ANSİKLOPEDİK ÇEVRE SÖZLÜĞÜ
Çevre kavramı içine giren değişik terim ve
konuları işleyen Ansiklopedik Çevre Sözlüğü’nün
“K” Harfindeki maddeler, örnek olarak aşağıya konmuştur.
- K -
KADMİYUM (Cd)
Atom numarası 48 olan, gümüş beyazı rengindeki elementtir. Nükleer reaktörlerde nötron tutucu olarak kullanılır. Daha çok su ürünlerinde birikerek gıda zinciri yoluyla insanlara geçer ve patolojik etkiler meydana getirir. Kol ve bacaklarda, eklem yerlerinde ciddî hasarlara da neden olabilir. Aşırı alınması halinde ölüm kaçınılmazdır.
KÂĞIT
Kâğıt endüstrisinde kullanılan hammaddeler, genel olarak odun, saman ve çeltiktir. Bunlar kimyasal yöntemlerle pişirilir ve hamur haline getirilir. Elyaflı hammaddelerden imâl edilen kâğıdın en önemli doğal kaynağı, ormanlardır. En çok çam cinsi ve diğer yumuşak ağaçlar kullanılır. Elyaf, duvarları belirli miktarda selüloz içeren tüp şeklindeki hücrelerdir. Elyaflar, duvar kalınlığı ve çap olarak içindeki değişik kimyasal maddelerin bulunuşu nedeniyle farklı fiziksel özellikler gösterir. Odunun içinde değişik miktarlarda bulunan başlıca 3 ana bileşik vardır. Bunlar selüloz, hemi selüloz ve lignindir. Selüloz, büyük çapta kristal yapıda meydana gelen karmaşık bir moleküldür. Kâğıt endüstrisinde kullanılan kâğıt hamurunun en önemli özelliği, işlenme sırasında yüksek oranda buhara ihtiyaç duyulmasıdır. Buharın elde edilmesinde kullanılan fosil yakıtlar nedeniyle kükürt dioksit kirliliği ortaya çıkar. Kâğıt hamuru ve benzer ürünlerin kaynağı olan bu endüstri kolunda, diğer kirletici kaynaklar arasında kireç fırınları ile ergitme tankları yer alır. Yanma sonucunda açığa çıkan emisyonlara ilâve olarak kâğıt-baskı gibi işlemler sonucu ortaya çıkan organik çözeltilerle, çeşitli kimyasal tozlar ve kurşun oksitler, çevreyi önemli ölçüde kirletecek potansiyele sahiptir.
KALKINMA
Ülkelerin, bölgelerin, toplulukların; ekonomik, toplumsal, kültürel ve çevresel şartlarında gerçekleştirilebilen, yerel ve toplumsal dengeli iyileşme süreci; yapısal gelişme. Düzeyi, ekonomik büyüme olgusundan farklı olarak, üretim unsurlarındaki ve dolayısıyla üretimdeki artışların yanı sıra, üretim unsurlarının bileşimindeki değişime ve yaşam kalitesine ilişkin göstergelerle ölçülebilen ve izlenebilen değişme süreci.
KALKINMA PLANLARI
Ülke, bölge ve/veya daha küçük ölçeklerde ekonomik, toplumsal, kültürel ve çevresel iyileşmelerin ve bu amaçla kullanılabilecek kaynakların verimli kullanılmasını sağlamak amacıyla izlenecek politika ve stratejilere uygun olarak belirli dönemler için hazırlanan; kalkındırma faaliyetlerinin konularına, kapsamlarına, zamanlarına, yerlerine, kaynaklarına, ilgili kurum ve kuruluşlarına açıklık getiren belgeler.
Son zamanlara kadar, daha çok ekonomik; kısmen de toplumsal ve kültürel boyutları öne çıkaran kalkınma planları, 1990’lı yılların başında sürdürülebilir kalkınma (Bkz. “Sürdürülebilir Kalkınma”) kavramının gündeme gelmesiyle, çevre sorunlarının önlenmesi ve çözümlenmesi, çevrenin iyileştirilmesi gibi yaklaşımlara da yer verilerek hazırlanmaktadır.
Kalkınma planı kavramı, Türkiye’de 1930’lu yıllarda gündeme gelmiştir. Yaptırım gücünü kazanması ve nisbeten daha kapsamlı bir hale gelmesi ise 1960 Anayasası’nın 41. ve 129. maddelerinde yer verilen hükümlerle, 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilâtı’nın (DPT) kurulmasına ilişkin 91 sayılı Kanun’un çıkarılmasıyla ve DPT’nin çalışmalarıyla gerçekleşmiştir. Bu yaklaşım, 1982 Anayasası’nın 166. maddesinde; “Ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayinin ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini; ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak, bu amaçla gerekli teşkilâtı kurmak Devletin görevidir” hükmüne yer verilmesiyle, sonraki yıllarda da sürdürülmüş; sonuncusu 2001-2005 dönemini kapsayacak şekilde ulusal ölçekli Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı olarak hazırlanmıştır (Bkz. “Bölge Planlaması”).
Türkiye’de kalkınma planlarında çevre sorunları ile ilgili yaklaşımlarda ise, ilk olarak, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı ile 1966 Yılı Programı’nda hava kirliliği sorununa yer verilmiş; bölge planlaması yerine de çevre kalkınması kavramı kullanılmıştır. Bununla birlikte, nisbeten daha kapsamlı ve tutarlı yaklaşımlara, ilk olarak Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda yer verilmiş; zamanla, Altıncı ve Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planları’nda sürdürülebilir kalkınma yaklaşımları benimsenmiş; bu doğrultuda ilke ve politikalar ile tedbirlere yer verilmiştir.
KALKINMADA ÖNCELİKLİ YÖRELER
Kalkınma düzeylerindeki bölgesel ve yöresel farklılıkların giderilmesi ve özellikle de nisbeten geri kalmış yerlerde kalkınmanın hızlandırılması amacıyla özel tedbirlerin alınması için Bakanlar Kurulu kararıyla iller düzeyinde belirlenip Resmî Gazete’de ilân edilen yerler.
Kalkınmada Öncelikli Yöreler, uygulamada ilk olarak 1963 yılında çıkarılan 202 sayılı Kanun gereği, Doğu ve Güneydoğu Anadolu yöresindeki illeri (Adıyaman, Ağrı, Artvin, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, Gümüşhane, Hakkâri, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Mardin, Muş, Siirt, Sivas, Tunceli ve Van) kapsayacak şekilde gündeme gelmiştir. İl kapsamı sürekli olarak değişen Kalkınmada Öncelikli Yöreler, en son 17 Ekim 1998 tarihinde 49 il ve 2 ilçeyi içerecek; Türkiye yüzölçümünün % 57,7’sini ve nüfusunun da (1997) % 36,5’ini kapsayacak şekilde belirlenmiştir.
Kalkınmada Öncelikli Yöreler kapsamındaki il ve ilçelerde; gelir, kurumlar, katma değer vb. vergi ve resimlerden bağışık tutulma; çalışanlardan kesilen vergilerin ertelenmesi, bedelsiz yatırım yeri tahsis edilmesi, yatırım indirimi, enerji ve kredi desteği vb. tedbirler uygulanmaktadır.
KALORİ
Bkz. “Enerji Birimleri”.
KALSİYUM (Ca)
Atom numarası 20 olan, beyaz renkte bir metaldir. Bileşikleri, kalsiyum karbonat adıyla (CaCO3), mermer ve kireçtaşı halinde bol miktarda doğada bulunur. Organizmada kemik ve dişlerin oluşumunda ve gelişiminde kalsiyum sülfat (CaSO4), son derecede önemlidir.
KANALİZASYON
Atık suyun toplanmasında ve işlenmesinde kullanılan donanım sistemi.
KANALİZASYON KAPASİTESİ
Bir kanalizasyon borusunun tutabileceği, kişi başına düşen günlük azamî su miktarı.
KAPALI TOHUMLU BİTKİLER (ANGIOSPERMAE)
Bitkiler evreninin en gelişmiş türlerini kapsayan bir alt bölümdür. Bu alt bölümde 300 civarında familya, 10.000 civarında cins, 200.000 civarında tür ve bu türlerin de çok sayıda alt türü ile çeşidi ve formu bulunmaktadır. Kuzey Yarıküre’de yaygın olmakla birlikte Güney Yarıküre’de de geniş ormanlar, ağaçlı alanlar, çalılıklar ile orman altı bitki toplulukları meydana getirmektedir. Söğütgiller (söğütler, kavaklar), cevizgiller, huşgiller (kızılağaçlar, gürgenler, kayacıklar, fındıklar, kayınlar, meşeler, kestaneler), ıhlamurlar, akçaağaçlar, dışbudaklar, zeytinler, akasyalar, karaağaçlar ve bazılarının tarımı yapılan çok sayıda otsu bitki bu alt bölümde toplanmıştır.
Kapalı tohumlu bitkilerin, herkes tarafından görülebilen ayırt edici özelliği, tamamına yakın bir kısmının, kış aylarında yapraklarını dökmesidir. Bunun dışında tohumları karpeller tarafından kapatılmıştır; çift döllenme olmaktadır; tozlaşma rüzgâr dışında da çeşitli yollarla gerçekleşebilmektedir. Bu alt bölümde hem odunsu hem de otsu bitkiler bulunmaktadır.
KAPALILIK
Herhangi bir ormanda ya da ağaçlıklı alanda, ağaçların tepe taçlarının toprak yüzeyini örtme oranı. Tam kapalılık, ağaçların tepe taçlarının birbirinin içine girecek biçimde sık olması; kapalı, ağaçların tepe taçlarının birbirine değebilecek durumda olması; gevşek, ağaçların tepe taçlarının, aralarına bir ağaç giremeyecek kadar birbirine uzak olması; çok gevşek, ağaçların tepe taçlarının, aralarına bir ağaç girebilecek kadar birbirine uzak olması ve boşluklu da ağaçların tepe taçlarının, aralarına birkaç ağaç girebilecek kadar birbirine uzak olması anlamına gelmektedir.
KARA AVCILIĞI KANUNU
5 Mayıs 1937 tarih ve 3167 sayılı bu Kanun, 13 Mayıs 1937 tarih ve 3603 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Türkiye’de yabani olarak faydalı ve zararlı hayvanların (memeliler, kuşlar, yerde sürünenler) her türlü vasıta ile avlanması, bu Kanun hükümlerine bağlıdır. Kanun’un uygulanması amacıyla düzenli olarak sirkülerler çıkarılmaktadır.
KARA KÖKENLİ KİRLETİCİLER
Genel olarak, denizlerdeki kirliliğin iki temel nedeni vardır. Bunlar, denizde seyir halinde olan çeşitli tip ve büyüklükteki yük ve yolcu gemilerinin sintine ve balast gibi atıklarını doğrudan denize boşaltmaları sonucu meydana gelen kirliliktir. Diğer bir kirlilik çeşidi de, asıl kaynağı kara olan ve çeşitli sanayi kuruluşları ile meskûn bölgelerden, yakın akarsulara deşarj edilen atıkların denizlere ulaşması sonucu meydana gelen kirliliktir. Kara kökenli kirleticilere verilen örneklerden biri İskenderun Körfezi olabilir. Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin Adana ve civarındaki yörelerden topladığı atıklar, doğrudan Körfez’e akmakta ve önemli bir deniz kirliliği ortaya çıkarmaktadır. Özellikle Çukurova’daki tarlalardan gelen çeşitli gübre ve tarım ilâçlarının yanında; tekstil, gıda, soda, kâğıt ve madencilik gibi sanayilerin ürettiği organik, kimyasal ve metalik kirlilik kayda değerdir.
Karadeniz
Türkiye, hem Karadeniz’e hem de Akdeniz’e kıyısı olan tek ülkedir. Karadeniz’in batısında Bulgaristan ve Romanya, kuzeyinde Ukrayna, doğusunda Rusya Federasyonu ve Gürcistan, güneyinde ise Türkiye yer alır. Ancak Orta Avrupa ülkelerinden, Tuna Nehri çanağına yerleşmiş 80.000.000 insanın atığı doğrudan bu denize dökülüyor ve sonuç olarak Karadeniz, günümüzde en kirli denizlerden biri olarak sayılıyor. Çevre sorunları devam ederken, 1992 yılında Barselona’da, Karadeniz’e kıyısı olan söz konusu ülkeler tarafından Karadeniz’in Korunması Antlaşması imzalandı. Küresel Çevre Fonu (Bkz. “Küresel Çevre Fonu”) tarafından da desteklenen bu Antlaşma gereğince, bir yıl sonra, Odessa Deklarasyonu imzalandı. Böylece Karadeniz’de kirliliğin denetim altına alınması için geniş çapta bir plan hazırlandı.
Diğer taraftan, Tuna Nehri’nin Karadeniz’e sürüklediği atıkların önlenmesi için, Sofya’da 1994 yılında imzalanan antlaşma da mevcuttur. Karadeniz’de besin zincirinin (Bkz. “Besin Zinciri”) kopması sonucu ortaya çıkan en çarpıcı ve olumsuz etki, balık türlerinin ve sayılarının azalmasıdır. Uzun süren araştırmalar ve deniz dibi sondajları sonucunda, 1960’lı yıllarda 26 balık türü mevcut iken; bu sayının, 1980’li yıllarda 6’ya düştüğü anlaşılmıştır. 1980 yılında Karadeniz’de toplanan balık miktarı, 900.000 ton iken; aşırı kirlilik nedeniyle 1992 tarihinde bu miktar, 100.000 tona düşmüştür. Balık türlerinde ön sırada yer alan hamside de önemli bir azalma olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’de toplanan hamsi, 1985’te 295.000 ton iken; 1990’da 66.000 tona inmiştir. 1950’lerde, Karadeniz’de 1.000.000 yunus balığı varken; 1980’lerde bu sayının 100.000’in altında kaldığı belirlenmiştir. 1950-1987 yılları arasında Tuna Nehri’nin fosfor yükü 13.000 tondan, 30.000 tona yükselmiş, aynı süre içinde azot yükü 143.000 tondan, 740.000 tona çıkmıştır. Dinyester Nehri ağzında nitrat konsantrasyonu 3, fosfat konsantrasyonu ise 7 kat artış göstermiştir. Bütün bu olumsuz gelişmeler, Karadeniz’de güneş ışığının derinlere sızmasını engellemekte; bu yüzden, ekonomik değeri bulunan sığ su yosunu “phyllophora” stoklarında % 95 oranında azalmaya neden olmaktadır. Karadeniz’in açık sularında Sechhi disk derinliği (Bkz. “Sechhi Disk Derinliği”) 1960 yılında 20 metre iken; son yapılan ölçümlerde, bu değerin zaman zaman 6 metreye indiği görülmüştür. Diğer taraftan, derin sularda bulunan organik materyaller, yüzeyden yaklaşık 200 metre derinlerde % 90 oranında oksijensiz bir ortam meydana getirmiştir. Bu oksijensiz koşullar altında kalan organik maddeler, nitrat ve sülfatlardaki oksijen bağını kullanarak koparmakta ve sonradan parçalanarak hidrojen sülfür haline dönüşmektedir. Karadeniz’in dip kısımları, yalnızca anaerobik bakteriler ile yaşanabilir bir ortam meydana getirmiştir (Bkz. “Anaerobik”). Karadeniz’de yüzey sıcaklığı kış aylarında, ortalama 5 ºC, yazın ise 25 ºC arasında değişmektedir. Bütün yıl boyunca, 1000 metre derinlikteki su sıcaklığı 8 ºC ile sâbittir. Karadeniz’deki su akıntıları, saat yönünün tersinedir ve akıntılar genelde kıyıya paraleldir. Bu akıntı sistemi ile kıyı ve açık sular birbirinden ayrılmaktadır.
