiyorsak, doğal kaynaklarımızı sürdürülebilir şekilde kullanmanın yollarını bulmalıyız. Elbette ki, gelecek kuşakların daha ileri teknolojileri olabilir, bu sayede kirli havayla kirli suyu temizleyebilirler, geri kalan toprağı çok daha etkin kullanabilirler, ama o teknolojilerin ne kadar hızlı geliştirilebileceğini de henüz bilmiyoruz. Eğer gelecek kuşakların şimdi konuşma imkânı olsaydı, her halde Custer’ın çılgınlığına kapılıp teknolojilerin tam ânında geleceğini beklemek yerine, tedbirlilik ilkesini uygulamamızı yeğlerlerdi. Biz gelecek kuşakların fırsatlarını tehlikeye atmaksızın ne kadar bozulmaya ve kirliliğe izin verebileceğimizi bilemediğimize göre, neyin sürdürülebilir olduğunu pek de dakik hesaplayamayız. Ama yine de, neyin sürdürülebilir olduğunu açık bir şekilde tanımlayamamak, kavramın kendisini kaldırıp atmak için özür değildir, tam tersine, tıpkı eşitlik kavramında olduğu gibi, o amaca ulaşmaya henüz tam anlamıyla kendimizi adamamış olduğumuzun kanıtıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
* Brezilya’nın kocaman gagalı tipik kuşu.
HÂSILAYI YİYEMEZSİNİZ
TÇV’nin yayınladığı bir kitap,
Eric A. Davidson’ın
“Gayrisafî Millî Hâsılayı Yiyemezsiniz” adlı eseri.
Bu çok ilgi çekici kitabın bir bölümü
aşağıda verilmektedir.
Sürdürülebilirliği Ararken
Küçük Toprak Sahiplerinden
Makroekonomistlere
Sağ ayağınızı piyanonun pedalına bastığınızda, bir akor basıp elinizi çekebilir, armoninin rezonansını bir-iki dakika, hattâ daha uzun süre dinlemeyi sürdürebilirsiniz. Piyanonun taburesine oturmuş durumda, her sesin yavaş yavaş soluşunu dinlerken, sanki notalar, çok hafif de olsa, sonsuza kadar çınlayıp duracakmış gibi gelebilir. Sağ ayağınızın bastığı pedalın adı sürdürme pedalıdır.
Bugünlerde tarım, ormancılık, balık çiftlikleri ve kalkınma gibi alanlarda sihirli kelimenin sürdürülebilirlik olduğu görülüyor. Sürdürülebilir tarımın bir amacı, tıpkı piyanonun sürdürme pedalı gibi, yaptığını gidebildiği yere kadar götürmek olabilir. Bir başka ifadeyle, şimdi bir şey yapmamak, toprağın erozyonla kayıp gitmesine izin vermek, böylelikle hem bizim, hem de çocuklarımızla torunlarımızın uzak gelecekte verimli tarımı koruma ve sürdürme şansını yok etmek.
Bunun ya da daha başka sürdürülebilirlik tanımlarının sorunlarından biri, ileride çocuklarımızın elinde ne gibi teknolojiler olacağını ya da ihtiyaç duydukları kaynakları elde edebilmek için ne tür sorunlarla karşılaşacaklarını bilemeyişimizdir. Örneğin tarımı ele alsak, sürekli artan yiyecek talebi, şimdiki ve daha önceki uygulamalar sebebiyle doğmuş çevresel kirliliğe çare bulma niyeti ve mahsulü arttıracak yeni teknolojilerden yararlanma umuduyla, tarımsal uygulamalar sürekli değişmektedir. Piyanoda çalınan bir tek akoru sürdürmenin basitliğinden farklı olarak, gelecekte tarımın ve diğer insanî girişimlerin sürdürülebilirliği, ekoloji, ekonomi ve teknoloji arasında, şimdiki uygulamalardan daha sürdürülebilir olan yeni armoniler bulmakla mümkündür.
Sürdürülebilirliğin zorlukları, yerkürenin her yanında aynı değildir. Gelişmiş ülkeler için, 19. Yüzyıl’ın at koşulmuş sabanlarıyla insan elindeki çapalarının yerini çoktan traktörler almıştır, oysa bu eski yöntemler, tropik ülkelerin çoğundaki köylü çiftçiler tarafından hâlâ yaygın şekilde kullanılmaktadır. Kongo’daki bir çiftçi kadının, orman içindeki küçük bir açıklık alanı sürdüğü gün, Iowa’daki bir çiftçi, traktörünün içindeki bilgisayar ekranına bakmaktadır. Bilgisayarı uzaydaki uydularla sürekli temas halindedir, böylelikle ekrandaki dijital haritada traktörünün yerini açık bir şekilde görmektedir. Bilgisayar, traktörü kullanana, arazinin o noktasındaki gübre ve haşere ilâcı uygulamasını bir anda gösterir.
