Osmanlı Devletinde Kurulmuş Vakıfların Günümüze Hukuksal Yansımaları
Vakıflar, Osmanlı Devletinde önemli bir misyon yüklenmiş, varlıklı şahıslar tarafından hayata geçirilen kurumlardı. En önemli özellikleri o tarihlerde her şeyin mutlak sahibi olan padişaha yada devlete değil, direkt olarak Allah’a bağlı kurulmaları, tüm varlık nedenini ve devamını O’na karşı sorumlu olarak sürdürmeleriydi.
Eski Osmanlı Vakıflarının günümüz Türkiye’sinde hukuksal olarak vatandaşlarımıza nasıl bir fayda sağlayacağını, bu vakıflarla ilgili şahısların ne gibi talepler bulun anlatmak için dilerseniz önce vakfın ne olduğunu ve neden kurulduğunu kısaca anlatmaya çalışalım.
Türk ve İslam toplumlarında, modern devlet anlayışına paralel bir şekilde devlet tarafından sağlanması gereken bütün sosyal hizmetlerin, varlıklı şahıslar tarafından kurulan vakıflar yardımıyla yapıldığı bilinmektedir. Varlıklı kişilerin, İslam’da yer alan sadaka düşüncesini sağlamak amacıyla kendilerine ait mallarını, mülklerini kendilerinin belirledikleri amaçlara adamaları ile bu vakıflar kurulmaya başlamış daha sonra da hukuksal bir boyut kazanmıştır. Bu vakıflar ilk zamanlarda hayır amaçlı olarak kurulmaktaydı.
O tarihlerde bu amaçları karşılamak için kurulan hayri vakıflar yanında, ailevi ya da yarı ailevi yarı hayri vakıflar da kurulduğu görülmektedir. Hayri vakıflara çok benzeyen, aynı şekilde kurulan ancak tamamen başka bir amaç ve nitelik taşıyan bu vakıflar bugün hukuksal olarak bizi ilgilendiren bir anlam taşımaktadırlar. Çünkü yine varlıklı kişilerin malını mülkünü Allah’a bağlı olarak vakfetmesiyle kurulan bu vakıflar, ya vakıf kurucusunun ve ailesinin menfaatine, ya da yarı hayra yarı aile menfaatine kurulmaktaydı. Yani miras kalacak olan malvarlığının, sonsuza kadar azalmadan, aile, soy sop devam ettiği müddetçe, onların menfaatine, devlet ve padişah koruması dışında bekasının Allah’a bağlandığı bir kurum haline sokulmasıdır. Kimse bu kurumu bozamaz, amacı dışında gelirini ya da mallarını alamaz, satamaz. İslam dünyasında tesis edilen vakıfların büyük çoğunluğunu bu tür vakıflar oluşturmaktadır.
Osmanlı Devletinde kurulduğu kayıtlarda yer alan vakıfların yaklaşık %80’inin ailevi ya da yarı ailevi olduğu görülmektedir. Yani varlıklı kimseler, çoğu kez bu şekilde vakıflar kurmayı tercih etmişlerdir. Peki bunun nedeni nedir? Gelin inceleyelim.
O tarihlerde genelde devlet görevlisi olan varlıklı kişilerin malvarlıklarını görevlerinden kaynaklı tasarruflarında bulunan arazilerin ya da padişahın kendilerine bahşettiği mal mülk olduğu görülmektir. Bu şahıslar, o an için görev nedeniyle kendi uhdelerinde bulunan bu malvarlığından, daha sonra da faydalanmak ya da kendisi öldükten sonra ailesinin faydalanmasını sağlamak adına bunları vakfetmekteydiler.
Ya da devletin savaş ya da herhangi başka bir nedenle varlıklı kişilerin mallarını müsadere ettiği de bilinen bir uygulama olup, bu uygulamanın önüne geçmek amacıyla da vakıf kurumuna başvurulduğu bilinmektedir. Neticede vakıflar yukarıda izah ettiğim üzere Allah’a bağlı kurulmuş olup, devlet veya padişah hangi nedenle olursa olsun bunlara dokunamıyordu.
Bir diğer neden de, İslam hukukunda yer alan miras kurallarının katılığından kurtularak daha rahat bir şekilde malvarlığını dilediğine bırakmak, dilediği gibi kullanmak isteği olarak göze çarpmaktadır.