KARADENİZ’İN KİRLENMEYE KARŞI KORUNMASI SÖZLEŞMESİ
Karadeniz’e kıyısı bulunan dört devletin girişimiyle hazırlanan Sözleşme metni, Bulgaristan, Romanya, Türkiye, Gürcistan, Rusya Federasyonu ve Ukrayna tarafından 21 Nisan 1992 tarihinde Bükreş’te imzalanmıştır. İmzalandığı yer dolayısıyla kısaca “Bükreş Sözleşmesi” olarak da anılır. Türkiye, Bükreş Sözleşmesi ve eklerini, 94/5362 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylamış, metin 26 Nisan 1994 tarih ve 21869 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Sözleşme, Karadeniz havzasının çeşitli kaynaklardan gelen kirlenmeye karşı korunması için temel ödevleri düzenleyen 30 maddeden meydana gelmektedir. Kirliliğin denetim altına alınması için gereken ayrıntılı hükümlere Sözleşme’ye ek Protokoller’de yer verilmiştir. Protokoller üç tane olup; “Karadeniz’de Deniz Çevresinin Kara Kökenli Kirlenmeye Karşı Korunmasına İlişkin Protokol”, “Karadeniz’de Deniz Çevresinin Petrol ve Öteki Maddelerle Kirlenmesine Karşı Mücadelede Âcil Durumlarda İşbirliği Yapılmasına İlişkin Protokol” ve “Karadeniz’de Deniz Çevresinin Batırma Yoluyla Kirlenmekten Korunması Protokolü”dür. Bükreş Sözleşmesi’yle aynı zaman ve yerde imzaya açılan bu üç Protokol, Sözleşme’nin ayrılmaz birer parçasını meydana getirmektedir. Sözleşme ve Protokoller, imzaları üzerinden geçen iki yıl gibi kısa bir sürede yürürlüğe girmiş olmasına rağmen, bugüne kadar etkili biçimde uygulanamadıkları için Karadeniz’in kurtarılması hedefine ulaşılamamıştır.
Kararlılık-Kararsızlık
Atmosferin dikey sıcaklık profiline göre belirlenir. Özellikle hava kirliliği konusunda, modelleme metot ve uygulamalarında oldukça fazla söz edilen meteorolojik bir tanımlamadır. Kuru adyabatik sıcaklık oranı dikey boyutta her 100 metrede yaklaşık 1 derecedir (-0,980 ºC /100 m.). Eğer mevcut atmosferik şartlarda, sıcaklık yükseklikle, 100 metrede 1 dereceden daha fazla artıyorsa, bu havaya kararlı denir. Yükseklik ve sıcaklık her 100 metrede, 1 dereceden daha fazla düşüyorsa, bu durum kararsız bir karakterle temsil edilir. Kararlı hava koşullarında ortaya çıkan kirlilik, atmosferde yayılma imkânı bulamadan, birikme eğilimi gösterir. Yüksek basınç ve inverziyon durumları ile hafif rüzgâr koşullarında bu olumsuz etki sık sık görülmektedir. Önemli episod dönemlerinde havanın kararlı olduğu belirlenmiştir.
Karbon monoksit (CO)
Renksiz, kokusuz, tatsız bir gazdır ve karbon içeren yakıtların (odun, kömür, petrol vs.) yanmasıyla ortaya çıkar. Eğer bir ortamda yeteri kadar oksijen yoksa, tam olarak yanma gerçekleşmeyeceğinden, karbon dioksit (CO2) yerine CO gazı meydana gelir. Karbon monoksitin atmosferde kalıcılık süresi, yaklaşık 2 aydır. Bütün dünyada CO üretiminin, yıl bazında 232.000.000 ton olduğu tahmin edilmektedir ve bu gazın % 70’inin ulaşım sektöründen kaynaklandığı ortaya çıkmıştır. Karbon monoksitin yere yakın seviyelerde birikmesiyle her yıl konsantrasyonun 0,03 ppm değerinde artacağı hesaplanmaktadır. Şehir havasında bulunan karbon monoksit, kan hücrelerinin oksijen taşıma kabiliyetini azaltır. Sonuç olarak, vücudun oksijen miktarı azalarak tehlikeli bir durum ortaya çıkar. Tam olarak yanmayan sobalardan sızan CO, her yıl, çok sayıda ailenin toplu ölümüne neden olmaktadır. Atmosfer içindeki karbon monoksit, kimyasal bir reaksiyonla karbon dioksit haline dönüşür: CO + OH ® CO2 + H
KARBON VE KARBON DİOKSİT DÖNGÜSÜ
Karbon (C) atomu olmadan dünya üzerinde hiç bir canlı var olamaz ve oluşamaz. Bilinen bütün canlı organizmaların ortak yapı taşı karbondur. Karbon kaynağı, atmosferde karbon dioksit (CO2) olarak bulunur. Bununla birlikte, Yerküre’nin su tabakası olan hidrosferde bikarbonat ve karbon dioksit; katı yer kabuğu demek olan litosferde kömür, petrol, doğal gaz şeklinde yer alır. Doğadaki karbon ve oksijen döngüsü birbiriyle sıkı bir etkileşim halindedir. Her türlü doğal ve yapay yanma olayından karbon dioksit açığa çıktığı gibi, canlıların solunumu sırasında da karbon dioksit havaya karışır. Ancak, yeşil bitkiler bu aşamada devreye girer ve havadaki karbonu alır ve fotosentez işlemlerinde kullanarak atmosfere oksijen bırakır. Karbonun Yerküre’nin tamamında bulunma miktarı, aşağıdaki tabloda görülebilir:
Karbon İçeren Bölümler
Milyar Ton Karbon
Yerküre’deki sediment kayalar
6 x 107
Yerküre kabuğundaki fosil organik karbon
107 kömür+ 10.000 oil
Derin okyanus dipleri
43
Topraktaki biyomas
2.000
Atmosfer
700 Karbon dioksit halinde
Okyanus Yüzeyi
530 Biyokarbonat
Dünya’nın değişik bölge ve yörelerindeki karbon birikimlerinin dönüşüm esasları aşağıdaki tablodan özet halinde görülebilir:
Karbon Rezervuar değeri (milyar ton karbon /yıl)
İşlemler
50
Okyanuslardan buharlaşma
50
Atmosferden okyanuslara
80
Bitkiler yoluyla atmosferden toprağa
80
Solunum, yanma ve ayrışma yoluyla atmosfere geçiş
5
Kömürden atmosfere geçiş
0.05
Volkanik faaliyetlerden atmosfere
0.20
Topraktan denizlere geçiş
KARIŞIK ORMAN
Kural olarak, herhangi bir ormanda birden fazla orman ağacı türünün bir arada bulunması halidir. Kışın yapraklarını döken (meşe, gürgen, kayın, kestane, ıhlamur, akçaağaç, ıhlamur, karaağaç, kızılağaç vb.) ya da dökmeyen (çam, sedir, göknar, lâdin, ardıç vb.) ağaç türlerinden birkaçının birlikte meydana getirdiği “geniş yapraklı karışık” ya da “ibre yapraklı karışık” ormanlar olabileceği gibi, “geniş yapraklı ve ibre yapraklı karışık” ormanlar da olabilmektedir. Karışık ormanların, öncelikli özelliği (ibre yapraklı ya da geniş yapraklı) veya cins ya da tür adı, ilişkin olduğu ormanda hangi özelliğin ya da cinsin/türün hâkim olduğunu açıklamaktadır. Türkiye koru ormanlarının % 7,3’ü “geniş yapraklı karışık”, % 8,7’si “ibre yapraklı karışık” ve % 9,8’i de “geniş yapraklı ve ibre yapraklı karışık” ormanlardır.
KARIŞMA YÜKSEKLİĞİ
Atmosferin yere yakın seviyelerindeki türbülanslı havanın, hava kirleticilerini yayabileceği hacimdir. Karışma tabakası, atmosferin kirlenme potansiyeli hakkında önemli fikir verebilecek bir parametredir. Hava kirliliği sürekli incelendiğinde, karışma yüksekliğinin gün içindeki değişimleri izlenerek kirlilik konsantrasyonu hakkında önemli ipuçları elde edilebilir. Parsel metodu olarak da bilinen bu yöntemle, 1200 GMT radyosonde rasatları yardımı ile günün en yüksek sıcaklığından kuru adyabatik eğriler boyunca gidilerek, sıcaklık profilinin kesiştiği noktanın yerden yüksekliği belirlenir.
KARSTİK ARAZİ
Ana kayası, genel olarak kalkerden meydana gelen; çoğunlukla “dolin” (kokurdan) ve “polye” gibi jeomorfolojik oluşumların bulunduğu; özgün bitki örtüsü, su düzeni vb. özelliklere sahip araziler. Bu arazilerde yerüstü suları, derin oyuntularla yüzlerce metre derinliklere sızarak, yeraltına sızdığı yerden uzaklarda yeniden ortaya çıkabilen büyük yeraltı su birikintilerini meydana getirmektedir. Türkiye’de bu türden arazi yapıları, daha çok, Akdeniz Bölgesi’nde, özellikle de Toros Dağları’nda, geniş alanları kaplamaktadır.
KARTEZİYEN KOORDİNAT
Ele alınan bir (P) sisteminin uzaydaki yerini belirlemek için kullanılan ve birbirine dik açılarla (O) merkezinde kesişen doğruların meydana getirdiği bir gösterim biçimidir. Yatay eksene (x) ekseni, dikey eksene (y) ekseni ve diğer dikey eksene de (z) ekseni adı verilir. Buna göre P’nin uzaydaki yeri (x,y,z) olarak belirlenmiş olur.
KATALİTİK KONVERTÖR
Katalitik konvertörler, benzinli motorlarda başta kurşun olmak üzere, zararlı egzos emisyonlarının önemli bir bölümünü temizleyebilmektedir. Avrupa Birliği (AB), 1 Ocak 1993 tarihinden itibaren, “EURO 93 Egzos Emisyon Standartları”nın uygulanmasını zorunlu hale getirmiştir. Türkiye’de de, söz konusu standardın sağlanması için, katalitik konvertör kullanımına geçilmesi amacıyla ön çalışmalara başlanmıştır. Bu çerçevede, motorlu taşıtlardan kaynaklanan egzos emisyonlarının azaltılması konusunda, Otomotiv Sanayi Birliği ile Çevre Bakanlığı arasında imzalanan protokoller gereğince, 1995 yılından itibaren imal edilecek araçlarda, katalitik konvertör kullanılması zorunluluğu getirilmiştir (Bkz. “Benzin”).
KATI ATIK
Ürünlerin işlenmesi ve tüketilmesi sırasında birincil amaçlarla kullanılmayacağı düşünülen maddeler. Katı Atıkların Kontrolü Yönetmeliği’nin 3. maddesinde ise, katı atık; “Üreticisi tarafından atılmak istenen ve toplumun huzuru ile özellikle çevrenin korunması bakımından düzenli şekilde bertaraf edilmesi gereken katı maddeler ve arıtma çamuru...” olarak tanımlanmaktadır (Bkz. “Çöp”, “Geri Kazanım”).
Katı atıkların fiziksel ve kimyasal özellikleri ile miktarının yanı sıra toplanması, taşınması ve depolanması çeşitli çevre sorunlarına yol açmaktadır. Sanayileşmiş ülkelerde kişi başına düşen günlük evsel katı atık miktarı 1000 gr. civarındayken; Türkiye’de, 1990’lı yılların ortasında, bu miktarın, yaz aylarında 603 ve kış aylarında da 516 gr. olmak üzere ortalama 600 gr. civarında olduğu belirlenmiştir. Aşağıdaki tabloda, bazı büyükşehir belediyelerinde kişi başına düşen katı atık miktarları (gr./gün) verilmiştir (1993):
İller
Yaz Aylarında
Kış Aylarında
Adana
865
473
Ankara
615
635
Bursa
613
793
Diyarbakır
365
250
Gaziantep
221
175
İstanbul
554
514
İzmir
724
484
Kayseri
752
374
Konya
683
539
Samsun
542
450
Kaynak: DİE Çevre İstatistikleri Türkiye İstatistik
Yıllığı, Ankara.
Aşağıdaki tabloda ise bazı illerde evsel katı atıkların yaz aylarındaki bileşimi (%) verilmiştir:
İller
Yaş
Kül; Cüruf
Geri Kazanılabilir
Adana
75,42
1,66
22,91
Ankara
80,50
2,74
16,77
Bursa
77,16
3,33
19,51
Diyarbakır
85,99
4,34
9,64
Gaziantep
83,30
0,17
16,53
İskenderun
78,86
0,19
20,94
İstanbul
80,53
1,29
18,18
İzmir
84,01
1,13
14,86
Kayseri
76,87
11,61
11,52
Konya
76,84
14,73
8,42
Samsun
87,79
1,68
15,00
Kaynak: DİE Çevre İstatistikleri Türkiye İstatistik Yıllığı, Ankara.
KATI ATIK YÖNETİMİ
Katı atıkların toplanması, işlenmesi, tasfiyesi ve yeniden işlenerek kullanılması için gereken planlamaların tamamı.
KATI ATIKLARIN KONTROLÜ YÖNETMELİĞİ
Bu Yönetmelik, 14 Mart 1991 tarih ve 20814 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Yönetmeliğin 1. maddesine göre, bu düzenlemenin amacı; “her türlü atık ve artığın çevreye zarar verecek şekilde, doğrudan ve dolaylı bir biçimde alıcı ortama verilmesi, depolanması, taşınması, uzaklaştırılması ve benzeri faaliyetlerin yasaklanması, çevreyi olumsuz yönde etkileyebilecek olan tüketim maddelerinin idaresini belli bir disiplin altına alarak, havada, suda ve toprakta kalıcı etki gösteren kirleticilerin hayvan ve bitki nesillerini doğal zenginlikleri ve ekolojik dengeyi bozmasının önlenmesi ile buna yönelik prensip, politika ve programların belirlenmesi, uygulanması ve geliştirilmesidir”.
KATRAN
Kömür ve odunun damıtılmasından sonra geriye kalan siyah, yapışkan maddedir. Petrol arıtımı sonucunda meydana gelen kalıntı da bu tanıma girer.
KAVAKÇILIK
Çeşitli amaçlarla kullanılmak üzere kavak odunu elde etmek amacıyla çeşitli türden kavaklarla yapılan kavak yetiştiriciliği. Türkiye’de, merkezi Kocaeli’de bulunan Kavak ve Hızlı Gelişen Yabancı Tür Orman Ağaçları Araştırma Enstitüsü’nün kurulması, nisbeten küçük boyutlu odunu hammadde olarak kullanabilen levha sanayii ve ahşap ambalaj sanayiinin artan talebiyle birlikte hızla yaygınlaşmıştır. Ancak, özellikle Marmara Bölgesi’nde, verimli tarım arazilerinin kavak yetiştiriciliğine ayrılması, çeşitli ekolojik kaygılara yol açmaktadır.
KAYBOLAN TÜRLER
Çeşitli nedenler ile ortadan kalkan, yok edilen türler. Dünya’da ve dolayısıyla Türkiye’de, yaşama ortamlarının zarar görmesi ve/veya tamamen ortadan kaldırılması nedeniyle çok sayıda bitki ve hayvan türü yok olmuş ya da yok edilmiştir. Özellikle yağmur ormanlarının, sulak alanların ve bozkırların yok edilmesi, göllerin, akarsuların ve denizlerin kirletilmesi, kıyılardaki yapılaşmaların yol açtığı bu süreç sonunda, belirlemelere göre son 200 yıldan bu yana, Dünya’da 900.000 civarında türün soyu tükenmiştir. Bir başka belirlemeye göre her gün 140 ve her yıl da 50.000 omurgasız canlı, yaşama ortamları olan yağmur ormanlarının tahrip edilmesi nedeniyle yok olmaktadır. Ayrıca, Avustralya’da 320 memeli hayvan türünün % 3’ünün; Meksika’da da 961 kuş türünün % 3’ünün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu; Porto Riko’daki 46 sürüngen türünün 15’inin ve Fransa’da ise 29 amfibi türünün 18’inin yok olduğu belirlenmiştir.