Afrikalı çiftçi kadınla onun soyundan gelenler, daha ne kadar zaman o çapayı kullanarak o toprağı ekebilir, büyüyen ailelerini bununla besleyebilir? Iowa’daki çiftçiyle onun soyundan gelenler, giderek ilerleyen teknolojileri kullanarak, haşere ilâçlarına ve gübreye olan ihtiyacı azaltabilecek, bu sayede yeraltı suyunun kirlenmesini, kuyuların yüzlerce yıllığına kapatılmasını önleyebilecekler midir? Afrika’daki ve başka yerlerdeki kalkınma, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ille de önce aşırı gübre kullanacak, aynı sorunları yaşayacak mıdır, yoksa gelişmekte olan dünyadaki tarım; kendi rotasını izleyecek, bu hataların bazılarından kaçınabilecek midir? Dünyanın bu çok farklı insanları, kültürleri, toprakları ve ekonomileri için uygun teknolojiler geliştirilebilecek midir? Teknoloji, üretimi arttırmayı sürdürebilecek, bir yandan da kirlenmeyi azaltarak bu uygulamaları sürdürülebilir hale getirecek midir?
Görünüşe göre herkes sürdürülebilir kalkınmadan yana. Ne de olsa, sürdürülemez bir kalkınmayı tercih ediyorum demek, en azından görünüşte, hiç hoş olmaz. Ama ne yazık ki, günümüz iş dünyasında kısa dönemli kârdan gelen ödüller pek boldur ve genellikle de doğal kaynakların sürdürülemez istismarıyla ilgilidir. Araştırmacılardan, yaygınlaştırmayı amaçlayanlardan ve kalkınma gruplarından meydana gelmiş küçük bir ordu, doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi konusunda yeni yaklaşımlar arayıp durmaktadır.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK ARAYIŞINDA BİR VAKA ETÜDÜ
Brezilyalı bir meslekdaşım, kendi ülkesinde sürdürülebilir tarım yaklaşımlarını arayanlardan biridir. Adı Cássio Pereira’dır, ziraatçi olarak mezun olmuştur ve şimdi de master yapmaktadır. Yenilikçi fikirleri, birlikte çalıştığı köylü çiftçilerle uyum sağlayabilme yeteneği, onların bugünkü, ormanlara zarar vererek ailelerini besleme uygulamalarına alternatifler bulma konusuna adanmışlığı, onu benim gözümde bir kahraman durumuna getirmiştir. Cássio’nun yaklaşımı, önce Doğu Amazon Havzası kırsal bölgesindeki köylü çiftçilerin (bu kişilere ‘küçük toprak sahipleri’ de denmektedir, çünkü her çiftçi kendi küçük arazisinin sahibidir) her zamanki tarım uygulamalarını dikkatle gözlemlemekle, onların kaygılarını ve dertlerini dinlemekle, değişen dünyaya nasıl uyum sağladıklarını anlamaya çalışmakla başlamaktadır.
Bu kırsal çiftçiler, kuşaklardan beri Amazon’a akan çeşitli akarsuların arasında yaşamaktadır. Bunlar Portekizli sömürgecilerin, Afrikalı kölelerin ve Amerika yerlilerinin karışık soyundan gelmektedir. Yaklaşık 1960’a kadar hemen hemen hiç yol bulunmayan bu bölgede, nakliye için hep nehirlerden yararlanmışlardı. Balık tutmuş, ava çıkmış, ormandan meyveler ve ilâçlar toplamış, ormanın küçük kısımlarını kesip tarla açarak ekmişlerdi. Gerçi nehirden yararlanarak biraz ticaret de yapmışlardı, ama daha çok kendi ektiklerini yiyerek yaşayan çiftçilerdi, yani bütün besinlerini kendileri üretiyor ve hemen hemen ürettikleri her şeyi de yiyorlardı. Pirinç, mısır ve manyok ektikleri tarlaları küçüktü, orayı açtıktan bir-iki yıl sonra terk etmek zorunda kalıyorlardı, çünkü toprak hemen verimsizleşiyor, tarlaları yaban otları bürüyordu. O zaman ormanın bir başka küçük alanını açıyorlar, orayı ekime hazırlıyorlardı.
Bu tür tarıma kes/yak tarımı ya da kayan tarım deniyordu, çünkü bir kaç yılda bir, yeni bir tarlaya ekim yapmak zorunluluğunu hissediyorlardı. Koskoca ülkede nüfusları seyrek olduğu sürece, bu tür tarım sürdürülebilir sayılabilirdi. İhtiyaç duydukları küçük tarlaları açmaya yetecek kadar bol ormanları vardı. Bir tarlayı terk ettiklerinde, orman orayı yine yutuyor, yavaş yavaş toprağın bereketi de geri geliyordu. Aradan bir kaç on yıl geçtiğinde, isterlerse oraya geri dönüp yeniden ekebiliyorlardı … ya da daha doğrusu, çocukları veya torunları oraya dönüyor, yeniden bereketli hale gelmiş toprak buluyordu. Orman alanının nüfusa bölümü yüksek bir kesir olduğu sürece, bu tür rotasyon sürdürülebilirdi ve zaten kuşaklar boyunca da sürdürülmüştü. Yaşadıkları hayat, bazı kimselerin bu satırları okuduklarında kapıldıkları izlenime uyacak kadar romantik ya da soylu bir hayat sayılmazdı. Bu insanların eğitime, sağlık/bakım hizmetlerine ya da diğer modern hizmetlere erişme imkânı pek azdı, ama genellikle yaşamlarını sürdürecek kadar kalori ve protein alabiliyorlardı, ormanları, nehirleri ve tarlaları da bir sonraki kuşağa bırakabiliyor, onların da kendi ihtiyaçlarını sağlamasını mümkün kılıyorlardı.