Bu yukarıda sayılan görünen amaçlar ve görünmeyen amaçlarla Osmanlı Devletinde pek çok vakıf kurulmuş olup, şu an ki sınırlarımızı oluşturan toprakların neredeyse %80’i vakıf malı olarak bir amaca tahsis edilmiştir. Yani vakıflara ait malvarlığı ciddi bir büyüklüktedir.
Vakıf kurumunda en önemli belge vakfiye yani vakıf senedidir. Vakıfla ilgili olarak vakfın kurucusunun bütün amacı, yapılmasını istediği uygulamalar bu belgede yazmakta ve vakıf her hangi bir zaman sınırlaması ile kurulmadığı için bugün dahi ilk vakfiyeye göre yönetilmesi gerekir.
1.Dünya Savaşında verdiğimiz şehitler, ardından Kurtuluş Savaşı gelmiş ve Genç Türkiye Cumhuriyetinde özellikle erkek nüfusu azalmıştır. 1927 yılında yapılan nüfus sayımında, ülkemizde 13.000.000 civarı vatandaşın yaşadığı tespit edilmiştir. O kadar çok erkek ölmüştür ki, dulluk haritası bile çıkartılmıştır. Bu vakıfların yönetimlerinin o zamanlarda ki şartlar gereği genelde erkeklere bırakılmış olduğu da izahtan varestedir.
Bu savaşlar yaşanana kadar, kurucuları ya da kurucuların aileleri tarafından idare edilen anlattığımız vakıfların çoğunun idarecileri de savaşlarda ölmüş ve vakıflar sahipsiz, idaresiz kalmıştır.
İşte bu nedenle, 2 Mayıs 1920'de, Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti olarak kurulan, 3 Mart 1924'te Başbakanlığa bağlanarak şimdiki adını alan Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu ilk yıllarında, halen faaliyetlerine devam eden 41.500 Osmanlı vakfından kurucu ve mütevellisi ölen vakıfları yönetmesi için özel bir rol verilmiştir. Nitekim Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün de kuruluş amacına uygun olarak en ulvi görevlerinden biri, vakıfların vakfiyelerine uygun olarak yaşatılmasının ve muhafazasının sağlanması, vakfiye şartlarının yerine getirilmesi, vakıf menkul ve gayrimenkullerinden doğan gelirlerin en iyi şekilde değerlendirilmesi ve bu çerçevede vakıf evlatlarına vakfiyeden doğan galle (gelir) fazlası ödemelerinin yapılmasıdır.
Ülke yeni kurulduğu esnada ihtiyacı olan maddi gücü, bu kimsenin yönetmediği vakıflardan karşılamak istemiş ve bunu da Vakıflar Genel Müdürlüğü aracılığı ile sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca yine bu vakıfların gelirleri ile binlerce fakir ve ihtiyaç sahibine yardım sağlanmıştır.
Nitekim, Vakıflar Genel Müdürlüğü bahsedilen vakıflara ait 18.500 tarihi bina ve 67.000 diğer bina, ayrıca çok yüksek miktarda arazinin, bakımını ve mülkiyet yönetimini üstlenmiştir. Bu öyle büyük bir gelir yaratmıştır ki, sağlanan sermaye ile bugün 38.000 kişiyi istihdam eden ve 120 milyon Euro değerinde kira gelirine sahip Türkiye’nin en büyük bankalarından biri olan Vakıfbank kurulmuştur. Bugün Vakıfbank halka açık bir şirket olup, yaklaşık %60 Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ve adı banka kurulurken kayıtlara geçmiş mazbut ve mülhak vakıflara aittir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kendi gelirlerini mazbut vakıflardan sağladığı düşünüldüğünde aslında bankanın %60’ının sahibi eski Osmanlı Vakıflarıdır.
Bir de önemle üzerinde durulması gereken ve yazımızın devamında değinilecek bir nokta da bu vakıflara ilişkin mevcut olan bütün evrakın, Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivlerinde tutulmasıdır.
Yani özet olarak, günümüzde idarecisi olmayan bütün mazbut vakıfların malvarlığını Vakıflar Genel Müdürlüğü idare etmekte, gelirlerini değerlendirmekte, bütün belgeler kendi arşivlerinde tutulmakta ve bütün talepler yine kendisine yapılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti'nde Eski Osmanlı Vakıflarının Hukuksal Durumu:
Günümüzde eski vakıflar mazbut ve mülhak olarak ikiye ayrılmaktadır. Mülhak vakıflar halen yöneticisi bulunan, malvarlığı ve yapılan hayır ve yatırımların bu yöneticiler tarafından idare edildiği, artan gelirlerinin ne surette değerlendirileceğine bu kimselerin karar verdiği vakıflardır. Vakıflar Kanunu hükümlerine göre Genel Müdürlükçe yönetilip ve temsil edilen vakıflar ile mülga 743 sayılı Kanunun yürürlük tarihinden önce kurulmuş ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince Vakıflar Genel Müdürlüğünce yönetilen vakıflar ise mazbut vakıflar olarak anılmaktadır.