KEBAN BARAJ GÖLÜ
Doğu Anadolu’da Fırat Havzası’ndaki su kaynaklarından çeşitli amaçlarla yararlanmak amacıyla yapımı 1974 yılında tamamlanan baraj dolayısıyla meydana gelen göl. Yüzey alanı 695,5 km2; kıyı uzunluğu 1000 km., denizden yüksekliği 846 m. ve en derin yeri de 155 m. olan Keban Baraj Gölü, çevresindeki yerleşmelerden kaynaklanan evsel, endüstriyel ve tarımsal atıkların yanı sıra, göle su taşıyan akarsuların getirdiği maddelerle de hızla kirlenmektedir. Özellikle, Elâzığ İli’nin kanalizasyonunun arıtılmadan Mürü Çayı aracılığıyla göle salınması, 64.100 km2 genişliğinde su toplama havzasında süregelen şiddetli toprak erozyonu nedeniyle her yıl ortalama olarak 31.500.000 ton toprağın birikmesi, Keban Baraj Gölü’ne çeşitli düzey ve şekilde zarar vermektedir.
KELAYNAK
Türkiye’de, ekosistemleri meydana getiren unsurlar arasındaki etkileşimli ilişkilerin boyutlarının sergilenmesine yönelik açıklamalar sırasında örnek olay olarak ele alınan; doğal yaşama ortamları arasında Birecik’in de bulunduğu, geleceği tehlike altında olan bir kuş türü (geronticus eremita). Kelaynaklar, 1950 ve 1960’lı yıllarda yörede tarımsal zararlılarla mücadele sırasında kullanılan kimyasal ilâçların etkisiyle beslenme imkânlarını büyük ölçüde yitirmiş ve yaşama ortamlarının kirlenmesi nedeniyle hızla azalmış ve sayıları onlarla sayılabilen düzeye inmiştir. Bu gelişmeler karşısında Millî Parklar ve Av-Yaban Hayatı Genel Müdürlüğü, 1977 yılında Kelaynak Koruma ve Üretme Projesi’ni uygulamaya koyarak kelaynakları koruma altına almış ve üretme çabasına girmiştir.
KELAYNAK DERGİSİ
Doğal Hayatı Koruma Derneği tarafından yayınlanan dergi.
KEMOSENTEZ
Kendi besinini kendi üreten ototrof canlıların, inorganik bileşikleri, güneş ışınlarından yararlanmadan kimyasal olarak okside ederek sentezleme süreci. Örneğin metan bakterilerinin, bataklık gazını; metan ve CO2 olarak ayrıştırması böyle bir süreçtir.
KENT ORMANI
Kentsel yerleşmelerde ve/veya yakınında ya da çevresinde, dinlenme, spor, sağlık, hava kirliliğini azaltma, gürültüyü önleme, estetik vb. amaçlarla kurulan ya da bu amaçlarla yönetilmek üzere ayrılan ormanlardır. New-York’taki Central Park ve Fransa’daki Boulogne ormanları bu çerçevede verilebilecek başlıca örneklerdir. Türkiye’de, kentlerin genişlemesi sonucu kente yakınlaşan, kent içinde kalan orman parçaları ya da ağaçlandırma alanları da kent ormanı sayılabilir. Örneğin, Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi Ormanı, Gaziantep’te Dülükbaba, Antalya’da Düzlerçamı, İstanbul’da Belgrat Ormanları ile çeşitli korular, kent ormanı özelliği taşımaktadır.
KENT PLANLAMASI
Kentsel yerleşmelerin altyapı yatırımlarının, toplu kullanım alanlarının, konut, dinlenme, spor, iş ve öğretim gibi işlevlerin görülebileceği ortamların, tesislerin niteliğinin, niceliğinin ve yersel konumunun dinamik ve çok boyutlu yaklaşımlarla belirlenmesine ve yönlendirilmesine yönelik planlama çalışmaları.
KENTLEŞME
Ekonomik gelişme ve özellikle de sanayileşmeye bağlı olarak kent sayılabilen yerleşim yerleri ile kent sayılan yerleşmelerdeki nüfusun artması; kentli sayılan davranış şekillerinin egemen olması; işbölümünün artması, yaygınlaşması ve kurumsallaşması süreci.
Türkiye’de hızlı sayılabilecek düzeyde kentleşme süreci yaşanmakta ve bu süreç, kentlerden kentlere ve köylerden kentlere olmak üzere iki boyutlu olarak gerçekleşmektedir. Belirlemelere göre, köylerde 1980’de + ‰ 13,29, 1985 yılında ‰ 10,58 ve 1990 yılında da ‰ 5,56 iken; kentlerde 1980 yılında + ‰ 30,47 olan yıllık nüfus artışı, 1985’de + ‰ 62,08’e çıkmış ve 1990’da da + ‰ 41,57 olmuştur. Bu gelişmeler sonunda il ve ilçe merkezlerinde yaşayan nüfus, 1985-1990 döneminde 5.200.000 kişi artarken bu miktar, bucak ve köylerde 641.000 kişi düzeyinde kalmıştır. İller düzeyinde incelendiğinde, il ve ilçe merkezlerinde nüfus azalmasının yalnızca Kırıkkale’de gerçekleştiği (13.852); buna karşılık, 36 ilin bucak ve köyündeki nüfusun toplam 571.000 kişi azaldığı ortaya çıkmaktadır. Diğer bir ifadeyle, 1985-1990 döneminde il ve ilçe merkezlerindeki nüfus artışının % 11’i, köylerden kentlere yapılan göçlerle gerçekleşmiştir. Bu köylerdeki nüfus azalmasının % 28’i üç ilde (sırasıyla Kars’ta 69.804, Sivas’ta 56.978 ve Giresun’da da 36.953 kişi) gerçekleşmiştir. İl ve ilçe nüfusu en çok artan üç ilin (sırasıyla İstanbul’da 1.181.711, İzmir’de 324.892 ve Ankara’da da 324.683 kişi) il ve ilçe nüfusunda gerçekleşen toplam artış içindeki payı ise % 35,3 olmuştur.
Kentleşmenin bir başka göstergesi de belediyeli yerleşmelerdeki nüfus sayısında görülen artışlardır. Türkiye’de il ve ilçelerin belediyeli nüfuslarının toplam nüfus içindeki payı 1960 yılında % 32 iken 1970’de % 38,5, 1980’de % 43,9 ve 1990 yılında da % 59 olmuştur. Hane sayılarında da aynı yönde bir gelişme yaşanmıştır. Belirlemelere göre, 1970-1990 döneminde Türkiye genelinde belediye sınırları içinde toplam hane halkı sayısındaki artış 4.985.000 olmuştur. Bu artışın % 49,4’ü beş kentte (sırasıyla İstanbul 1.220.052, Ankara 480.432, İzmir 377.896, Adana 194.832, Bursa 186. 921) gerçekleşmiştir.
KENTSEL YÜZEYSEL AKIŞ
Yoğun imar görmüş alanlarda meydana gelen ve özellikle içinde katı maddeler, zehirli maddeler, bakteriler, besin maddeleri, asbest, yağ ve çöp bulunan, çeşitli kirleticilerin bulaştığı yüzeysel su akışı.
KIRMIZI GELGİTLER
Kirlenme ve kanalizasyon vb. yollarla denizlere ve göllere taşınan besin maddelerinin birikmesi, su bitkilerini arttırarak suda çözünmüş oksijen miktarının azalması (ötrofikasyon) ve dolayısıyla da planktonların hızla çoğalmasıyla sonuçlanması, özellikle kıyıya yakın kısımlarda renk değişikliğine yol açması.
KIRMIZI KİL
Nemli tropikal ve subtropikal bölgelere özgü, demir ve alüminyum oksit bakımından zengin, kırmızı renkli, ince toprak.
KIRMIZI LİSTELER
Geleceği, çeşitli nedenlerle tehlike altında olan, ender bulunan bitki ve hayvan türlerinin bölgelere ve IUCN’in tehlike sınıflarına göre sıralandığı listeler. Türkiye’de bitkilere ilişkin ilk örnek, Türkiye Tabiatını Koruma Derneği tarafından yayınlanmıştır.
KIRSAL ÇEVRE
Temel unsurları arasında kırsal yerleşmelerin (kasaba, belde, köy, mezra, kom, mahalle vb.) yanı sıra, tarım arazilerinin, bozkırların, ormanların, yaylâların, çayır ve mer’aların bulunduğu alanlar. Bu alanlarda yaşanan çevre sorunlarının nitelikleri, nedenleri ve sonuçları, kentsel sayılanlardan, özellikle onarılabilmelerinin güçlüğü ve bazı durumlarda imkânsızlığı ve nisbeten daha uzun bir zaman gerektirmesi; önlenebilmesi ve çözümlenebilmesi uygun teknolojilerin kullanılmasından çok davranış biçimlerinin değiştirilmesini gerektirmesi gibi yönlerden farklılık göstermektedir.
KIRSAL ÇEVRE VE ORMANCILIK SORUNLARI
ARAŞTIRMA DERNEĞİ
Başta ormansızlaşma olmak üzere kırsal çevre sorunlarının belirlenmesine ve çözümlenmesine yönelik araştırma, eğitim ve yayın yapmak amacıyla, 1989 yılında kurulmuştur.
Kırsal Çevre Bülteni adıyla yayınlanan bir haber bülteni de çıkaran Derneğin merkezi Ankara’dadır ve çeşitli illerde (İstanbul, Antalya, Bolu, Bursa, İzmir) temsilcilikleri bulunmaktadır.
KIRSAL KALKINMA
Kırsal yerleşmelerde yaşama kalitesine, nisbeten iyileşmesine katkıda bulunan ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmelerin tamamı. Geçinme kaynakları, özellikle de üretim süreçleri ve biçimleri, nüfusun toplumsal ve kültürel özellikleri, altyapı yatırımlarının niteliği vb. yönlerden farklılık gösteren kırsal kesimde, kalkınma süreci de farklı dinamiklere dayanmakta ve dolayısıyla da farklı yaklaşımlarla sürdürülmeye ve yönlendirilmeye çalışılmaktadır.
KIŞLAK
Hayvanların kış aylarında barındırılması ve otundan yararlanması için ayrılmış ve geçmişten günümüze kadar bu amaçlarla kullanılan alanlar.
KIYI
1990 yılında çıkarılan 3621 sayılı Kıyı Kanunu’nun 4. maddesine göre; “Deniz, tabiî ve sunî göl ve akarsularda, taşkın durumları dışında, suyun karaya değdiği noktaların birleşmesinden meydana gelen...” şeklinde tanımlanan kıyı çizgisi ile “deniz, tabiî ve sunî göl ve akarsularda, kıyı çizgisinden sonraki kara yönünde su hareketlerinin oluşturduğu kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık, bataklık ve benzeri alanların doğal sınırı” şeklinde tanımlanan kıyı kenar çizgisi arasında kalan alan.
Kıyılar, su ve karasal yaşamların iç içe girdiği, ekolojik şartlar nedeniyle, başlı başına ekosistem sayılan oluşumlardır.
Diğer taraftan, kıyılar, Türkiye’de de çeşitli yönlerden önemli ekosis-temlerdir. Yalnızca deniz kıyılarının 8333 km. olduğu Türkiye’de, 160 civarında adanın da yaklaşık olarak 9000 km. uzunluğunda kıyısı bulunmaktadır. Ayrıca, toplam yüzölçümleri 8900 km2’yi aşan 48 göl ile her birinin yüzölçümü 5 km2’yi aşan 58 göletin yanı sıra akarsu kıyılarının da bu çerçevede değerlendirilmesi gerekmektedir.
KIYI ALANLARI
Kıyı alanları, kıyılar boyunca 20-40 km. kadar içeriye sokulan bir şerit içinde yer alan tarım, sanayi, turizm, balıkçılık, ulaştırma ve su ürünleri gibi ekonomik faaliyetleri ve doğal zenginlikleri içermektedir. Doğu ve Orta Anadolu bölgelerinde yaşayan geniş halk kitlelerinin kıyı alanlarına akın etmesinin sebebi, bu alanların önemli bir câzibe merkezi olmasıdır. Türkiye, kıyı şeridi, doğal ve çevresel kaynaklar yönünden çok zengin bir ülkedir. Doğal güzelliklerin ve kültürel zenginliklerin çeşitliliği arasında benzersiz kıyılar, doğal parklar, verimli ovalar, sulak alanlar içeren haliçler ve ormanlar bulunmaktadır. Türkiye’nin tamamının % 29’unu meydana getirmekte ve nüfusun % 50’den fazla bir bölümünü barındırmaktadır. Türkiye’de ortalama nüfus yoğunluğu km2 başına 65 kişi iken, kıyı bölgelerinde bu rakam, 130’dur.
Kıyı bölgelerinde önemli sayılabilecek sanayi merkezleri arasında; deri, tekstil ürünleri, gıda, metal, kâğıt ve plastik imalâtı gelir. Ayrıca, petrol rafinerileri, boya, gübre, kömür ve bakır madenciliği diğer önemli faaliyetler arasındadır. Bu endüstri ürünlerinin kabaca, % 75 oranının bu bölgelerde yer alması, çevre sorunlarının ne kadar ciddî boyutlara ulaştığını göstermektedir. Bütün bu olumsuz göstergelere rağmen, kıyı alanlarının büyük bir bölümünün doğal görünümünü koruduğu veya olumsuz gelişmelerden en az düzeyde etkilendiği görülmektedir. Bunun nedenini, kıyı şeridinin bir hayli uzun olmasında, turizm sektörünün yakın zamanlarda gelişmesinde ve geçmişe göre nisbeten artan denetim faaliyetlerinde aramak gerekir. Kıyı yönetiminde göze çarpan önemli ölçüde eksiklikler ve yetki karmaşası henüz giderilememiştir. Bazı konularda gereğinden çok fazla kuruluş bulunurken; diğerlerinde çok az sayıdadır. Merkezî hükümetin denetim faaliyeti yine de sınırlı kalmakta, mahallî idareler gereğinden fazla yakın ve denetleyici olabilmektedir. Ancak en önemli idarî problem, kıyı bölgelerinde genel bir çevre yönetimi programının eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Kanun dışı yapılaşma artmaya devam etmekte, belediyeler çoğu kez başarısız veya isteksiz davranışlar sergilemektedir. Kıyı Kanunu, kıyıların korunmasında etkili olamamakta; kıyı şeridinin tanımı, kullanım yöntemleri ve fiziksel değişimleri konusundaki uygulamada çok sayıda Bakanlık söz sahibi olmakta ve işbirliği bir sorun haline gelmektedir. 1990 yılında çıkarılan Kıyı Kanunu’nda kıyı şeridi halkın sınırsız kullanımına açık ve belli sınırlar içinde yapı izni verilmeyen alan olarak tanımlanmıştır. Söz konusu Kanun’a göre, kıyı, “haliçler, gel-git etkisi yüksek ırmaklar ve limanlar da dahil olmak üzere, en düşük su seviyesi ile en yüksek su seviyesi arasında kalan suların çekildiği bölge” olarak tanımlanmıştır. Kıyı şeridi ise “kıyı çizgisinden karaya doğru derinliği 100 metre olan kuru arazi” olarak tarif edilmiştir. Yönetim açısından bakıldığında, kıyı bölgesinin bu tanımının kıyı karasularını ve bu suları besleyen önemli ırmak havzalarını veya kıyı etki alanını içine alacak şekilde genişletilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.
KIYI BÖLGESİ YÖNETİMİ
Kıyı sularının ve su havzalarının kirlilikten korunması ve azamî yarar sağlanması amacıyla yönetimi.
KIYI KANUNU
4 Nisan 1990 tarih ve 3621 sayılı bu Kanun, 17 Nisan 1990 tarih ve 20495 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Kanun, deniz, tabiî ve sunî göl ve akarsu kıyıları ile bu yerlerin etkisinde olan ve devamı niteliğinde bulunan sahil şeritlerinin doğal ve kültürel özelliklerinin gözetilerek korunması, toplumun yararlanması, kamu yararına kullanılma esaslarının tesbit edilmesi amacıyla düzenlenmiştir.