1960’larda Brezilya hükümeti, güneydeki başkent Brasilia’dan, Amazon liman kenti Belém’e kadar, 900 millik bir otoyol yaptığında, bölgede her şey değişmeye başladı. Bu otoyol, nehir toplumlarından macaw* uçuşuyla on ya da yirmi mil uzaktan geçiyordu. Arkadaşım Cássio şimdi orada çalışmaktadır. Bulunduğu yer, yolu olmayan bir yağmur ormanının epey içindedir, bu sebeple de bir kaç yıl boyunca oldukça izole durumda kalmayı sürdürebilmişlerdir. Ama çok geçmeden, otoyolun iki yanında ve yeni yan yolların yakınında sığır çiftlikleri boy göstermeye başlamıştır. Sonunda gün gelmiş, ancak kurak yaz mevsiminde kullanılabilen bu yan yollar uzayıp yayılmış, nehir toplumlarına kadar varmıştır. Otoyolu ve diğer yolları izleyenler, yalnız sığır çiftçileriyle arazi spekülatörleri olmamış, Brezilya’nın aşırı kalabalık bölgelerinden bir yığın yoksul ve topraksız insan da buralara göçmüş, karnını doyurmak için ekebileceği bir toprak parçası aramaya başlamıştır. Bu göçebe yoksulların toprağı elde etme yolu, gelip işgal etmek, üstüne oturmak olmuştur. Bu yüzden onlara squatters (oturanlar, çömelenler) denmeye başlamıştır. Göçebe yoksulların bir adı da, kayan ekiciler olmuştur (bu da “kayan tarla” sözünün bir uyarlamasıdır), çünkü yalnız küçük tarlalarını kaydırmakla kalmamakta, arasıra toplanıp kendileri de başka bölgelere göçmektedirler. Bu insanlar Brezilya’daki hakkaniyetsiz toprak ve servet dağılımının kurbanı durumuna düşmüş çok kalabalık bir gruptur, topraksızdırlar, göçüp durmaktadırlar ve büyük yoksulluk içindedirler.
Cássio’nun birlikte çalıştığı insanlar ise kendilerini bölgenin yerlisi sayarlar, çünkü büyük büyük dedeleri de o topraklarda yaşamıştır. Ama yeni kuşak yine de, buralara ulaşan yollarla, kasabalarla, pazarlarla, tüketim mallarıyla ve akıp gelen kalabalıkla başa çıkmak zorundadır. Gösterdikleri tepkilerden biri, daha fazla ürün yetiştirmek olmuştur. Bunları yeni kasabaların pazarlarında satabileceklerdir. Elde ettikleri paralarla batıya özgü ilâçları, radyoları, kol saatlerini, giysileri ve heves ettikleri diğer tüketim mallarını alabileceklerdir. Artık Brezilya’nın GSMH’sına katkıda bulunmaya başlamışlardır. Daha fazla ürün yetiştirmek, daha büyük tarla ister, ormanın daha geniş yerlerini açmak zorunluluğunu getirir. Aynı zamanda sığır çiftçileriyle squatter’lar da ormandan yer açmışlardır, dolayısıyla artık ormanlık alan çok azalmış, buna karşılık insanlar çok artmıştır. Yeni durum kesinlikle sürdürülemez bir durumdur. Bölgenin 1986 ve 1991’de çekilmiş uydu fotoğrafları, ormanlık alanın beş yıllık bir süre içinde nasıl hızla azaldığını göstermektedir. Bu bölgede orman kıyımı hızına bakılırsa, otuz beş yıl içinde hiç ormanlık alan kalmayacaktır.
Cássio bu arada, çiftçilerin primer ormanları (yani daha önce hiç bir zaman tam anlamıyla açılmamış alanları) kesmeyi tercih ettiğini de öğrenmişti. Sekonder ormanları (daha önce açılmış, sonra yeniden ormana dönüşmüş yerleri) açmayı tercih etmiyorlardı. Primer alanlardan daha çok ürün alabildiklerini iddia etmekteydiler. Cássio daha sonra bu fazla ürünün sebebini de keşfetmişti. Aslında o alanlar diğerlerinden daha verimli bir toprağa sahip değildi, ama çiftçiler, primer alanı açınca yabancı ot kontrolünü daha kolay yapabiliyor, sekonder alanlarda aynı başarıyı gösteremiyorlardı. Sekonder alanlarda, açılmış tarlayı yeniden orman doldurmadan önce, hızlı büyüyen bitkiler ortalığı kaplamış oluyor, sonra bunların tohumları toprakta kalıyor, alan ikinci kere ormandan temizlendiğinde bu yaban otları büyük sorun oluyordu. Cássio ayrıca, çiftçilerin mısırı, pirinci ve manyoku hâlâ eski geleneksel usullere göre ektiğini, aynı tarlaya aynı zamanda ektiğini, sıraları da muntazam bir şekilde düzenlemediklerini keşfetmişti.