2762 sayılı Eski Vakıflar Kanunun 39. Maddesine göre on yıldır yöneticisi olmayan vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğünün idaresine girecek ve bir daha yönetim hakkının sahibi gelse dahi kendisine vakfın yönetimi verilmeyecektir. Ancak ilgililerin vakfiyeden kaynaklanan intifa hakları Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından korunacaktır.
Mazbut vakıf sayılan bütün vakıflar bir bütün sayılarak bunların temsil ve idaresi Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne verilmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Teşkilat ve Görevleri Hakkında düzenlenen 227 sayılı Kanun Hükmünde kararnamenin “Görev” başlıklı kısmında yer alan 2. maddesinde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün vakfın varlığını koruyacağı vakfın mallarını ekonomik şekilde işleteceği ve vakfedenlerin vakfiyedeki iradeleri doğrultusunda faaliyetlerde bulunacağı öngörülmüştür. Yine 2762 sayılı Vakıflar Kanununun 13. maddesinde: “ .....satılacak mallardan ele geçecek paranın bu maddelerde gösterilen yerlere sarf edilinceye kadar nemalandırılması mecburidir” denmiştir.
Yani eski vakıflar mazbutaya alınırken devlet bunu çeşitli kanun maddelerine bağlamış ve Vakıflar Genel Müdürlüğünün bu vakıfların ve malvarlıklarının sahibi değil, emanetçisi olduğunu vurgulamıştır. Sonra da 2011 yılına kadar çıkardığı bütün ilgili kanunlarda bu görevi ve sorumluluğu korumaya çalışmıştır. 2011 yılında ise bir anda emanetçilikten vazgeçip, vakıfların sahibi olma yolunda adım atmıştır.
Zaman içinde vatandaşlar ailelerinden duydukları hikayeler, evlerinde buldukları eski belgeler, atalarının vakıflarını olduğunu öğrenmeleri ile Vakıflar Genel Müdürlüğünden haklarını almak adına taleplerde bulunmaya başlamışlardır. Vakıflar Genel Müdürlüğü de devletin kendisine sağladığı korumadan yararlanarak bu talepleri cevapsız bırakmış ya da gerçeğe aykırı bir şekilde cevaplandırmıştır.
Bunun üzerine ilgililer mahkeme yoluyla taleplerine cevap ve sonuç aramaya çalışmışlardır. Bu iki aşama gerektiren hukuksal bir işlemdir.
Öncelikle açacağınız bir dava ile hak sahibi olduğunuzu iddia ettiğiniz vakıf ile hukuki bağınızı ve soy bağınızı ispatlamanız gerekmektedir. Vakıf evlatlığının tespiti adı verilen bu dava zorlu sürecin ilk adımıdır. Kişinin böyle bir mahkeme kararını alabilmesi için, vakfiyede galle fazlası şartının bulunması ve vakfedenin soyundan gelindiğinin ispatlanması gerekmektedir.
Tespit niteliğinde olan bu davada yargılamayı Asliye Hukuk Mahkemeleri yapmaktadırlar.
Bu kapsamda galleye müstahak vakıf evladı olunduğunun tespit edildiği bir mahkeme kararına sahip olan şahısların mazbut vakıflarda Vakıflar Genel Müdürlüğüne; mülhak vakıflarda ise mülhak vakıf mütevellisine başvuru yapmaları gerekmektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne başvurduğunuzda, eğer gerekli kesintiler yapıldıktan sonra hakkınıza düşen bir galle fazlası bulunuyorsa bunu size ödemesi gerekmektedir. Ancak tahmin edeceğiniz üzere böyle bir ödeme müdürlükçe yapılmamaktadır. Çünkü hangi vakıf olursa olsun size geliri olmadığı yönünde bir cevap vermektedir. Bu nedenle gelirin olup olmadığını varsa ne kadar olduğunu tespit ve ödemesini sağlamak için dava açmak zorundasınız. Müdürlük o tarihlerde, ödemeyi ne kadar geç yaparsa o kadar iyi olduğunu düşünüyordu.