1982 Anayasası’nın 43. maddesiyle, kıyı kuşaklarının kullanım amaçlarına göre derinliğinin ve yararlanma imkânlarının kanunlarla düzenleneceğinin belirtilmesi üzerine, TBMM 1984 yılında Kıyı Kanunu’nu çıkarmıştır. 1 Aralık 1984 tarih ve 18592 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiş olan 3086 sayılı Kıyı Kanunu, “kıyı kenar çizgisinden itibaren kara yönünde imar planlı yerlerde yatay olarak en az 10 metre, diğer yerlerde en az 30 metre genişliğindeki alanı” kıyı kuşağı olarak tanımlanmaktadır. Kanun, kıyıların devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunduğunu belirterek, kıyıların herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açık olduğunu kurala bağlamaktadır. Kıyı Kanunu’nun geçici 2. maddesiyle 1 Ekim 1983 tarihinden önce kıyı ve kıyı kuşağına yapılmış olan yapıların kullanımına devam edilebilmesi için özel hükümler getirilmişti. Bu madde dolayısıyla Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, 18 Mayıs 1985 tarih ve 18758 sayılı Resmî Gazete’de bir Yönetmelik yayınlamıştır.
Kıyı Kanunu’nun bazı maddelerinin iptali için yapılan bir başvuruda Anayasa Mahkemesi, kanun ve yönetmelikte yer alan hükümlerin kıyıların korunmasında yeterli olmadığına karar vererek, Kıyı Kanunu’nun 4., 6., 9., 13. ve Geçici 2. maddelerini iptal etmiştir. Bu kararın bir sonucu olarak Kanun’un diğer maddelerinin yürürlük şansı kalmadığından Mahkeme, Kanun’un tamamını 10 Temmuz 1986 tarih ve 19160 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan kararı ile iptal etmiştir. Mahkeme, kararda ayrıca, bu karar dolayısıyla uygulamada boşluk doğmaması için altı ay içinde yeni bir hukukî düzenlemenin yapılmasının uygun olacağını vurgulamış olmasına rağmen, böyle bir kanun ancak 1990 yılında çıkarılabilmiştir. Hukukî düzenlemenin bulunmadığı bu dönemde Bayındırlık ve İskân Bakanlığı yayınladığı genelgelerle uygulamaya yön vermeye çalışmıştır. Bu genelgelerden ilki 15 Ekim 1987 tarihinde yayınlanmış ve kıyılardan yararlanmayla ilgili genel esasların neler olduğunu göstermiştir.
4 Nisan 1990 tarihinde kabul edilen yeni Kıyı Kanunu ise 3621 sayılı Kanun’dur ve kıyı şeridini, imar planı yapılacak alanlarda yatay olarak en az 20 metre genişliğindeki, uygulama imar planı bulunmayan belediye ve mücavir alan sınırları içinde ya da dışındaki yerleşim alanlarında, çevre düzeni ve/veya nâzım imar planı bulunsun ya da bulunmasın, yatay olarak 50 metre genişliğindeki, belediye ve mücavir alan sınırları içinde ve dışındaki iskân dışı alanlarda ise yatay olarak en az 100 metre genişliğindeki alan olarak belirlemiştir. Ancak, Anayasa Mahkemesi Kanun’un anılan maddesini, 20 metre genişliğindeki bu alanın “çevre koşullarını ve kamu yararını gözetecek, kişilere sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama olanağı verecek derinlikte olmadığı” gerekçesiyle iptal etmiştir (23 Ocak 1992 tarih ve 21120 sayılı Resmî Gazete). Bunun üzerine çıkarılan 3830 sayılı Kanun’un getirdiği değişiklikle (11 Temmuz 1992 tarih ve 21281 sayılı Resmî Gazete) kıyı kuşağı, “kıyı kenar çizgisinden itibaren kara yönünde yatay olarak en az 100 metre genişliğindeki alan” olarak kabul edilmiştir.
KIYI YÖNETİMİ
Kıyıların korunması, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan bozulmaların onarılması ve yararlanmanın sürdürülebilir ve kamu çıkarı gözetilerek yönlendirilmesi amacıyla kurulan idarî düzen.
Kıyı yönetimi, diğer alanlarda da olduğu gibi; i) kıyıların özelliklerinin, tehdit kaynaklarının ve boyutlarının belirlenmesi; ii) uluslararası yükümlülükleri de dikkate alan ulusal ve yerel koruma ve onarma politikalarının, stratejilerinin ve ilkelerinin geliştirilmesi; iii) yönetim planlarının hazırlanması; iv) uygulama projelerinin geliştirilmesi ve gerekli araçların sağlanması; v) plan ve projeleri izleme ve yenileme sistemlerinin geliştirilmesi ve işletilmesi boyutlarını içermektedir.
Türkiye’de, Anayasa’nın “Kamu Yararı” başlığı altında verilen 43. maddesine göre; “Kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve
akarsu kıyıları ile deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinde yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir”. Diğer taraftan, 3621 sayılı Kıyı Kanunu da, 1. maddesinde belirtildiğine göre; “...deniz, tabiî ve sunî göl ve akarsu kıyıları ile bu yerlerin etkisinde olan ve devamı niteliğinde bulunan sahil şeritlerinin doğal ve kültürel özelliklerini gözeterek koruma ve toplum yararlanmasına açık, kamu yararına kullanma esaslarını tesbit etmek...” amacıyla düzenlenmiştir (Bkz. “Kıyı Kanunu”).
KİMYASAL İŞLEM
Zehirli, kokulu ya da aşındırıcı nitelikteki gazların ve emisyonların arıtılmasında kullanılan kimyasal yöntem.
KİMYASAL OKSİJEN İHTİYACI (KOİ)
Bir su örneğindeki organik ve oksitlenebilir inorganik bileşikler için gerekli olabilecek oksijen miktarını belirleyen, suyun kalitesi ile ilgili bir gösterge.
KİMYASALLAR
Günümüzde kimyasal maddeler, yaşamın ayrılmaz bir parçası olmuş ve bu nedenle kimyasal maddelerin imalât ve kullanımında, eskiye oranla büyük bir artış kaydedilmiştir. Bütün dünyada 5.000.000’dan fazla kimyasal madde bulunmakta; bunlardan yaklaşık 80.000’i ise günlük hayatta kullanılmak-tadır. Her yıl piyasaya 1000-2000 arasında yeni kimyasal madde sürülmek-tedir. Bu nedenle, uluslararası çalışmalarda mevcut kimyasallar sistematik bir şekilde araştırılmakta ve böylece kontrolleri, taşıyacakları riskler ve kullanma yöntemleri için gerekli olan standartlar hazırlanmaktadır. Kimyasalların ticaretinde, taşınmasında uluslararası normlara ve mevzuata uyulması, zorunlu hale getirilmiştir. Günlük hayatta kullanılan deterjanlar, kimyasallar sınıfına girmektedir. Deterjanların çok çeşitli kullanım alanları olmasına rağmen, bazı zararları da beraberinde getirdiği bir gerçektir. Sular kirlenmekte, su ürünleri olumsuz yönde etkilenmektedir. Ziraî mücadele ilâçları da kimyasallar sınıfında kabul edilmektedir. Önceleri DDT yararlı bir kimyasal olarak kullanılmış; ancak, yıllar sonra zararları anlaşılmış ve bir çok ülkede kullanımı yasaklanmıştır.
Herhangi bir kimyasal maddenin kabul edilebilir konsantrasyon değerlerinin üzerine çıkması, istenmeyen etkilere neden olabilir. Kükürt dioksit, kükürt trioksit, sülfürik asit, hidrojen florür, klor ve bazı organik bileşikler, her türlü canlıda olumsuz etki gösterir; bitkilerde fidan ve ekinlerin bozulmasına neden olur. Ozon, akciğer ödemine sebep olurken; florürler, temas ettikleri vücut yüzeyini tahrip etmektedir. Karbon monoksit, hücrelere oksijen geçişini engellemekte, radyoaktif maddeler kan hastalıklarına, sakatlıklara ve kansere yol açmaktadır. Asitler, bazlar ve istenmeyen katı parçacıklarla temas eden canlılarda, deride aşınma ve lezyonlar meydana gelmekte; çabuk üreyen mantar ve bakteriler bünyeye yayılmaktadır. Ağır metaller başta sanayi atıkları olmak üzere, bacalardan ve egzoslardan havaya, toprağa ve suya geçerek, canlılar için tehlike yaratmaktadır. Havada bulunan metaller, solunum yoluyla; sudakiler içilmek veya kullanılmak suretiyle bünyeye doğrudan alınır. Ayrıca metal kirlilikleri ile beslenen bitki ve hayvanlardan da insana bulaşan; arsenik, nikel, krom, selenyum, vanadyum, alüminyum, kadmiyum, cıva ve kurşun en önemli zehirli kimyasallardır. Tarım sektöründe mücadele ve koruma amaçlı kullanılan pestisidler de zamanla toprakta birikmekte ve yağmur sularıyla yeraltı sularına karışmaktadır. Pestisidler, insanların en önemli gıdası olan et, süt, yumurta sebze, meyve ve su gibi gıda zinciri ile de insanlara ulaşmakta ve bu kimyasallar hücre zarında difüzyonla hücre içine girmekte ve genellikle yağ dokusunda birikmektedir. Asbest, kimyasallar içinde zararlı olduğu bilinen ve kanserojen olarak üst sıralarda bulunan bir maddedir. Daha çok solunum yoluyla vücuda giren asbest (amyant), solunum darlığına da sebep olmaktadır. Çevre Bakanlığı tarafından, 11 Temmuz 1993 tarihinde yayınlanan Zararlı Kimyasal Madde ve Ürünlerin Kontrolü Yönetmeliği, bu konuda yapılacak her türlü idarî, teknik ve hukukî işlemleri kapsamaktadır. Söz konusu yönetmelikteki zararlı kimyasallar listesinde yer alan maddelerin üretimi, ambalajı, etiketlenmesi, depolanması, ticareti ve kullanılması ile ilgili güvenlik ve risk durumları ayrı ayrı belirtilmektedir.
KİRLETEN ÖDER İLKESİ
Çevre sorunlarının çözümlenmesi; dolaylı olarak da çevre sorunlarına yol açabilecek tutumların ve işlemlerin engellenmesi ve/veya en aza indirilmesi için kirlenmeden sorumlu olanların kirlenmenin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yönelik harcamalara katılmasını hedefleyen ilke.
KİRLETİCİ
Doğal dengeyi bozabilecek konsantrasyonda, canlılar için tehlike yaratabilecek dozda, her türlü katı, sıvı ve gaz halindeki maddeler.
KİRLİLİK
Çevrenin insan, bitki ve hayvan yaşamı açısından tehlikeli veya potansiyel tehlikeli olacak şekilde kirlenmesi; hemen bozulup dağılmayan her türlü katı, sıvı veya gazların; hava, toprak ve sularda tesbit edilmiş azamî standartların üzerinde bir konsantrasyon miktarı bırakması sonucu, doğal ve yapay çevrenin zamanla tahribata uğraması.
KLİMATOLOJİ
Bkz. “İklim”.
KLOR İHTİYACI
Belirli bir hacim pis su içinde bulunan tehlikeli bakterileri öldürmek ve suyu kullanılabilir hale getirmek için gerekli klor dozu.
Klorofil
Yeşil bitkilerde bulunan ve kimyasal olarak iki şekilde fotosentez olayını gerçekleştirmeye yarayan bir maddedir. Birinci şekli C55H72O5N4Mg olarak bilinmektedir. İkinci şekli, C55H70O6N4Mg olarak verilir.
KLOROFLUOROKARBONLAR
Başta soğutucu aygıtlar olmak üzere aerosol püskürtücülerde; sanayide de çözücülerde kullanılan bir bileşik. Ozon tabakasının incelmesine ve dolayısıyla da ser’a etkisine yol açması nedeniyle önem taşımaktadır.
KOBALT 60
Tıp alanında çeşitli amaçlarla kullanılmakta olan ve canlılara çeşitli düzey ve şekillerde zarar veren radyoaktif içerikli kobalt.
KOBALT 80
Hem insanlara hem de hayvanlara zarar verici nitelik taşımasına rağmen, tıpta belirli dozlarda kullanılan radyoaktif madde.
KOMPOST
Organik kaynaklı katı atıkların oksijenli ortamda ayrıştırılması suretiyle üretilen toprak iyileştirici maddedir.
KOMPOSTLAMA
Katı atık ve çamur gibi organik maddeleri, aneorobik çürütme yoluyla bir çeşit gübreye dönüştürme işlemi.
KONDÜKSİYON
Isının bir maddenin sıcak olan bölgesinden soğuk olan bölümüne iletilmesi işlemidir. Demir bir çubuğun bir ucu ısıtılırsa, atomların (veya moleküllerin) sahip oldukları kinetik enerjilerinin sıcak olan uçtan soğuk olan uca taşınması sonucunda ısı iletilmiş olur (Bkz. “Radyasyon”).
Konsantrasyon
Bir madde içinde yer alan başka bir maddenin birim hacim veya birim kütle içindeki miktarının bulunma oranı. Örnek olarak hava içinde bulunan kükürt dioksit (SO2) miktarının, birim havaya göre bulunma miktarıdır. Yaygın olarak kullanılan birim, mikrogram/metreküptür (mgr/m3). Kullanılan bir başka konsantrasyon birimi ise, milyonda bir olarak ifade edilen (parts per million: ppm) bulunma oranıdır. 1.000.000 m3 hava içinde mevcut olan 1 m3 kirletici maddeyi gösterir. Bu iki birimin birbirine dönüştürülmesi sık sık kullanılır. Verilen bir mutlak sıcaklık (K = t+273) ve basınç değeri (p) için,
formülü geçerlidir.
Çeşitli gazların mol ağırlıkları da şöyledir:
CO = 12 + 16 = 28 gr./mol
CO2 = 12 +2x16 = 44 gr./mol
SO2 = 32 + 2x16 = 64 gr./ mol
NO2 = 14 + 2x16 = 46 gr./mol
Aşağıda verilen problem örnek olarak incelenebilir:
1952 yılında Londra episodunda ölçülen maksimum SO2 konsantrasyonu 0,7 ppm’dir. Söz konusu konsantrasyonu 0 ºC ve 1 atm. basınç altında mili-
gram/m3 (metreküpte bir gramın binde biri) ve mgr/m3 (metreküpte mikrogram- bir gramın milyonda biri-) cinsinden hesaplamak için yukarıda verilen formüle göre, bulunan değer aşağıda gösterilmektedir:
KONTUR SÜRÜM
Bkz. “Aykırı Sürüm”.
KONVEKSİYON
Bir sıvı veya bir gazın sahip olduğu ısıyı, hareket ederek iletmesi işlemidir. Isı kaynağı ile doğrudan temas eden bir gaz, ısınır, genişler, yoğunluğu azalır ve yükselme eğilimi gösterir. Boşalan ortama bu kez daha soğuk bir gaz gelir. Böylece meydana gelen akımlara konveksiyon akımları denir. Bu
akımlara verilecek en güzel örnek, soba veya kalorifer radyatörleri ile yakın temasta bulunan havanın ısınması, genişlemesi ve yer değiştirerek, yerine soğuk havanın yerleşmesidir. Bu şekilde yayılan ısı, odanın tamamını kaplar.
KORU ORMANI
Kural olarak, tohum ekilerek veya doğal ya da insan eylemleriyle tohumlama olması sağlanarak ya da fidan dikilerek yetiştirilen ve istenilen işlevi, baltalık ormanlara göre çok daha uzun (iki-üç kat) zaman sonra en üst düzeyde görebilecek duruma gelen ormanlar. İbre yapraklı ağaçların (çamlar, lâdinler, sedirler, göknarlar, ardıçlar vb. türlerin) meydana getirdiği ormanlar, koru ormanlarıdır. Ancak, kışın yaprağını döken kayın, meşe, gürgen, kestane, huş vb. türler de koru ormanları meydana getirebilmektedir. Türkiye’de ormanların, % 78’i ibre yapraklı olmak üzere, % 67’si (13.800.000 hektar) koru ormanı niteliğindedir.