Cássio, kasabanın ileri gelenlerini ikna etti, yeniden orman bürümüş sekonder alanlardan bir parçanın kendisine, küçük bir deneme çiftliği yapmak üzere verilmesini sağladı. Orada gelişmekte olan genç ormanı kesip yaktı, çiftliğin bir bölümüne mısır ve manyok, diğer bölümüne de pirinç ve manyok ekti. Çiftçilere, upuzun mısırların tarlalardaki daha küçük pirinçleri nasıl gölgelediğini, mısırla pirincin tarlalarını ayırırlarsa ürünün nasıl daha zengin olabileceğini gösterdi. Bir kaç çiftçi bunu kendileri denediklerinde, Cássio’ya bu sistemin bir başka avantajını anlattılar. Bu daha önce onun aklına gelmemişti. Ziraatçilerin çoğu, yabani ot, böcek ve bitki hastalığı gibi sorunları düşünme yönünde eğitilmiştir, oysa çiftçiler, kuşların gelip pirinci yediğine işaret etmekteydi. Bu kuşlar yakındaki ormandan uçarak gelmekte, kalın saplı mısırların üzerine konmakta, uzanıp pirinçleri yemekteydiler. Pirinci mısırdan ayırınca, kuşların artık pirince uzanabilmek için ihtiyaç duyacağı sağlam tünek kalmamıştı.
Cássio ayrıca ekimini sıralar halinde yapmış, böylelikle yaban otlarını çapayla ayıklama işini kolaylaştırmıştı. Yerel çiftçilerin kullandığı geleneksel çapalar, primer ormandan temizlenmiş tarladaki bir kaç otu ayıklamaya yetiyordu, ama sekonder ormandan temizlenmiş alanda, sıralı dikimlerin arasındaki ot temizleme işine uygun değildi. Cássio, bizim kendi bahçelerimizde kullandığımız bazı çapa türlerinden oraya örnekler getirtti. Ekinin düzgün sıralar halinde, aralarında uygun mesafe bırakılarak dikilmesi halinde, iyi bir çapayla ot sorununun kolayca çözümlenebileceğini, işin primer ormandan temizlenmiş tarladaki kadar kolaylaşacağını onlara gösterdi. Sonunda Cássio’nun deneme tarlasından, kendi çapasını, fikirlerini kullanıp kendi terini dökerek elde ettiği mahsul, çiftçilerin ortalama mahsulünden yüksek oldu.
Bir başka yenilik de, farklı mısır, pirinç ve manyok varyetelerinin denenmesi, bölgenin asitli, besini az toprağına hangisinin daha iyi uyum sağlayacağının görülmesi olmuştur. Sonunda Cássio, ürünün hasada hazır olmasının hemen öncesinde tarlasına ağaçlar dikmiş, böylece ağaçlar, ürüne bir zarar vermeden, vakitten kazanmıştır. Ağaçlar, legüm (geniş yapraklılar) familyasındandır. Gerekli bir bitki besini olan azotu, topraktan değil, havadan alabilmektedirler; bu da, fakir toprak söz konusu olduğunda önemli bir avantajdır. Ayrıca bu ağaçların kökleri toprakta, mısırla pirinçten çok daha derine inmekte, besinlerini çok daha geniş bir topraktan alabilmektedir. Ağaçlar çok hızlı büyümekte, büyürken dal ve yapraklarında besleyiciler biriktirmektedir. Cássio bunlara yalnız üç yıl süre vermekte, o süre içinde ağaçlar 5-6 metre boyuna ulaşmaktadır. Bu sürenin sonunda ağaçları kesip tarlayı yakmış, mısır, pirinç ve manyoku tekrar ekmiştir. Arada bu hızlı büyüyen, besin biriktiren ağaçların dikilmesiyle, toprağın daha çabuk hazır olmasını, sadece üç yıl içinde bile yeniden ekim yapılabilecek hale gelmesini ummuştur. Oysa bu çiftçilerin babalarının, dedelerinin gününde, bir tarlada yeniden orman yetişmesi için yirmi-otuz yıl beklemek gerekiyordu. Şimdi Cássio’nun ikinci ekimindeki ürünün de birincisi kadar iyi olup olmadığını göreceğiz, uyguladığı tarım tekniklerinin sürdürülebilir olup olmadığını anlayacağız. Aslında sürdürülebilirliği kanıtlamak için bir kaç ürün rotasyonunun gerekli olması da normaldir.