Yine Asliye Hukuk Mahkemelerinin görevine giren, galle fazlasının ödenmesine ilişkin bu davalar ise büyük bir çalışma, titizlik ve takip gerektirmektedir.
Bu davaların dayanağı, Vakfa ait olup da Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından herhangi bir şekilde vakıf mülkiyetinden çıkarılmış olan gayrimenkullerin taviz ve/veya satış bedellerinden doğan galle fazlasının vakıf evlatlarına ödenmesi gereğidir.
Zaman içinde bu davaların sayısı artmaya başladı. Bütün paşalar, vezirler, birbirleriyle kız alıp vermiş akrabalık bağlarından dolayı bir paşanın vakfına evlat olduğunuzda, biraz daha işi kurcalayıp detaylara ulaşırsanız başka bir paşanın ya da vezirin vakfına da evlat olduğunuzu ispat edebiliyorsunuz. Hatta bu bağ padişahlara kadar bile uzanabiliyor.
Son dönemlerde, Osmanlı Dönemi vezir ve paşalarının soyundan gelen bir kısım vakıf evlatlarının galle fazlası ödemelerinin kendilerine ödenmediği veya eksik ödendiği gerekçesi ile Vakıflar Genel Müdürlüğü aleyhine pek çok dava açtıkları görülmektedir. Tabi vakıfların sahip olduğu malvarlığı dikkate alındığında bu davaların değerleri de oldukça yüksek olmaktadır.
Ülkemizde hangi gayrimenkulün kök tapusu incelenirse, özünde bir vakfın arazisi olduğu görülecektir. Bu kapsamda mülkiyet hakkının kutsallığı ve vakıf kurucusunun vakıf senedindeki iradesinin yaşatılması için, bir şekilde müdürlükçe elden çıkarılan gayrimenkullerden doğan gelirlerin vakıf adına değerlendirilmesi ve galle fazlalarının da vakıf evlatlarına dağıtılması mecburidir.
Eski Yargıtay kararlarında da benimsendiği üzere 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 7.maddesinde yer alan “İlgililerin vakfiye şartlarına göre intifa hakları saklıdır.” hükmü gereği bu konuya ilişkin herhangi bir zamanaşımı süresi öngörülmemişti.
Bu maddelere ve eski Yargıtay kararlarına dayanılarak davalar açılmakta iyi kötü devam etmekte idi. Ancak bu davalar esnasında yukarıda belirttiğim bir husus nedeniyle davacılar büyük zorluklar yaşamaktaydı. Davalı Vakıflar Genel Müdürlüğü hak iddia ettiğiniz vakıfla ilgili bütün belgeleri elinde tutmakta, yani iddianızı ispat etmek için ihtiyaç duyduğunuz her şey davalıdan temin edilebilmektedir. Ondan istenmektedir. Doğan rant o kadar büyüktür ki, müdürlük ve devlet vatandaşa bu hakkını vermek istememiş ve tamamen vakıf kavramının amacına ve kurucuların iradesine zıt bir şekilde aşağıda değineceğim bir dizi kanun maddesini 2011 yılında çıkardıkları bir torba yasa ile Vakıflar Kanununa eklemişlerdir.
25 Şubat 2011 tarih ve 27857 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6111 sayılı Kanun’nun 208. Maddesi ile 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 7’inci maddesine aşağıdaki fıkralar eklenmiştir:
“İntifa haklarına ilişkin talepler galle fazlası almaya hak kazanıldığını gösteren mahkeme kararının kesinleştiği tarihten itibaren beş yıl geçmekle düşer. Mazbut vakıflarda intifa hakları, galle fazlası almaya hak kazanıldığını gösteren mahkeme kararının kesinleştiği tarihten itibaren, vakfın son beş yıl içindeki malvarlığı, gelirleri ve giderleri ile sınırlı olmak ve galle fazlasının mevcudiyeti şartıyla Genel Müdürlükçe belirlenir.”
6111 sayılı Kanun değişikliğinden görüleceği üzere, ilgili kanun maddeleri, mazbut vakıflarda vakıf evladı olduklarını mahkeme kararıyla ispat eden vakıf evlatlarının galle fazlası hakları talebini beş yıllık bir hak düşürücü süreyle sınırladığı gibi, malvarlığını da son 5 yıl ile sınırlamaktadır.
209’uncu madde ile ise, söz konusu düzenlemenin halen devam eden davalara da uygulanacağı belirtilmiştir. Anılan düzenleme aleyhine Anayasaya aykırılığı iddiası ile Anayasa Mahkemesi’nde dava açılmış, öte yandan 2011/42 Esas sayılı karar ile reddedilmiştir.