KORUMA
Öne çıkan bazı özellikleri nedeniyle ayrılan doğa, tarih ve kültür varlıklarının bütün ya da bazı özelliklerini, zarar görebilecekleri herhangi bir etkiye karşı gözetmek; zarar görmemesini sağlamak. Eş anlamlısı olarak kullanılan, “muhafaza etmek” fiili; herhangi bir varlığın, nesnenin ya da ortamın gelecekte herhangi bir şekilde yararlanılmak üzere saklanmasıdır. Bu nedenle, yapılan eylemin amaçlarına göre bu farkın gözönünde bulundurulması gerekmektedir.
KOTA
Yıllar itibariyle dolum yapılmış plastik ve metal kapların yeniden değerlendirilmesi ve bertaraf edilmesi amacıyla, bu kapların geri toplanan miktarının, dolum yapılan miktarına oranıdır.
Kömür
Milyonlarca yıl önce dev bitkilerin toprak altında kalarak karbon ve karbon bileşikleri şeklinde ortaya çıktığı yanıcı bir katı yakıttır. En önemli tipleri, linyit ve taş kömürüdür. Türkiye’de çıkartılan ısınma amaçlı kömürler, daha çok linyit rezervleri şeklinde, Marmara, Ege ve Karadeniz bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Enerji tüketimi bakımından Türkiye’de petrolden sonra (% 47) kömür kullanımı gelmektedir (% 43). Bu oranın % 6’sı taşkömürüne, % 37’si de linyitlere aittir. Tahminlere göre, Türkiye’deki linyit rezervleri, 8.600.000.000 ton civarındadır (Bkz. “Linyit”). Her yıl tüketilen linyit ise, 50.000.000 tonu bulmaktadır.
Kömürün içerdiği su miktarı yüzdesine nem denir. Taşkömüründeki nem, % 1-3; linyitlerde % 20-30; yumuşak linyitte ise % 40-60’tır. Kömür, yanma sırasında kimyasal olarak değişikliğe uğrar ve kömürden karbon monoksit, metan ve diğer hidrokarbonlar gibi yanıcı özellikte gazlar çıkar. Bu gazların içeriği, kömürün uçucu madde miktarını belirler. Uçucu maddeler, kömürün hızlı tutuşması ve verimli yanması için dikkate alınması gereken unsurlardır. Uçucu maddenin ayrılmasından sonra, kömürün geriye kalan yanabilen kısmına sâbit karbon denir. Sâbit karbon, kömürün katı halde yanan kısmı olarak da tanımlanır. Kömürün bileşiminde kirletici olarak tanımlanan en önemli bölüm kükürttür. Kükürt, kömürde organik ve inorganik şekilde bulunur. Organik kükürt, hidrokarbon yapıya bağlanmıştır; kömürü oluşturan bitkisel maddelerin içerdiği aminoasitler, organik kükürtü meydana getirir. İnorganik kükürt; içinde daha çok sülfat bileşiği (CaSO4) bulunan kükürttür. Yanma ürünü olan kükürt dioksit (SO2)’in büyük bölümü bu bileşenden açığa çıkar. Yanma sonucunda arta kalan maddeye kül denir. Kül, artık yanıcı vasıfta olmamasına rağmen, içerdiği sodyum oksit (Na2O) içeriği ile ızgaraları kirletebilir. Normal kül analizinde; SiO2, Al2O3, Fe2O3, CaO, SO3, MgO, Na2O, K2O gibi bileşenler bulunmuştur.
Kömürlerin bulunma ve arama faaliyetlerinde kullanılan tanımlamalar şu şekilde açıklanabilir. Rezerv; varlığı, yeraltı ve yerüstü sondaj çalışmaları ile belirlenmiş, teknik ve ekonomik açıdan işletilmesi ayrıntılı fizibilite raporları ile kanıtlanmış kömür miktarıdır. Görünür rezerv; uzunluk, genişlik ve derinlik boyutları ile belirlenmiş, jeolojik gelişmeleri kesin olarak bilinen rezervlerdir. Muhtemel rezerv; sadece iki boyutta belirlenmiş olan rezervlerdir. Mümkün rezerv; boyutları belirlenmemiş ve varlığı, bazı jeolojik bulgular sonucunda gelişeceği ümit edilen kömür kütlesidir. Potansiyel rezerv; işletilmesi teknik ve ekonomik şartlarda imkânsız görülen kömür miktarıdır. Satışa arz edilen kömür, yıkama işlemlerinden geçirildikten sonra, belirli teknolojik büyüklüklere (boyut, kül içeriği, kükürt içeriği, alt ısıl değer vb.) sahip kömürdür. Yıkanmış kömür, inorganik kükürtle, kül içeriğini belirli ölçüde azaltmak ve alt ısı değerini yükseltmek için yıkama işlemlerinden geçirilmiş kömürdür. Elementer analiz, kömür bileşeni içindeki nem, karbon, hidrojen, kükürt, azot, oksijen ve kül yüzdelerinin belirlenmesi için yapılan çalışmadır.
KÖPÜK GİDERİCİLER
Köpürmeyi azaltmada kullanılan veya köpük oluşumunu denetlemek için deterjanlara eklenen kimyasal maddeler.
KÖY HİZMETLERİ ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ
Genel olarak, tarımsal üretim yapılan alanlarda verimliliğin arttırılmasına yönelik teknik ve teknolojilerin (arazi iyileştirme, toprak ve su kaynaklarını koruma, tarımsal mekanizasyon vb.) geliştirilmesi amacıyla araştırma ve eğitim çalışmaları yapan; Başbakanlık Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı enstitüler. Sayısı 1990’lı yılların sonunda 11’e (Kırklareli, Ankara (2), İzmir, Samsun, Erzurum, Eskişehir, Konya, İçel, Şanlıurfa ve Tokat) ulaşmıştır ve bu enstitülerde, 200 civarında uzman araştırmacı çalışmaktadır.
KÖY HİZMETLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
Önceleri Tarım, Orman ve Köyişleri Bakanlığı’na bağlı, katma bütçeli bir kuruluş olarak faaliyette bulunan, 1993 yılında ise Başbakanlığa bağlanan kamu kuruluşu. 3202 sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanun’un 2. maddesinde sayılan görevlerinin başlıcaları şunlardır:
“a) Kalkınma plan ve programlarında yer alan ilke ve politikalara uygun bir şekilde toprak ve su kaynaklarının verimli kullanılmasını, korunmasını, geliştirilmesini sağlamak,
b) Devletin hüküm ve tasarrufu altında veya özel mülkiyetinde bulunan yabani fıstıklık, zeytinlik, sakızlık, harnupluk, fundalık, makilik, çayır ve mer’aların altyapı tesislerini imar, ıslâh ve ihya etmek için gerekli projeleri ve programları hazırlamak; tasvip edilenlerini uygulamak ve uygulatmak,
c) Tarım alanlarının gayesine uygun bir şekilde kullanılmasını sağlamak, denetlemek ve bu konu ile ilgili diğer kuruluşlarla işbirliği yapmak,
d) Devletin hüküm ve tasarrufu altında veya özel mülkiyetinde bulunan taşlı, asitli, alkali veya turbiyer toprakları ve kurutulmuş sahaları tarıma uygun hale getirmek,
e) ...suyun tarımda kullanılması ile ilgili arazi tesviyesi, tarlabaşı kanalları, tarla içi sulama ve drenaj tesisleri gibi tarım sulaması hizmetlerini ... yapmak;...ekonomik üretime imkân vermeyecek derecede parçalanmış, dağılmış, şekilleri bozulmuş tarım arazilerinin teknik, ekonomik ve işletme imkânları ölçüsünde toplulaştırılmasını sağlamak,
f) Toprak muhafaza, arazi ıslâhı ve sulama gibi faaliyetlerde gerektiğinde birlikler, ortaklıklar, döner sermayeli ve tüzel kişiliği haiz işletmeler kurmak....”
Genel Müdürlüğün örgütlenmesinde, özel olarak bu görevler doğrultusunda faaliyette bulunmak üzere Havza Islâhı ve Göletler Dairesi Başkanlığı’na da yer verilmiştir. Kanun’un 11. maddesine göre; “...Toprak erozyonunu önleyici, giderici, azaltıcı, toprak ve su dengesinin kurulması ve korunmasını sağlayıcı tedbirleri almak, gerekli tesisleri yapmak ve yaptırtmak;” bu Daire’nin görevlerindendir. Ayrıca, “Toprak ve su kaynaklarının geliştirilmesi ve verimli şekilde kullanılması ile ilgili araştırma çalışmaları yapmak ve yaptırtmak”, Araştırma, Planlama ve Koordinasyon Dairesi Başkanlığı’nın; “Toprak etüdü ve her türlü toprak analizleri, sınıflandırmaları ve toprak harita raporlarını yapmak ve yaptırtmak” ise Etüt ve Proje Dairesi Başkanlığı’nın görevleri arasında sayılmaktadır.
Taşrada, bölge müdürlüğü ve il müdürlükleri düzeyinde örgütlenen Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 11 yörede faaliyette bulunan araştırma enstitüsü bulunmaktadır.
KÖY KANUNU
18 Mart 1340 (1924)’ta kabul edilen Kanun, 7 Nisan 1340 (1924) tarih ve 68 sayılı Resmî Ceride’de yayınlanmıştır.
Bu Kanun’un amacı; köylünün karşılaşabileceği sorunların neler olabileceğini ve ne şekilde çözümler getirebileceğini belirlemektir.
KRİSTALLEŞME
Sıvı atıkların arıtılmasında atık maddeden, suyu ayırmak için kullanılan bir yöntem.
KSEROFİL (BİTKİLER)
Bkz. “Kurakçıl Bitkiler”.
KULLANMA SUYU
Aşırı mineral veya tuz yoğunluğu taşımayan; insan ve hayvan sağlığına zarar verecek madde birikimlerini içermeyen ve tüketilmesinde sakınca olmayan su.
KUMUL
Rüzgârın yığdığı kumlardan meydana gelen tepe ve tepecik.
KURAKÇIL BİTKİLER
Kurak sayılabilecek şartlarda doğal olarak yetişebilen bitkiler (kserofil). Bu bitkiler, yapraklarını küçülterek ya da tamamen ortadan kaldırarak su kayıplarını (terlemeyi) en aza indirerek ve/veya yaprakları üzerinde eterik yağlarla koruyucu tabakalar meydana getirerek bu şartlarda varlıklarını sürdürebilmektedir.
Kurakçıl bitkiler, üç grupta toplanmaktadır. Efemer bitkiler; çoğunlukla 20-40 gün süreyle yaşabilen, çöl bitkileridir. Kökleri yüzeyseldir; toprak kuraklığına direnemeyen; ancak, hava kuraklığına karşı koruma donanımı gelişmiş bitkilerdir. Sukulent bitkiler, yapılarında, kurak dönemlerde kullanmak üzere su biriktirebilen, kaktüs örneği bitkilerdir. Üçüncü grupta toplanan kurakçıl bitkiler ise, nisbeten derinlere inebilen ve dallanan kök sistemlerine sahiptir. Toprak üstü organları, çoğunlukla küçük ve tüylü bitkilerdir.
KURAKLIK
Canlıların varlıklarını sağlıklı olarak sürdürebilmesini engelleyebilecek ve giderek ölümlerine yol açabilecek düzeyde su kıtlığı, azlığı, azalması. Kuraklık, olağandışı bir durumu yansıtmaktadır. Mevsim koşulları nedeniyle yaşanan olağan su kıtlıkları, azalmaları kuraklık değildir. Bazı görüşlere göre, nisbî nem oranının % 30’un altına düştüğü; rüzgâr hızının 5 m./sn.’nin üzerine çıktığı ve hava sıcaklığının da 25 ºC’ı aştığı dönemleri ifade etmektedir.
KURAKLIK ENDEKSİ
P= yıllık toplam yağış miktarı; T= yıllık ortalama sıcaklık olmak üzere;
işlemiyle elde edilen değer. Tarım yapılabilecek araziler ve iklimler, bu endeksten yararlanılarak aşağıdaki gibi gruplandırılabilmektedir:
Endeks
Tarım Arazisi ve İklimler
10’dan küçük
Çöl: Ancak sulama yapılarak tarım yapılabilmektedir.
10-15
Çok Kurak: Gerekli durumlarda sulama yapılarak tarım yapılabilmektedir.
16-20
Kurak: Yalnızca kuru tarım yapılabilmektedir.
21-30
Az Kurak: Kuru tarım yapılabilmektedir.
31-40
Az Nemli: Bitkisel üretim için zaman zaman kurutma işlemlerinin yapılması gerekebilmektedir.
41-60
Çok Nemli: Tarım yapılabilmesi için kurutma yapılması zorunlu olmaktadır.
60’dan büyük
Herhangi bir tarımsal üretim faaliyeti imkânsızdır.
KURŞUN (Pb)
Atom numarası 82 olan, yumuşak, mavi-beyaz renkte bir metaldir. Akümülatörlerin yapımında kullanılır. Biriken bir zehir olduğundan, küçük bir dozu bile ciddî hastalıklara yol açabilen, hattâ ölümlere sebep olan, doğal çevrede inorganik halde bulunan bir maddedir. Motorlu taşıt araçlarının emisyon bileşenleri arasında, kurşun emisyonları büyük önem taşımaktadır. Benzinli motorlarda vuruntuyu önlemek için kullanılan “kurşun tetra etil” adındaki katkı maddesi, bir litre benzine 200-800 mg. eklenmektedir. Yapılan basit bir hesaplama ile 100 km. mesafede, 10 litre kurşunlu benzin yakan bir araç, bu uzaklık için, 2-3 gr. kurşunu havaya bırakacaktır. Saatte, 200 araçlık bir trafik yoğunluğunda, 40-60 gr./km.saat kurşun havaya aktarılmaktadır. Kurşun insan bünyesine genel olarak, % 15-18 oranında solunum yollarıyla, % 85 oranında ise, aşırı kirlenmiş hava ve yiyecekler ile alınmaktadır. Kandaki kurşun konsantrasyonu 0,2 mgr./ml. limitini aştığında olumsuz etkiler görülmektedir. 1,2 mgr./ml. limitinin aşılması durumunda ise, yetişkinlerde geri dönüşü olmayan beyin hasarlarının görüldüğü belirlenmiştir. Az miktarda vücuda giren kurşun; uyku bozuklukları, yorgunluk, hafıza kaybı, baş dönmesi gibi rahatsızlıklara da neden olabilir. Kurşun bileşiklerinin zaman zaman rüzgârlarla açık denizlere kadar taşındığı ve deniz organizmalarında ölümlere yol açtığı anlaşılmıştır. Kurşunun yarılanma ömrü, kanda 20-40 gün; kemiklerde ise, 10 yıldır. Kurşun, çocukların kanında erişkinlere kıyasla, daha yüksek konsantrasyonlara ulaşabilmektedir. Avrupa Birliği standartlarına göre, kurşunlu benzinde, kurşun miktarı en fazla, 0,40 gr./litre; kurşunsuz benzinde ise en fazla, 0,013 gr./litre olacaktır (Bkz. “Motorlu Araçlar”).
KURŞUNSUZ BENZİN
Organik kurşun bileşikleri katılmamış benzin.
KURUM
Eksik yanmadan meydana gelen ince karbon parçacıkları.
KUŞLAR
Omurgalıların “aves” sınıfından canlılar. Yeryüzünde, yaklaşık olarak 160.000.000 yıldır bulunmaktadır ve ayırt edici özellikleri, bedenlerini tamamen kaplayan tüyler ve uçmalarını mümkün kılan kanatlar, iskelet ve kas yapısıdır. Yeryüzü’nde 27 takımda toplanan 9000 civarında kuş türü bulunmaktadır. Kuşlar, beslendikleri hayvanların (böcek ve kemirgenleri) sayılarını doğal olarak denetimde tutarak ekosistemlerin varlıklarını sürdürebilmesine katkıda bulunabilmektedir. Türkiye, konumu nedeniyle, kuşbilimsel (ornitolojik) yönden önem taşıyan bir ülkedir ve 450 civarında türün bulunduğu ve bu türlerin yaklaşık olarak 300’ünün Türkiye’yi kuluçka alanı seçtiği belirlenmiştir.