Siz belki çiftçilerin neden ekimi sıralar halinde yapmadığını, neden iyi çapa kullanmadığını merak edeceksiniz. Ama unutmayın ki, onların elinde arazi boldu, elde ettikleri ürün de balıkçılıktan, avcılıktan ve toplayıcılıktan sağladıklarına ek olarak kullanılıyordu. O günlerde süper-etkin mahsul elde etmeye ihtiyaçları yoktu. Primer ormanlardan açılan tarlalarda hâlâ arazinin ortasından geçen bir kaç iri çotuk bulunuyor, muntazam sıralar halinde ekim yapmayı hemen hemen imkânsız kılıyordu. Ama bugün, çok ürün elde edip satma peşindeler, ellerinde gelecekte açmak zorunda kalacakları orman azalmış durumda. Demek ki, çok daha etkin bir tarım sistemine ihtiyaçları var.
Cássio’nun yenilikleri oldukça basit, ucuz, uygulamaya hazır yöntemlerdir. Sistemi geleneksel yaklaşımdan daha entansiftir, ama geleneksel uygulamaların bazılarını da içermekte, rotasyona ve diğer ürünlerle birlikte manyok ekmeye de yer vermektedir. Çiftçilerin işe kendilerinin katılmasını sağlamakta, iki yönlü bilgi ve tecrübe akımı kolaylaştırılmaktadır. Cássio’nun çalışmaları, Güney ve Orta Amerika’da, Afrika’da ve Asya’da tarım uygulamalarını geliştirme yolunda, geleneksel yöntemleri mümkün olduğu kadar kullanırken modern teknolojileri de kullanma yolunda gösterilen çabaların yalnızca iyimser bir örneğidir. Bu çabalar sırasında, dünyanın her yanında yer alan o kaçınılmaz ekonomik ve sosyal değişimlere cevap verebilmek de önemli bir amaç olarak dikkate alınmaktadır.
SÜRDÜRÜLEBİLİR TARIMDA ÇEŞİTLİLİK
Cássio’nun yenilikleri belki bölgenin küçük toprak sahiplerine, yoksul olmalarına rağmen çok da çaresiz olmayan o kişilere yararlı olabilir, ama squatter’lerin, kayan tarımcıların pek fazla işine yarayacağını ummak kolay değildir. O terimi icat etmiş olan Norman Myers, tropik orman kıyımının üçte ikisine, kayan tarımcıların yol açtığını tahmin etmektedir. Bu tür kişilerin sayısı, bütün dünya dikkate alındığında, yüzlerce milyonu bulmaktadır. Bu tahmine katılma konusunda pek hevesli değilim, çünkü bence Myers bir o kadar önemli olan başka bir tahmininde, ticarî odunculuk sebebiyle uğranan kayıp konusunda tahminî rakamını çok düşük tutmuştur; ama ileri sürdüğü ana noktaya katılmamak mümkün değildir, göç edip duran topraksız yoksullar gerçekten de dev bir sorundur ve bu sorunun çok yıkıcı sosyal, ekonomik ve çevresel sonuçları söz konusudur. Kendi toprağına sahip olmayan insanların, o toprağa iyi bakması için o kadar da güçlü sebepler yoktur. En önemlisi de, bir sonraki yemeğini nasıl bulacağından emin olamayacak kadar yoksul insanlar, kısa vâdeli sağ kalma sorunlarıyla öylesine dopdoludur ki, uzun vâdeli sürdürülebilirliğe kaygılanmalarını beklemek de gerçekçi olmaz. Dünyanın en zeki teknolojileri, en yenilikçi sürdürülebilirlik fikirleri bile, yoksulluktan kaynaklanan çaresizliğin getirdiği kıyımı alt edemez. Kayan tarımcıların sürdürülebilir tarıma ve sürdürülebilir kalkınmaya yönelmesi için çok zor sosyal kararlara ihtiyaç vardır, toprak mülkiyeti haklarının değiştirilmesi ve bu insanların hayatlarını kazanabilmesi için başka alternatiflerin geliştirilmesi gerekmektedir.