Bu benim ve bu isle ilgili avukat ve vakıf evlatlarının önüne kurulmuş bir duvardır. Devlet ve müdürlük birbirlerine danışarak bu davaların açılmasının önüne geçmeye hatta açılsa bile kazanılmasını imkansız hale getirmeye çalışmaktadır. Emanetçi olan kurum, görevini unutmuş, gerçek hak sahiplerinin önünü kapatmış, ya da daha doğrusu kanun çıkarttırarak kapanmasını sağlamıştır.
Bu anlatılan düzenleme gereği, mazbut vakıflarla ilgisini ispat eden vakıf evlatlarına sadece son 5 yıllık dönemde mazbut vakıfların mevcut bulunan malvarlığı hesaba katılarak ödeme yapılacaktır. Ancak, yüz yıllar önce kurulmuş olan mazbut vakıfların o zamanki malvarlıklarının çoğu, mevzuat gereği zaten Vakıflar Genel Müdürlüğünce elden çıkarılıp, bedelleri de yine aynı kurum tarafından şu anda kullanılmaktadır. Dolayısıyla, mazbut vakıfların zaten günümüzde herhangi bir gelir getiren malvarlığı bulunmamaktadır, sadece cami, türbe gibi hayır şartları içeren gayrimenkuller günümüze bırakılmıştır. Mevcut düzenlemenin yürürlüğe girmesiyle birlikte, yıllarca tahsil edilen bu bedeller, vakfedenin iradesine aykırı olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün uhdesinde kalmaya devam edecektir.
6111 Sayılı Kanun ile getirilen düzenlemenin eleştirilere maruz kalan bir diğer yanı da, vakıf evlatlarına galle fazlasını almaya hak kazandıklarını gösteren mahkeme kararından itibaren beş yıllık hak düşürücü süre getirilmiş olmasıdır. Çoğu evlatlık kararının eski olduğu düşünüldüğünde, bu yeni maddeden kaynaklı olarak, daha esasa girmeden hak düşürücü süre nedeniyle bütün davalar reddedilmektedir.
6111 sayılı Kanunun getirmiş olduğu yeniliklerin bir diğeri ve en çarpıcı olanı da, kanunun geriye yürütülmek suretiyle kanundan önce açılmış olan davalara da uygulanmasının öngörülmesidir. Bu nasıl bir korkunun, nasıl bir tedirginliğin ve aczin belirtisidir? Bu nasıl kaypak ve hukuk tanımaz bir uygulamadır? Bir hukuk insanı olarak beni dehşete düşürüyor. Vakıflara karşı kazanılmak üzere olan bütün davalar bir anda kadük kalmıştır. Düşünsenize 10 yıl önce böyle bir dava açarken, bir gün böyle saçma ve geçmişe yürüyebilen bir kanun maddesi ile karşılaşabileceğini kim düşünebilir ki?
Kısaca müdürlük ve devlet el birliği ile, bütün vakıf evlatlarına geçmiş olsun demektedir. Bundan sonra vakıflardan hakkını almak tamamen olanaksız hale gelmiştir. Atalarınızın vakıfları ne amaçla kurduğu, nereye vakfettiği ya da kime bağlı olarak vakfın sürmesini istediği, kurucu iradesi, vakıf senedi artık müdürlüğü hiç ilgilendirmiyor. Vakıf malını istediği gibi satabilir, istediği gibi kullanabilir, vakıf evladı ne olduğunu soramaz ve talep edemez. Ederse de önce elindeki iğne ile müdürlüğün üzerindeki zırhı delmesi gerek. Bütün belgeler, bütün kayıtlar her şey müdürlükte ve arşivlerinde mevcut. Açılmış davaları bile durdurabilen bir zihniyetten bahsediyoruz. Sadece insanlar haklarını almasınlar diye.
Şimdi ; yukarıda yaptığım açıklamaların ışığında tekrar soruyorum; vakıf mallarının sahibi kimdir? Bu mallardan elde edilen gelirler üzerindeki hak kimindir? Uyulması gereken iradeye uyulmadığı taktirde, bunu yapmayan ya da bozan kişiler kime karşı sorumludur? Mahkemelere ya da hakimlere karşı olmadıkları açık diye düşünüyorum. Bu sorularımı iyice değerlendirip, hareket etmeleri ve yaşanan bu hukuksuzluğu bir an önce düzeltmeleri dileğiyle iyi haftalar dilerim.
Yorumlar