KUŞLARIN HİMAYESİNE DAİR MİLLETLERARASI SÖZLEŞME
Bu Sözleşme, 1 Aralık 1966 tarih ve 797 sayılı Kanun ile onaylanarak 17 Aralık 1966 tarih ve 12480 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Sözleşme, 18 Ekim 1950’de Paris’te düzenlenmiş olup, kuşların himayesi hakkındadır. Bu çerçevede, bütün kuşların (ki, burada kastedilen göçmen kuşlardır), hiç olmazsa üreme devrelerinde, yuvalarının bulunduğu yerlere gelişleri sırasında özellikle de Mart, Nisan, Mayıs ve Temmuz aylarında; bilimsel bir yararı olan veya ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan türlerin de bütün yıl boyunca korunmalarını öngörür.
KUZEY ÜLKELERİ
Kuzey Yarıküre’de bulunan, ekonomik olarak gelişmiş ülkeler.
KÜÇÜK SANAYİ SİTELERİ
Bireysel olarak faaliyette bulunduklarında altyapı yatırımları götürülemeyen ve/veya altyapı maliyetleri nisbeten yüksek olan ve uygun çalışma koşullarına sahip olmayan; yerel olarak başka işletmelerle birlikte bulunduklarında çeşitli kolaylıklardan yararlanabilme imkânı bulunan; kentsel yerleşmelerin içinde ve/veya yakın çevresinde dağınık olarak bulunduklarında çeşitli çevre sorunlarına yol açan küçük ve orta ölçekli işletmelerin toplu olarak yerleştirildikleri; altyapı yatırımları merkezî olarak çözülmüş siteler.
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın yönetiminde meydana getirilen Organize Sanayi Bölgeleri ve Küçük Sanayi Siteleri İnşaatı ve İşletme Giderleri Fonu’ndan sağlanan parasal ve teknik destekle gerçekleştirilen küçük sanayi sitelerinin sayısı, 1998 yılı sonuna kadar 294’e; buralarda faaliyette bulunan işyeri sayısı 70.603’e ve bu işyerlerinde çalışanların sayısı da 424.000 kişiye ulaşmıştır. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın belirlemelerine göre, Türkiye’deki küçük sanayi sitelerinin, % 39’u oto onarım; % 30’u metal işleme; % 23’ü ahşap işleme alanlarında faaliyette bulunmaktadır.
KÜKÜRT (S)
Atom numarası 16 olan bir elementtir. Diğer bir ismi de sülfürdür. Metalik değildir ve mavi renkte bir alevle yandığı zaman, tehlikeli bir gaz olan ve hava kirliliği sorunlarında önemli bir yer tutan kükürt dioksiti meydana getiren bir gaz haline gelir. Doğada volkanik bölgelerde bulunur. Kömürün yapısında bulunur. Tıpta ve kimya sanayiinin değişik alanlarında kullanılır.
KÜKÜRT DİOKSİT (SO2)
Kükürdün havada yanması sonucu meydana gelen; renksiz, tahriş edici, keskin kokulu gazdır. En belirgin hava kirleticilerindendir. Suda çabuk çözünür. Birincil derecede hava kirleticileri arasında sayılmaktadır. Genellikle, nokta kaynaklarında, yakıtların yanması sonucunda meydana gelir. Antropojenik kükürt oksitlerin, % 80’den fazlasının durağan kaynaklardan meydana geldiği bilinmektedir. Petrol ve kömür gibi fosil yakıtlar, genel olarak % 5 ilâ 6 arasında kükürt içerir. Bu yakıtların yanması sonucu meydana gelen SO2’nin sayısal değeri incelendiğinde, bütün dünyada her yıl neşredilen küresel emisyonların 132.000.000 tonu; antropojenik kaynaklı emisyonların ise, 50.000.000-75.000.000 tonu bulduğu tahmin edilmektedir. Sadece Avrupa’da her yıl atmosfere bırakılan SO2’nin 20.000.000 tonun üzerinde olduğu anlaşılmaktadır.
Kükürt dioksit atmosfere bırakıldıktan sonra, aşağıda gösterildiği üzere sülfürik aside dönüşmektedir:
SO2 + OH → HOSO2
HOSO2 + O2 → SO3 + HO2
SO3 + H2O → H2SO4
Buna göre, kaba bir hesaplama ile % 1 oranında kükürt içeren bir ton kömür yandığı zaman, 10 kg. kükürt açığa çıkacaktır. Kükürt dioksitin molekül ağırlığı 64’tür (Kükürdün molekül ağırlığı 32, oksijenin 16). Bu verilere göre, bir ton kömürün yanması sonucunda, atmosfere 20 kg. kükürt dioksit bırakılmış olacaktır. İnsan sağlığı açısından da son derecede tehlikeli olan kükürt dioksitin 0,3-0,5 ppmv konsantrasyonu, üst solunum yollarında çeşitli tahrişlere neden olur. 1,5 ppmv konsantrasyonda ise bronşlarda enfeksiyon baş gösterir. 10 ppmv konsantrasyona mâruz kalan kişi, 5 dakika içinde ölür. OECD ülkelerinde kişi başına tüketilen SOx, OECD dışı ülkelerde 3,5 katına çıkmaktadır ve bu oran, sanayi sektörünün, gelişmiş ülkelerde ne kadar yüksek seviyede olduğunu göstermektedir.
KÜKÜRT DÖNGÜSÜ
Kükürt içeren bileşiklerin; biyosfer, hidrosfer, atmosfer ve litosferdeki çevrimidir. Sürdürülen çeşitli araştırma ve bulgulardan, kükürdün atmosferde oldukça az miktarda bulunduğu ortaya çıkmıştır. Atmosferdeki kükürt miktarının, SO2 ve H2S halinde, 3 megatona (milyon ton) ulaştığı bulunmuştur. Diğer taraftan, Yeryüzü’nün alt katmanlarındaki, yer yüzeyindeki ve okyanuslardaki kükürt miktarının birbirleriyle sürekli bir alışveriş halinde olduğu anlaşılmıştır. Kükürt döngüsünde en çarpıcı sonuç, insan eliyle yakıtlardan çıkan kükürt dioksitin atmosfere karışması ve burada su ile birleşerek asit yağmurları halinde yeryüzüne düşmesidir. Yeryüzü ile atmosfer arasındaki kükürt dolaşımının yılda 75 megatona eriştiği, elde edilen veriler arasındadır.
KÜL
Yanan maddelerden arta kalan madde.
KÜLTÜR ARAZİSİ
Sürekli olarak bitkisel ve hayvansal üretim amacıyla kullanılan araziler. Bahçeler ve tarlalar ile mer’alar, en bilinen kültür arazilerindendir.
KÜLTÜR VE TABİAT VARLIKLARINI KORUMA KANUNU
21 Temmuz 1983 tarih ve 2863 sayılı bu Kanun, 23 Temmuz 1983 tarih ve 18113 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır. Kanun’un amacı, “Korunması gerekli taşınır ve taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile tanımlarını belirlemek; yapılacak işlem ve faaliyetleri düzenlemek; bu konuda gerekli ilke ve uygulama kararlarını alacak teşkilâtın kuruluş ve görevlerini” belirlemektir. Kanun kapsamında üç çevresel unsura yer verilmektedir. Kültür Varlıkları: “Tarih öncesi ve tarihî devirlere ait bilim, kültür, din ve güzel sanatlarla ilgili bulunan yer üstünde, yer altında veya su altındaki bütün taşınır ve taşınmaz varlıklar”. Tabiat Varlıkları: “Jeolojik devirlerle tarih öncesi ve tarihî devirlere ait olup ender bulunmaları veya özellikleri ve güzellikleri bakımından gerekli yer üstünde, yer altında veya su altında bulunan değerlerdir”. Sit: “Tarih öncesinden günümüze kadar gelen çeşitli medeniyetlerin ürünü olup yaşadıkları devirlerin sosyal, ekonomik, mimarî ve benzeri özelliklerini yansıtan kent ve kent kalıntıları; önemli tarihî hadiselerin cereyan ettiği yerler ve tesbiti yapılmış tabiat özellikleriyle korunması gerekli alanlar”. Ancak Kanun, “taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının muhafazaları veya tarihî çevre içinde korunması zorunlu” alanları da Koruma Alanı olarak tanımlamaktadır.
Kanun kapsamındaki çalışmalar Kültür Bakanlığı’na bağlı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Genel Müdürlüğü ile Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü ve Kanun’un 51. maddesiyle meydana getirilen Yüksek Kurul ve Bölge Kurulları aracılığıyla yürütülmektedir. Kanun’da taşınmaz ve taşınır kültürel ve doğal değerlerin araştırılması, belirlenmesi, gerektiğinde kamulaştırılması, tescili, taşınması, ticareti, korunma altına alınması, kullanılmasının yönlendirilmesi, kural dışı tutumların cezalandırılması ve korumacı çabaların özendirilmesine ilişkin yaptırımlara ayrıntılı olarak yer verilmektedir.
Kanun’un sağladığı imkânlarla, yaklaşık 48.000 korunması gereken kültürel ve doğal varlık belirlenmiştir. Bu varlıkların sayıca % 2,5’i doğal niteliktedir.
KÜLTÜRTEKNİK
Arazileri topraklarının yapısal özelliklerini, su ekonomisini ve üzerindeki bitki örtüsünü etkileyerek, istenilen amaç doğrultusunda nisbeten daha verimli duruma getirmek amacıyla geliştirilen ve/veya kullanılan teknikler ve mühendislik hizmetleridir.
KÜRESEL ÇEVRE FONU
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Birleşmiş Milletler Çevre Programı ve Dünya Bankası tarafından kurulan ve yönlendirilen fon. Bu fondan, değişik ülkelerdeki çevre projelerine ve bu arada gönüllü kuruluşların projelerine destek sağlanmaktadır (Global Environmental Facility/GEF).
KÜRESEL ISINMA
Bkz. “İklim Değişikliği”.
KÜRESELLEŞME
1980’li yıllarda gündeme gelen; uluslararası düzeydeki teknik, ekonomik, toplumsal, kültürel ve ekolojik etkileşim ve dönüşümlerin boyutlarını göstermek amacıyla kullanılan kavram.
KÜTLE
İki türlü tanımı yapılabilir. Eylemsizlik kütlesi, bir cismin kendisine uygulanan kuvvet ve ivme ile orantılı olan bir sâbittir. Buna göre, Kuvvet F; İvme de a ile gösterilirse, m kütlesi m = F/a olarak verilir. İkinci tanım, Newton’un genel çekim kanunundan elde edilebilir. Gravitasyonal kütle, ağırlık kavramından ortaya çıkan ve m = P/g bağıntısı ile verilen bir değerdir. Her iki tanım birbirine eşdeğerdir.
KÜTLE-ENERJİ DENKLEMİ
Bir cismin kütlesi, içerdiği enerji miktarının ölçüsüdür. Işık hızı değişmezi c= 300.000 km./sn. ve kütle de m olarak gösterilirse, enerji kütle bağıntısı, E= mc2 denklemi ile verilir. Burada m: gr., E: joule cinsinden enerjiyi gösterirse, c ışık hızı değişmezi, m./sn. olarak alınmalıdır. CGS sisteminde Kütle : gr., hız: cm./sn. olarak alınırsa, enerji: erg cinsinden çıkar. Bu denklem, kütle ile enerji arasında hiç bir farkın kalmadığını, sadece ışık hızı gibi bir sâbitle yorumlanabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.
Emlak dünyası, tapu mevzuatı ve tapu da yapılan işlemler hakkında bilgi, kişisel gelişim makale ve yazılarınız içerir.
12 Mayıs 2009 Salı
GAYRİSAFÎ MİLLÎ HÂSILAYI YİYEMEZSİNİZ
GAYRİSAFÎ MİLLÎ
HÂSILAYI YİYEMEZSİNİZ
TÇV’nin yayınladığı bir kitap,
Eric A. Davidson’ın
“Gayrisafî Millî Hâsılayı Yiyemezsiniz” adlı eseri.
Bu çok ilgi çekici kitabın bir bölümü
aşağıda verilmektedir.
Sürdürülebilirliği Ararken
Küçük Toprak Sahiplerinden
Makroekonomistlere
Sağ ayağınızı piyanonun pedalına bastığınızda, bir akor basıp elinizi çekebilir, armoninin rezonansını bir-iki dakika, hattâ daha uzun süre dinlemeyi sürdürebilirsiniz. Piyanonun taburesine oturmuş durumda, her sesin yavaş yavaş soluşunu dinlerken, sanki notalar, çok hafif de olsa, sonsuza kadar çınlayıp duracakmış gibi gelebilir. Sağ ayağınızın bastığı pedalın adı sürdürme pedalıdır.
Bugünlerde tarım, ormancılık, balık çiftlikleri ve kalkınma gibi alanlarda sihirli kelimenin sürdürülebilirlik olduğu görülüyor. Sürdürülebilir tarımın bir amacı, tıpkı piyanonun sürdürme pedalı gibi, yaptığını gidebildiği yere kadar götürmek olabilir. Bir başka ifadeyle, şimdi bir şey yapmamak, toprağın erozyonla kayıp gitmesine izin vermek, böylelikle hem bizim, hem de çocuklarımızla torunlarımızın uzak gelecekte verimli tarımı koruma ve sürdürme şansını yok etmek.
Bunun ya da daha başka sürdürülebilirlik tanımlarının sorunlarından biri, ileride çocuklarımızın elinde ne gibi teknolojiler olacağını ya da ihtiyaç duydukları kaynakları elde edebilmek için ne tür sorunlarla karşılaşacaklarını bilemeyişimizdir. Örneğin tarımı ele alsak, sürekli artan yiyecek talebi, şimdiki ve daha önceki uygulamalar sebebiyle doğmuş çevresel kirliliğe çare bulma niyeti ve mahsulü arttıracak yeni teknolojilerden yararlanma umuduyla, tarımsal uygulamalar sürekli değişmektedir. Piyanoda çalınan bir tek akoru sürdürmenin basitliğinden farklı olarak, gelecekte tarımın ve diğer insanî girişimlerin sürdürülebilirliği, ekoloji, ekonomi ve teknoloji arasında, şimdiki uygulamalardan daha sürdürülebilir olan yeni armoniler bulmakla mümkündür.
Sürdürülebilirliğin zorlukları, yerkürenin her yanında aynı değildir. Gelişmiş ülkeler için, 19. Yüzyıl’ın at koşulmuş sabanlarıyla insan elindeki çapalarının yerini çoktan traktörler almıştır, oysa bu eski yöntemler, tropik ülkelerin çoğundaki köylü çiftçiler tarafından hâlâ yaygın şekilde kullanılmaktadır. Kongo’daki bir çiftçi kadının, orman içindeki küçük bir açıklık alanı sürdüğü gün, Iowa’daki bir çiftçi, traktörünün içindeki bilgisayar ekranına bakmaktadır. Bilgisayarı uzaydaki uydularla sürekli temas halindedir, böylelikle ekrandaki dijital haritada traktörünün yerini açık bir şekilde görmektedir. Bilgisayar, traktörü kullanana, arazinin o noktasındaki gübre ve haşere ilâcı uygulamasını bir anda gösterir.
Afrikalı çiftçi kadınla onun soyundan gelenler, daha ne kadar zaman o çapayı kullanarak o toprağı ekebilir, büyüyen ailelerini bununla besleyebilir? Iowa’daki çiftçiyle onun soyundan gelenler, giderek ilerleyen teknolojileri kullanarak, haşere ilâçlarına ve gübreye olan ihtiyacı azaltabilecek, bu sayede yeraltı suyunun kirlenmesini, kuyuların yüzlerce yıllığına kapatılmasını önleyebilecekler midir? Afrika’daki ve başka yerlerdeki kalkınma, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ille de önce aşırı gübre kullanacak, aynı sorunları yaşayacak mıdır, yoksa gelişmekte olan dünyadaki tarım; kendi rotasını izleyecek, bu hataların bazılarından kaçınabilecek midir? Dünyanın bu çok farklı insanları, kültürleri, toprakları ve ekonomileri için uygun teknolojiler geliştirilebilecek midir? Teknoloji, üretimi arttırmayı sürdürebilecek, bir yandan da kirlenmeyi azaltarak bu uygulamaları sürdürülebilir hale getirecek midir?