Sürdürülebilir tarım yalnız tropik bölgelerdeki küçük toprak sahipleri açısından değil, dünyanın her yanında modern teknoloji kullanan orta ve büyük arazi çiftçileri açısından da çok tartışılan bir konudur. Küresel pozisyonlandırma sistemine sahip bir bilgisayarlı traktör, tarlaların her yanına rastgele fazla gübre saçmaktansa, hangi noktasına ne kadar gübre verildiğini ayarlamak konusunda hayli mesafe alınmış olduğunun uç örneklerinden biridir. Bir başka yenilik de, sabanı büsbütün fırlatıp atmak, ya da çok nâdiren kullanmakla ilgilidir. Toprağı sürmek genellikle erozyona yol açmakta, topraktaki organik maddeler kaybedilmekte, besleyiciler derelere ve yeraltı sularına kaçmaktadır. Sonunda toprağın kendi bereketi yok olunca, bu sefer gübre kullanmak şart olmakta, 6. Bölüm’de ele aldığımız su kirliliği sorunları başlamaktadır. Toprak erozyonu devam edip yeryüzü ve yeraltı suları giderek kirlenirken, bu tarım sisteminin sürdürülebilir olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Bir çok çiftçi, sürmeme ya da koruyucu sürme yöntemlerini kullanmaya başlamış, toprağı mümkün olduğu kadar az karıştırmaya özen gösterir olmuştur. Özel tohumlama makinaları, toprağı hiç kazmadan tohumları gerekli derinliğe yerleştirmektedir. Sürmeyince, toprağı erozyonla kaybetme ihtimali azalmakta, topraktaki organik maddeler de daha az dekompoze olmakta, daha az bozulmaktadır. Hattâ, toprağı besleyicilerle zenginleştiren organik maddelerin, koruyucu sürme uygulamalarıyla yavaş yavaş arttığı da kanıtlanmıştır.
Hayatın bütün alanlarında olduğu gibi, bu yeni yaklaşımla ilgili olarak da, bir şey uğruna bir şeyi feda etme durumu dikkate alınmak zorundadır. Toprağı sürmenin başta gelen amaçlarından biri, zaten yabani otları kontrol etmektir. Arkadaşım Cássio’nun kes/yak tarımında bu otları çapayla en iyi ne şekilde kontrol etmek gerektiğine ilişkin gösterdiği çabalar nasıl başarılı olduysa, en modern teknolojiyi kullanan çiftçiler için de başarılı olmak zorundadır. Toprağın sürülmesi en aza inince, yabani otlar bir sorun olabilir. Buna verilebilecek cevaplardan biri, daha çok herbisit (selektif, yani seçerek yabancı otu öldüren ilâçlar) kullanmaktır, ama o zaman da dereleri, gölleri ve yeraltı sularını kirletme ihtimali artmaktadır. Toprağı sürmekle yabani otları kontrol etme arasındaki o doğru dengeyi bulmak, erozyon kontrolü ve daha çok organik madde birikmesi uğruna toprağı sürmemek, beri yandan herbisitleri de mümkün olduğu kadar iyi niyetle kullanmak, günümüzde ABD, Avrupa, Avustralya ve gelişmekte olan ülkeler üniversitelerinden pek çoğunun araştırmalarında odak noktası haline gelmiştir. Koruyucu sürme uygulamalarının çiftçilerce benimsenmesi, ancak bütün girdilerin bir araya geldiği, kanıtlanmış fikirlerle teknolojilerin derlenip bu enformasyonun, ekonomik teşviklerle birlikte, etkili şekilde dağıtıldığı zaman gerçekleşecektir.
Teknolojiler arasındaki çok büyük farklara rağmen, dünyanın her yanındaki çiftçilerin bütünü toprağa ve iklime bağımlı durumdadır ve bu etkenler ürün verimini sınırlamaktadır. Ayrıca bu insanlar, bütün bireylerin karar verme sırasında etkisi altında kaldığı sosyo-ekonomik güçlerden de kurtulamazlar. Sürdürülebilir tarım uygulamalarını, yalnız sosyo-ekonomik faktörlere odaklanarak, iklimi ve toprağı görmezden gelerek, ya da bunun tam tersini yaparak çözme çabaları, başarısız olmaya mahkûmdur.
Gerçek anlamda sürdürülebilir bir tarım her halde ancak pek az yerde ve pek kısa sürelerle mümkün olabilmiştir. Doğu Amazon’da 1960’a kadar yaşayan, çiftçi-balıkçı-avcı-toplayıcı insanların yalnızca kendilerini besleyen tarımı, belki sürdürülebilir tarımın bir örneği olarak kabul edilebilir. Ohio ve Pennsylvania’da yaşayan Amish inancına sahip çiftçiler de bir başka örnek olabilir. Diğer örnekler her halde insan nüfusunun sınırlı olduğu, teknolojilerin henüz ham olduğu, hayatın zor olduğu zaman ve yerlere ait örnekler olacaktır. Modern teknolojinin, makinaları, gübreleri, haşere ilâçlarıyla birlikte ortaya çıkışı çok verimli olmuş ve bizi oldukça iyi besleyebilmiştir, ama buna karşılık toprağı yoksullaştırmış, yeraltı suyunu kirletmiş olduğuna göre, sürdürülebilir olarak nitelenemez. Biz veresiye yaşamışız, bu lüksü ödünç alınmış bir zaman içinde sürdürmüşüz, toprağın bereketsizleşmesi ve yeraltı sularının kirliliği sorunlarının kriz boyutlarına varmasını beklemişiz. Sürdürülebilirlik idealine daha yakın bulduğumuz teknolojilere doğru yönelirsek, krizin başımızda patlamasından kurtulabiliriz. Artan nüfus ve değişen teknolojilerle, herhangi bir yerde ya da zamanda neyin tam sürdürülebilir olduğunu da dakik şekilde belirlemek zordur, ama en azından kafamızdaki kavramlar açıktır, gideceğimiz yönü de bilmekteyiz.