Görünüşe göre herkes sürdürülebilir kalkınmadan yana. Ne de olsa, sürdürülemez bir kalkınmayı tercih ediyorum demek, en azından görünüşte, hiç hoş olmaz. Ama ne yazık ki, günümüz iş dünyasında kısa dönemli kârdan gelen ödüller pek boldur ve genellikle de doğal kaynakların sürdürülemez istismarıyla ilgilidir. Araştırmacılardan, yaygınlaştırmayı amaçlayanlardan ve kalkınma gruplarından meydana gelmiş küçük bir ordu, doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi konusunda yeni yaklaşımlar arayıp durmaktadır.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK ARAYIŞINDA BİR VAKA ETÜDÜ
Brezilyalı bir meslekdaşım, kendi ülkesinde sürdürülebilir tarım yaklaşımlarını arayanlardan biridir. Adı Cássio Pereira’dır, ziraatçi olarak mezun olmuştur ve şimdi de master yapmaktadır. Yenilikçi fikirleri, birlikte çalıştığı köylü çiftçilerle uyum sağlayabilme yeteneği, onların bugünkü, ormanlara zarar vererek ailelerini besleme uygulamalarına alternatifler bulma konusuna adanmışlığı, onu benim gözümde bir kahraman durumuna getirmiştir. Cássio’nun yaklaşımı, önce Doğu Amazon Havzası kırsal bölgesindeki köylü çiftçilerin (bu kişilere ‘küçük toprak sahipleri’ de denmektedir, çünkü her çiftçi kendi küçük arazisinin sahibidir) her zamanki tarım uygulamalarını dikkatle gözlemlemekle, onların kaygılarını ve dertlerini dinlemekle, değişen dünyaya nasıl uyum sağladıklarını anlamaya çalışmakla başlamaktadır.
Bu kırsal çiftçiler, kuşaklardan beri Amazon’a akan çeşitli akarsuların arasında yaşamaktadır. Bunlar Portekizli sömürgecilerin, Afrikalı kölelerin ve Amerika yerlilerinin karışık soyundan gelmektedir. Yaklaşık 1960’a kadar hemen hemen hiç yol bulunmayan bu bölgede, nakliye için hep nehirlerden yararlanmışlardı. Balık tutmuş, ava çıkmış, ormandan meyveler ve ilâçlar toplamış, ormanın küçük kısımlarını kesip tarla açarak ekmişlerdi. Gerçi nehirden yararlanarak biraz ticaret de yapmışlardı, ama daha çok kendi ektiklerini yiyerek yaşayan çiftçilerdi, yani bütün besinlerini kendileri üretiyor ve hemen hemen ürettikleri her şeyi de yiyorlardı. Pirinç, mısır ve manyok ektikleri tarlaları küçüktü, orayı açtıktan bir-iki yıl sonra terk etmek zorunda kalıyorlardı, çünkü toprak hemen verimsizleşiyor, tarlaları yaban otları bürüyordu. O zaman ormanın bir başka küçük alanını açıyorlar, orayı ekime hazırlıyorlardı.
Bu tür tarıma kes/yak tarımı ya da kayan tarım deniyordu, çünkü bir kaç yılda bir, yeni bir tarlaya ekim yapmak zorunluluğunu hissediyorlardı. Koskoca ülkede nüfusları seyrek olduğu sürece, bu tür tarım sürdürülebilir sayılabilirdi. İhtiyaç duydukları küçük tarlaları açmaya yetecek kadar bol ormanları vardı. Bir tarlayı terk ettiklerinde, orman orayı yine yutuyor, yavaş yavaş toprağın bereketi de geri geliyordu. Aradan bir kaç on yıl geçtiğinde, isterlerse oraya geri dönüp yeniden ekebiliyorlardı … ya da daha doğrusu, çocukları veya torunları oraya dönüyor, yeniden bereketli hale gelmiş toprak buluyordu. Orman alanının nüfusa bölümü yüksek bir kesir olduğu sürece, bu tür rotasyon sürdürülebilirdi ve zaten kuşaklar boyunca da sürdürülmüştü. Yaşadıkları hayat, bazı kimselerin bu satırları okuduklarında kapıldıkları izlenime uyacak kadar romantik ya da soylu bir hayat sayılmazdı. Bu insanların eğitime, sağlık/bakım hizmetlerine ya da diğer modern hizmetlere erişme imkânı pek azdı, ama genellikle yaşamlarını sürdürecek kadar kalori ve protein alabiliyorlardı, ormanları, nehirleri ve tarlaları da bir sonraki kuşağa bırakabiliyor, onların da kendi ihtiyaçlarını sağlamasını mümkün kılıyorlardı.
1960’larda Brezilya hükümeti, güneydeki başkent Brasilia’dan, Amazon liman kenti Belém’e kadar, 900 millik bir otoyol yaptığında, bölgede her şey değişmeye başladı. Bu otoyol, nehir toplumlarından macaw* uçuşuyla on ya da yirmi mil uzaktan geçiyordu. Arkadaşım Cássio şimdi orada çalışmaktadır. Bulunduğu yer, yolu olmayan bir yağmur ormanının epey içindedir, bu sebeple de bir kaç yıl boyunca oldukça izole durumda kalmayı sürdürebilmişlerdir. Ama çok geçmeden, otoyolun iki yanında ve yeni yan yolların yakınında sığır çiftlikleri boy göstermeye başlamıştır. Sonunda gün gelmiş, ancak kurak yaz mevsiminde kullanılabilen bu yan yollar uzayıp yayılmış, nehir toplumlarına kadar varmıştır. Otoyolu ve diğer yolları izleyenler, yalnız sığır çiftçileriyle arazi spekülatörleri olmamış, Brezilya’nın aşırı kalabalık bölgelerinden bir yığın yoksul ve topraksız insan da buralara göçmüş, karnını doyurmak için ekebileceği bir toprak parçası aramaya başlamıştır. Bu göçebe yoksulların toprağı elde etme yolu, gelip işgal etmek, üstüne oturmak olmuştur. Bu yüzden onlara squatters (oturanlar, çömelenler) denmeye başlamıştır. Göçebe yoksulların bir adı da, kayan ekiciler olmuştur (bu da “kayan tarla” sözünün bir uyarlamasıdır), çünkü yalnız küçük tarlalarını kaydırmakla kalmamakta, arasıra toplanıp kendileri de başka bölgelere göçmektedirler. Bu insanlar Brezilya’daki hakkaniyetsiz toprak ve servet dağılımının kurbanı durumuna düşmüş çok kalabalık bir gruptur, topraksızdırlar, göçüp durmaktadırlar ve büyük yoksulluk içindedirler.
Cássio’nun birlikte çalıştığı insanlar ise kendilerini bölgenin yerlisi sayarlar, çünkü büyük büyük dedeleri de o topraklarda yaşamıştır. Ama yeni kuşak yine de, buralara ulaşan yollarla, kasabalarla, pazarlarla, tüketim mallarıyla ve akıp gelen kalabalıkla başa çıkmak zorundadır. Gösterdikleri tepkilerden biri, daha fazla ürün yetiştirmek olmuştur. Bunları yeni kasabaların pazarlarında satabileceklerdir. Elde ettikleri paralarla batıya özgü ilâçları, radyoları, kol saatlerini, giysileri ve heves ettikleri diğer tüketim mallarını alabileceklerdir. Artık Brezilya’nın GSMH’sına katkıda bulunmaya başlamışlardır. Daha fazla ürün yetiştirmek, daha büyük tarla ister, ormanın daha geniş yerlerini açmak zorunluluğunu getirir. Aynı zamanda sığır çiftçileriyle squatter’lar da ormandan yer açmışlardır, dolayısıyla artık ormanlık alan çok azalmış, buna karşılık insanlar çok artmıştır. Yeni durum kesinlikle sürdürülemez bir durumdur. Bölgenin 1986 ve 1991’de çekilmiş uydu fotoğrafları, ormanlık alanın beş yıllık bir süre içinde nasıl hızla azaldığını göstermektedir. Bu bölgede orman kıyımı hızına bakılırsa, otuz beş yıl içinde hiç ormanlık alan kalmayacaktır.
Cássio bu arada, çiftçilerin primer ormanları (yani daha önce hiç bir zaman tam anlamıyla açılmamış alanları) kesmeyi tercih ettiğini de öğrenmişti. Sekonder ormanları (daha önce açılmış, sonra yeniden ormana dönüşmüş yerleri) açmayı tercih etmiyorlardı. Primer alanlardan daha çok ürün alabildiklerini iddia etmekteydiler. Cássio daha sonra bu fazla ürünün sebebini de keşfetmişti. Aslında o alanlar diğerlerinden daha verimli bir toprağa sahip değildi, ama çiftçiler, primer alanı açınca yabancı ot kontrolünü daha kolay yapabiliyor, sekonder alanlarda aynı başarıyı gösteremiyorlardı. Sekonder alanlarda, açılmış tarlayı yeniden orman doldurmadan önce, hızlı büyüyen bitkiler ortalığı kaplamış oluyor, sonra bunların tohumları toprakta kalıyor, alan ikinci kere ormandan temizlendiğinde bu yaban otları büyük sorun oluyordu. Cássio ayrıca, çiftçilerin mısırı, pirinci ve manyoku hâlâ eski geleneksel usullere göre ektiğini, aynı tarlaya aynı zamanda ektiğini, sıraları da muntazam bir şekilde düzenlemediklerini keşfetmişti.
Cássio, kasabanın ileri gelenlerini ikna etti, yeniden orman bürümüş sekonder alanlardan bir parçanın kendisine, küçük bir deneme çiftliği yapmak üzere verilmesini sağladı. Orada gelişmekte olan genç ormanı kesip yaktı, çiftliğin bir bölümüne mısır ve manyok, diğer bölümüne de pirinç ve manyok ekti. Çiftçilere, upuzun mısırların tarlalardaki daha küçük pirinçleri nasıl gölgelediğini, mısırla pirincin tarlalarını ayırırlarsa ürünün nasıl daha zengin olabileceğini gösterdi. Bir kaç çiftçi bunu kendileri denediklerinde, Cássio’ya bu sistemin bir başka avantajını anlattılar. Bu daha önce onun aklına gelmemişti. Ziraatçilerin çoğu, yabani ot, böcek ve bitki hastalığı gibi sorunları düşünme yönünde eğitilmiştir, oysa çiftçiler, kuşların gelip pirinci yediğine işaret etmekteydi. Bu kuşlar yakındaki ormandan uçarak gelmekte, kalın saplı mısırların üzerine konmakta, uzanıp pirinçleri yemekteydiler. Pirinci mısırdan ayırınca, kuşların artık pirince uzanabilmek için ihtiyaç duyacağı sağlam tünek kalmamıştı.
Cássio ayrıca ekimini sıralar halinde yapmış, böylelikle yaban otlarını çapayla ayıklama işini kolaylaştırmıştı. Yerel çiftçilerin kullandığı geleneksel çapalar, primer ormandan temizlenmiş tarladaki bir kaç otu ayıklamaya yetiyordu, ama sekonder ormandan temizlenmiş alanda, sıralı dikimlerin arasındaki ot temizleme işine uygun değildi. Cássio, bizim kendi bahçelerimizde kullandığımız bazı çapa türlerinden oraya örnekler getirtti. Ekinin düzgün sıralar halinde, aralarında uygun mesafe bırakılarak dikilmesi halinde, iyi bir çapayla ot sorununun kolayca çözümlenebileceğini, işin primer ormandan temizlenmiş tarladaki kadar kolaylaşacağını onlara gösterdi. Sonunda Cássio’nun deneme tarlasından, kendi çapasını, fikirlerini kullanıp kendi terini dökerek elde ettiği mahsul, çiftçilerin ortalama mahsulünden yüksek oldu.
Bir başka yenilik de, farklı mısır, pirinç ve manyok varyetelerinin denenmesi, bölgenin asitli, besini az toprağına hangisinin daha iyi uyum sağlayacağının görülmesi olmuştur. Sonunda Cássio, ürünün hasada hazır olmasının hemen öncesinde tarlasına ağaçlar dikmiş, böylece ağaçlar, ürüne bir zarar vermeden, vakitten kazanmıştır. Ağaçlar, legüm (geniş yapraklılar) familyasındandır. Gerekli bir bitki besini olan azotu, topraktan değil, havadan alabilmektedirler; bu da, fakir toprak söz konusu olduğunda önemli bir avantajdır. Ayrıca bu ağaçların kökleri toprakta, mısırla pirinçten çok daha derine inmekte, besinlerini çok daha geniş bir topraktan alabilmektedir. Ağaçlar çok hızlı büyümekte, büyürken dal ve yapraklarında besleyiciler biriktirmektedir. Cássio bunlara yalnız üç yıl süre vermekte, o süre içinde ağaçlar 5-6 metre boyuna ulaşmaktadır. Bu sürenin sonunda ağaçları kesip tarlayı yakmış, mısır, pirinç ve manyoku tekrar ekmiştir. Arada bu hızlı büyüyen, besin biriktiren ağaçların dikilmesiyle, toprağın daha çabuk hazır olmasını, sadece üç yıl içinde bile yeniden ekim yapılabilecek hale gelmesini ummuştur. Oysa bu çiftçilerin babalarının, dedelerinin gününde, bir tarlada yeniden orman yetişmesi için yirmi-otuz yıl beklemek gerekiyordu. Şimdi Cássio’nun ikinci ekimindeki ürünün de birincisi kadar iyi olup olmadığını göreceğiz, uyguladığı tarım tekniklerinin sürdürülebilir olup olmadığını anlayacağız. Aslında sürdürülebilirliği kanıtlamak için bir kaç ürün rotasyonunun gerekli olması da normaldir.
Siz belki çiftçilerin neden ekimi sıralar halinde yapmadığını, neden iyi çapa kullanmadığını merak edeceksiniz. Ama unutmayın ki, onların elinde arazi boldu, elde ettikleri ürün de balıkçılıktan, avcılıktan ve toplayıcılıktan sağladıklarına ek olarak kullanılıyordu. O günlerde süper-etkin mahsul elde etmeye ihtiyaçları yoktu. Primer ormanlardan açılan tarlalarda hâlâ arazinin ortasından geçen bir kaç iri çotuk bulunuyor, muntazam sıralar halinde ekim yapmayı hemen hemen imkânsız kılıyordu. Ama bugün, çok ürün elde edip satma peşindeler, ellerinde gelecekte açmak zorunda kalacakları orman azalmış durumda. Demek ki, çok daha etkin bir tarım sistemine ihtiyaçları var.
Cássio’nun yenilikleri oldukça basit, ucuz, uygulamaya hazır yöntemlerdir. Sistemi geleneksel yaklaşımdan daha entansiftir, ama geleneksel uygulamaların bazılarını da içermekte, rotasyona ve diğer ürünlerle birlikte manyok ekmeye de yer vermektedir. Çiftçilerin işe kendilerinin katılmasını sağlamakta, iki yönlü bilgi ve tecrübe akımı kolaylaştırılmaktadır. Cássio’nun çalışmaları, Güney ve Orta Amerika’da, Afrika’da ve Asya’da tarım uygulamalarını geliştirme yolunda, geleneksel yöntemleri mümkün olduğu kadar kullanırken modern teknolojileri de kullanma yolunda gösterilen çabaların yalnızca iyimser bir örneğidir. Bu çabalar sırasında, dünyanın her yanında yer alan o kaçınılmaz ekonomik ve sosyal değişimlere cevap verebilmek de önemli bir amaç olarak dikkate alınmaktadır.