EKOLOJİK EKONOMİ VE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK
Daha önceki bölümlerde ekolojik ekonomiyi tartışırken, doğal kaynakların “fiyatlarını doğru biçmeye” ve “doğru indirim oranlarını bulmaya” odaklanmıştık. Ekolojik ekonominin liderlerinden biri olan Herman Daly, bu görevleri, daha temel ve daha geniş bir sorun olan “ne kadar” kaynak kullanılacağından, kendimize ne kadarını kullanma izni vereceğimizden ayırmış bulunmaktadır. Daly’nin işaret ettiği nokta, fiyat biçme ve indirim uygulama konularının, mikro-ekonomi alt disiplini alanına girdiği, oysa ekolojik ekonominin “ne kadar” sorusuna eğilen makro-ekonomi’yi de ele almak zorunda olduğudur.
Daly burada, gemiye yük yükleme işlemini örnek olarak verir. Mikro-ekonomi size, doğru fiyatlarla ve indirim oranlarıyla, malı gemiye en dengeli şekilde yükleyip yerleştirmeye katkısı olacak ekonomik sistemi getirir. Tek başına bırakıldığında mikro-ekonomi, yükü en iyi şekilde yayar, ama gemiye aşırı yük yükleyebilir, batmasına sebep olabilir. Tıpkı bunun gibi, ekolojik mikro-ekonominin araçlarını da (yani “doğru” fiyatları ve indirim oranlarını da) kullanmakla, tek tek orman parçalarını en etkin ve rasyonel şekilde nasıl kullanacağımızı seçebiliriz, ama örneğin bölgesel ya da küresel çapta uygun iklimin ve güvenilir yeraltı suyunun kalıcı olması için geriye ne kadar bir orman örtüsü kalması gerektiğini göremeyiz. Daly şu aşamada, kaynakları büsbütün tüketmeden ya da bozmadan kullanabileceğimiz orman, su ve hava miktarının sınırlı olduğunu kabul eden bir makro-ekonomik sitemi tanımlamaya çalışmaktadır. Bir bakıma Daly, hem ekonomik, hem de ekolojik sistemlerin birlikte sürdürülebilir olması için, 2. Bölüm’de gösterilen ekolojik piramidin içindeki ekonomik piramidin kapsamının ne kadar olabileceğini bulmaya uğraşmaktadır.
Ekonomik piramit, ekolojik piramidin içinde nisbeten küçük bir yer kapladığında, yani örneğin ABD’nin 19. Yüzyıl’daki Vahşi Batı dönemi gibi zamanlarda, Kenneth Boulding’in kovboy ekonomisi dediği şeyi yaşayabilmek mümkündür. Vahşi topraklar yeterince geniştir ve bizim sömürülerimizi emip sindirebilmektedir. Bu sayede insanların ekonomik sistemi de, çevreye verdiği zararı görmezden gelebilmektedir. Kovboy, suyu, odunu ve toprağı canı istediği gibi kullanabilir, çöpünü atıp gidebilir, hiç bir şeyi yeniden üretime sokmayabilir, çünkü çok büyük bir alanda çok az sayıda kovboy vardır.
Diğer uçta da uzay gemisi ekonomisi vardır. Bu ekonomide, sınırlı biyolojik hayat-destek sistemimiz üzerinde her ekonomik faaliyetin kritik önemi vardır, her ekonomik sistem de hayat destek sistemimizi kritik düzeyde etkilemektedir. Küçük bir uzay gemisinde yaşamayı planlıyor-sanız, tüketilen her dirhem enerji ve üretilen her atık dikkatle analiz edilmek zorundadır. Eğer gelecekteki nüfus artışı bizi uzay gemisi ekonomisini benimsemeye zorlarsa, her şeyin yeniden üretime sokulması gerekecektir, çünkü dev insan grubunu destekleyebilmek için hemen hemen her damla suya, her dirhem enerjiye ihtiyaç olacaktır.
Şu anda, bu iki aşırı ucun ortasında bir yerlerdeyiz. Kovboy olamayız, çünkü ekonomik faaliyetlerimizin çapı (ekonomik piramidin büyüklüğü) öylesine artmış durumda ki, çevreyi büyük ölçüde etkiliyor ve biz çevresel hayat destek sistemimizi ciddî şekilde bozuyoruz. Biz henüz uzay adamı değiliz, çünkü ekolojik piramidin içindeki her enerji ve madde akışı, bizim kontrolümüzde değil. Ekonomik sistemimiz daha çok, züccaciyeci dükkânına girmiş boğaya benziyor, orada pek çok hasara yol açıyor, ama yine de ehlileştirilebilir ve ehlileştirilmelidir. Ekolojik makro-ekonominin rolü, boğanın ne kadar büyük olabileceğini tanımlamaktır, bu arada ekolojik mikro-ekonomi de onu, tabakları kırmaktan alakoymaya çalışır. Neoklasik makro-ekonomi, ekonomik büyümeye bu tür bir sınır tanımamaktadır, boğanın ne kadar büyük olabileceğine ya da kaç kovboyun veya uzay adamının desteklenebileceğine ilgi göstermemektedir, çünkü teknolojik ilerlemelerin her zaman tükenen ya da kirlenen doğal kaynakları telâfi edeceğini varsaymaktadır. Teknolojik gelişmenin potansiyelini ekolojik makro-ekonomi de tanımaktadır, ama aynı zamanda, toprak, su, hava, ormanlar, okyanuslar ve iklim gibi pek çok temel doğal kaynakların sınırlı ve ikame edilmez olduğunun da farkındadır. Ekolojik makro-ekonomi, sürdürülebilirliğin ekonomisidir. “Büyümenin sınırları”yla ilgili bu konuya, 8. Bölüm’de yine döneceğiz.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİKLE EŞİTLİK
ARASINDAKİ BAĞLANTILAR
Sürdürülebilirlik, diğer bir kutsal kavram olan eşitlikle pek çok ortak değerleri paylaşmaktadır. Her iki kavramı da açık bir şekilde tanımlamak oldukça zor olmakla birlikte, neyin sürdürülemez olduğuna ve neyin eşitsizlik olduğuna ilişkin örnekler vermek kolaydır. Geçmiş tarihimiz, doğal kaynakları sürdürülemez şekilde sömürmemizin ve insanlar arasında eşitsizliğin trajik olaylarıyla doludur. Sürdürülebilirlik de, eşitlik de, uzun süre sağlanamamış, hattâ belki hiç bir zaman sağlanamamıştır, gelecekte sağlanabilmelerine giden yol da çok belli değildir. Garrett Hardin, yakın geçmişte yayınladığı The Ostrich Factor (Devekuşu Faktörü) adlı kitabında, eşitliğin çoğu zaman hakkaniyet kavramıyla eş anlamda kullanıldığına işaret etmiştir. Thomas Jefferson’ın “bütün insanların eşit yaratılmış olduğunu aşikâr kabul ederiz” şeklindeki ünlü sözüne rağmen, Hardin herhangi iki kişinin asla eşit yaratılmış olamayacağını iddia etmektedir (genetik açıdan aynı olan tek yumurta ikizleri bile, ana rahmindeyken maruz kaldıkları bazı etkilerden ötürü hayatlarının ileriki dönemlerinde farklı olurlar). Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin günümüzdeki yorumuna göre, bütün insanlar, erkek ya da kadın olsun, kanun karşısında eşit muamele göreceklerdir ve bütün çocuklara iyi bir eğitim alabilmeleri açısından eşit fırsatlar tanınacaktır. Elbette ki, herkes eşitliğin bu tanımına ya da benimsenen bu amaçlara katılmadığı gibi, amaçlara ulaşılmış olduğunu da herkes kabul etmemektedir.
İyi ya da kötü şekilde tanımlanmış bu eşitlik kavramını biraz daha genişletir, kuşaklar arasındaki fırsat eşitliğini de kapsar hale getirirsek, o zaman eşitlik ve sürdürülebilirlik kavramlarının ayrılmaz şekilde birbirine bağlandığını görürüz. Gelecek kuşakların topraktan, tatlı sudan, ormanlardan, okyanuslardan ve iklimden bir servet ve refah sağlayabilmesi için, bizim bu doğal kaynakları, gelecek kuşakların kullanamayacağı kadar bozmamamız gerekir. Dolayısıyla eğer biz çocuklarımızla torunlarımızın da bize eşit fırsatlara sahip olmasını istiyorsak, doğal kaynaklarımızı sürdürülebilir şekilde kullanmanın yollarını bulmalıyız. Elbette ki, gelecek kuşakların daha ileri teknolojileri olabilir, bu sayede kirli havayla kirli suyu temizleyebilirler, geri kalan toprağı çok daha etkin kullanabilirler, ama o teknolojilerin ne kadar hızlı geliştirilebileceğini de henüz bilmiyoruz. Eğer gelecek kuşakların şimdi konuşma imkânı olsaydı, her halde Custer’ın çılgınlığına kapılıp teknolojilerin tam ânında geleceğini beklemek yerine, tedbirlilik ilkesini uygulamamızı yeğlerlerdi. Biz gelecek kuşakların fırsatlarını tehlikeye atmaksızın ne kadar bozulmaya ve kirliliğe izin verebileceğimizi bilemediğimize göre, neyin sürdürülebilir olduğunu pek de dakik hesaplayamayız. Ama yine de, neyin sürdürülebilir olduğunu açık bir şekilde tanımlayamamak, kavramın kendisini kaldırıp atmak için özür değildir, tam tersine, tıpkı eşitlik kavramında olduğu gibi, o amaca ulaşmaya henüz tam anlamıyla kendimizi adamamış olduğumuzun kanıtıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
* Brezilya’nın kocaman gagalı tipik kuşu.
Yorumlar