SÜRDÜRÜLEBİLİR TARIMDA ÇEŞİTLİLİK
Cássio’nun yenilikleri belki bölgenin küçük toprak sahiplerine, yoksul olmalarına rağmen çok da çaresiz olmayan o kişilere yararlı olabilir, ama squatter’lerin, kayan tarımcıların pek fazla işine yarayacağını ummak kolay değildir. O terimi icat etmiş olan Norman Myers, tropik orman kıyımının üçte ikisine, kayan tarımcıların yol açtığını tahmin etmektedir. Bu tür kişilerin sayısı, bütün dünya dikkate alındığında, yüzlerce milyonu bulmaktadır. Bu tahmine katılma konusunda pek hevesli değilim, çünkü bence Myers bir o kadar önemli olan başka bir tahmininde, ticarî odunculuk sebebiyle uğranan kayıp konusunda tahminî rakamını çok düşük tutmuştur; ama ileri sürdüğü ana noktaya katılmamak mümkün değildir, göç edip duran topraksız yoksullar gerçekten de dev bir sorundur ve bu sorunun çok yıkıcı sosyal, ekonomik ve çevresel sonuçları söz konusudur. Kendi toprağına sahip olmayan insanların, o toprağa iyi bakması için o kadar da güçlü sebepler yoktur. En önemlisi de, bir sonraki yemeğini nasıl bulacağından emin olamayacak kadar yoksul insanlar, kısa vâdeli sağ kalma sorunlarıyla öylesine dopdoludur ki, uzun vâdeli sürdürülebilirliğe kaygılanmalarını beklemek de gerçekçi olmaz. Dünyanın en zeki teknolojileri, en yenilikçi sürdürülebilirlik fikirleri bile, yoksulluktan kaynaklanan çaresizliğin getirdiği kıyımı alt edemez. Kayan tarımcıların sürdürülebilir tarıma ve sürdürülebilir kalkınmaya yönelmesi için çok zor sosyal kararlara ihtiyaç vardır, toprak mülkiyeti haklarının değiştirilmesi ve bu insanların hayatlarını kazanabilmesi için başka alternatiflerin geliştirilmesi gerekmektedir.
Sürdürülebilir tarım yalnız tropik bölgelerdeki küçük toprak sahipleri açısından değil, dünyanın her yanında modern teknoloji kullanan orta ve büyük arazi çiftçileri açısından da çok tartışılan bir konudur. Küresel pozisyonlandırma sistemine sahip bir bilgisayarlı traktör, tarlaların her yanına rastgele fazla gübre saçmaktansa, hangi noktasına ne kadar gübre verildiğini ayarlamak konusunda hayli mesafe alınmış olduğunun uç örneklerinden biridir. Bir başka yenilik de, sabanı büsbütün fırlatıp atmak, ya da çok nâdiren kullanmakla ilgilidir. Toprağı sürmek genellikle erozyona yol açmakta, topraktaki organik maddeler kaybedilmekte, besleyiciler derelere ve yeraltı sularına kaçmaktadır. Sonunda toprağın kendi bereketi yok olunca, bu sefer gübre kullanmak şart olmakta, 6. Bölüm’de ele aldığımız su kirliliği sorunları başlamaktadır. Toprak erozyonu devam edip yeryüzü ve yeraltı suları giderek kirlenirken, bu tarım sisteminin sürdürülebilir olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Bir çok çiftçi, sürmeme ya da koruyucu sürme yöntemlerini kullanmaya başlamış, toprağı mümkün olduğu kadar az karıştırmaya özen gösterir olmuştur. Özel tohumlama makinaları, toprağı hiç kazmadan tohumları gerekli derinliğe yerleştirmektedir. Sürmeyince, toprağı erozyonla kaybetme ihtimali azalmakta, topraktaki organik maddeler de daha az dekompoze olmakta, daha az bozulmaktadır. Hattâ, toprağı besleyicilerle zenginleştiren organik maddelerin, koruyucu sürme uygulamalarıyla yavaş yavaş arttığı da kanıtlanmıştır.
Hayatın bütün alanlarında olduğu gibi, bu yeni yaklaşımla ilgili olarak da, bir şey uğruna bir şeyi feda etme durumu dikkate alınmak zorundadır. Toprağı sürmenin başta gelen amaçlarından biri, zaten yabani otları kontrol etmektir. Arkadaşım Cássio’nun kes/yak tarımında bu otları çapayla en iyi ne şekilde kontrol etmek gerektiğine ilişkin gösterdiği çabalar nasıl başarılı olduysa, en modern teknolojiyi kullanan çiftçiler için de başarılı olmak zorundadır. Toprağın sürülmesi en aza inince, yabani otlar bir sorun olabilir. Buna verilebilecek cevaplardan biri, daha çok herbisit (selektif, yani seçerek yabancı otu öldüren ilâçlar) kullanmaktır, ama o zaman da dereleri, gölleri ve yeraltı sularını kirletme ihtimali artmaktadır. Toprağı sürmekle yabani otları kontrol etme arasındaki o doğru dengeyi bulmak, erozyon kontrolü ve daha çok organik madde birikmesi uğruna toprağı sürmemek, beri yandan herbisitleri de mümkün olduğu kadar iyi niyetle kullanmak, günümüzde ABD, Avrupa, Avustralya ve gelişmekte olan ülkeler üniversitelerinden pek çoğunun araştırmalarında odak noktası haline gelmiştir. Koruyucu sürme uygulamalarının çiftçilerce benimsenmesi, ancak bütün girdilerin bir araya geldiği, kanıtlanmış fikirlerle teknolojilerin derlenip bu enformasyonun, ekonomik teşviklerle birlikte, etkili şekilde dağıtıldığı zaman gerçekleşecektir.
Teknolojiler arasındaki çok büyük farklara rağmen, dünyanın her yanındaki çiftçilerin bütünü toprağa ve iklime bağımlı durumdadır ve bu etkenler ürün verimini sınırlamaktadır. Ayrıca bu insanlar, bütün bireylerin karar verme sırasında etkisi altında kaldığı sosyo-ekonomik güçlerden de kurtulamazlar. Sürdürülebilir tarım uygulamalarını, yalnız sosyo-ekonomik faktörlere odaklanarak, iklimi ve toprağı görmezden gelerek, ya da bunun tam tersini yaparak çözme çabaları, başarısız olmaya mahkûmdur.
Gerçek anlamda sürdürülebilir bir tarım her halde ancak pek az yerde ve pek kısa sürelerle mümkün olabilmiştir. Doğu Amazon’da 1960’a kadar yaşayan, çiftçi-balıkçı-avcı-toplayıcı insanların yalnızca kendilerini besleyen tarımı, belki sürdürülebilir tarımın bir örneği olarak kabul edilebilir. Ohio ve Pennsylvania’da yaşayan Amish inancına sahip çiftçiler de bir başka örnek olabilir. Diğer örnekler her halde insan nüfusunun sınırlı olduğu, teknolojilerin henüz ham olduğu, hayatın zor olduğu zaman ve yerlere ait örnekler olacaktır. Modern teknolojinin, makinaları, gübreleri, haşere ilâçlarıyla birlikte ortaya çıkışı çok verimli olmuş ve bizi oldukça iyi besleyebilmiştir, ama buna karşılık toprağı yoksullaştırmış, yeraltı suyunu kirletmiş olduğuna göre, sürdürülebilir olarak nitelenemez. Biz veresiye yaşamışız, bu lüksü ödünç alınmış bir zaman içinde sürdürmüşüz, toprağın bereketsizleşmesi ve yeraltı sularının kirliliği sorunlarının kriz boyutlarına varmasını beklemişiz. Sürdürülebilirlik idealine daha yakın bulduğumuz teknolojilere doğru yönelirsek, krizin başımızda patlamasından kurtulabiliriz. Artan nüfus ve değişen teknolojilerle, herhangi bir yerde ya da zamanda neyin tam sürdürülebilir olduğunu da dakik şekilde belirlemek zordur, ama en azından kafamızdaki kavramlar açıktır, gideceğimiz yönü de bilmekteyiz.
EKOLOJİK EKONOMİ VE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK
Daha önceki bölümlerde ekolojik ekonomiyi tartışırken, doğal kaynakların “fiyatlarını doğru biçmeye” ve “doğru indirim oranlarını bulmaya” odaklanmıştık. Ekolojik ekonominin liderlerinden biri olan Herman Daly, bu görevleri, daha temel ve daha geniş bir sorun olan “ne kadar” kaynak kullanılacağından, kendimize ne kadarını kullanma izni vereceğimizden ayırmış bulunmaktadır. Daly’nin işaret ettiği nokta, fiyat biçme ve indirim uygulama konularının, mikro-ekonomi alt disiplini alanına girdiği, oysa ekolojik ekonominin “ne kadar” sorusuna eğilen makro-ekonomi’yi de ele almak zorunda olduğudur.
Daly burada, gemiye yük yükleme işlemini örnek olarak verir. Mikro-ekonomi size, doğru fiyatlarla ve indirim oranlarıyla, malı gemiye en dengeli şekilde yükleyip yerleştirmeye katkısı olacak ekonomik sistemi getirir. Tek başına bırakıldığında mikro-ekonomi, yükü en iyi şekilde yayar, ama gemiye aşırı yük yükleyebilir, batmasına sebep olabilir. Tıpkı bunun gibi, ekolojik mikro-ekonominin araçlarını da (yani “doğru” fiyatları ve indirim oranlarını da) kullanmakla, tek tek orman parçalarını en etkin ve rasyonel şekilde nasıl kullanacağımızı seçebiliriz, ama örneğin bölgesel ya da küresel çapta uygun iklimin ve güvenilir yeraltı suyunun kalıcı olması için geriye ne kadar bir orman örtüsü kalması gerektiğini göremeyiz. Daly şu aşamada, kaynakları büsbütün tüketmeden ya da bozmadan kullanabileceğimiz orman, su ve hava miktarının sınırlı olduğunu kabul eden bir makro-ekonomik sitemi tanımlamaya çalışmaktadır. Bir bakıma Daly, hem ekonomik, hem de ekolojik sistemlerin birlikte sürdürülebilir olması için, 2. Bölüm’de gösterilen ekolojik piramidin içindeki ekonomik piramidin kapsamının ne kadar olabileceğini bulmaya uğraşmaktadır.
Ekonomik piramit, ekolojik piramidin içinde nisbeten küçük bir yer kapladığında, yani örneğin ABD’nin 19. Yüzyıl’daki Vahşi Batı dönemi gibi zamanlarda, Kenneth Boulding’in kovboy ekonomisi dediği şeyi yaşayabilmek mümkündür. Vahşi topraklar yeterince geniştir ve bizim sömürülerimizi emip sindirebilmektedir. Bu sayede insanların ekonomik sistemi de, çevreye verdiği zararı görmezden gelebilmektedir. Kovboy, suyu, odunu ve toprağı canı istediği gibi kullanabilir, çöpünü atıp gidebilir, hiç bir şeyi yeniden üretime sokmayabilir, çünkü çok büyük bir alanda çok az sayıda kovboy vardır.
Diğer uçta da uzay gemisi ekonomisi vardır. Bu ekonomide, sınırlı biyolojik hayat-destek sistemimiz üzerinde her ekonomik faaliyetin kritik önemi vardır, her ekonomik sistem de hayat destek sistemimizi kritik düzeyde etkilemektedir. Küçük bir uzay gemisinde yaşamayı planlıyor-sanız, tüketilen her dirhem enerji ve üretilen her atık dikkatle analiz edilmek zorundadır. Eğer gelecekteki nüfus artışı bizi uzay gemisi ekonomisini benimsemeye zorlarsa, her şeyin yeniden üretime sokulması gerekecektir, çünkü dev insan grubunu destekleyebilmek için hemen hemen her damla suya, her dirhem enerjiye ihtiyaç olacaktır.
Şu anda, bu iki aşırı ucun ortasında bir yerlerdeyiz. Kovboy olamayız, çünkü ekonomik faaliyetlerimizin çapı (ekonomik piramidin büyüklüğü) öylesine artmış durumda ki, çevreyi büyük ölçüde etkiliyor ve biz çevresel hayat destek sistemimizi ciddî şekilde bozuyoruz. Biz henüz uzay adamı değiliz, çünkü ekolojik piramidin içindeki her enerji ve madde akışı, bizim kontrolümüzde değil. Ekonomik sistemimiz daha çok, züccaciyeci dükkânına girmiş boğaya benziyor, orada pek çok hasara yol açıyor, ama yine de ehlileştirilebilir ve ehlileştirilmelidir. Ekolojik makro-ekonominin rolü, boğanın ne kadar büyük olabileceğini tanımlamaktır, bu arada ekolojik mikro-ekonomi de onu, tabakları kırmaktan alakoymaya çalışır. Neoklasik makro-ekonomi, ekonomik büyümeye bu tür bir sınır tanımamaktadır, boğanın ne kadar büyük olabileceğine ya da kaç kovboyun veya uzay adamının desteklenebileceğine ilgi göstermemektedir, çünkü teknolojik ilerlemelerin her zaman tükenen ya da kirlenen doğal kaynakları telâfi edeceğini varsaymaktadır. Teknolojik gelişmenin potansiyelini ekolojik makro-ekonomi de tanımaktadır, ama aynı zamanda, toprak, su, hava, ormanlar, okyanuslar ve iklim gibi pek çok temel doğal kaynakların sınırlı ve ikame edilmez olduğunun da farkındadır. Ekolojik makro-ekonomi, sürdürülebilirliğin ekonomisidir. “Büyümenin sınırları”yla ilgili bu konuya, 8. Bölüm’de yine döneceğiz.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİKLE EŞİTLİK
ARASINDAKİ BAĞLANTILAR
Sürdürülebilirlik, diğer bir kutsal kavram olan eşitlikle pek çok ortak değerleri paylaşmaktadır. Her iki kavramı da açık bir şekilde tanımlamak oldukça zor olmakla birlikte, neyin sürdürülemez olduğuna ve neyin eşitsizlik olduğuna ilişkin örnekler vermek kolaydır. Geçmiş tarihimiz, doğal kaynakları sürdürülemez şekilde sömürmemizin ve insanlar arasında eşitsizliğin trajik olaylarıyla doludur. Sürdürülebilirlik de, eşitlik de, uzun süre sağlanamamış, hattâ belki hiç bir zaman sağlanamamıştır, gelecekte sağlanabilmelerine giden yol da çok belli değildir. Garrett Hardin, yakın geçmişte yayınladığı The Ostrich Factor (Devekuşu Faktörü) adlı kitabında, eşitliğin çoğu zaman hakkaniyet kavramıyla eş anlamda kullanıldığına işaret etmiştir. Thomas Jefferson’ın “bütün insanların eşit yaratılmış olduğunu aşikâr kabul ederiz” şeklindeki ünlü sözüne rağmen, Hardin herhangi iki kişinin asla eşit yaratılmış olamayacağını iddia etmektedir (genetik açıdan aynı olan tek yumurta ikizleri bile, ana rahmindeyken maruz kaldıkları bazı etkilerden ötürü hayatlarının ileriki dönemlerinde farklı olurlar). Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin günümüzdeki yorumuna göre, bütün insanlar, erkek ya da kadın olsun, kanun karşısında eşit muamele göreceklerdir ve bütün çocuklara iyi bir eğitim alabilmeleri açısından eşit fırsatlar tanınacaktır. Elbette ki, herkes eşitliğin bu tanımına ya da benimsenen bu amaçlara katılmadığı gibi, amaçlara ulaşılmış olduğunu da herkes kabul etmemektedir.
İyi ya da kötü şekilde tanımlanmış bu eşitlik kavramını biraz daha genişletir, kuşaklar arasındaki fırsat eşitliğini de kapsar hale getirirsek, o zaman eşitlik ve sürdürülebilirlik kavramlarının ayrılmaz şekilde birbirine bağlandığını görürüz. Gelecek kuşakların topraktan, tatlı sudan, ormanlardan, okyanuslardan ve iklimden bir servet ve refah sağlayabilmesi için, bizim bu doğal kaynakları, gelecek kuşakların kullanamayacağı kadar bozmamamız gerekir. Dolayısıyla eğer biz çocuklarımızla torunlarımızın da bize eşit fırsatlara sahip olmasını istiyorsak, doğal kaynaklarımızı sürdürülebilir şekilde kullanmanın yollarını bulmalıyız. Elbette ki, gelecek kuşakların daha ileri teknolojileri olabilir, bu sayede kirli havayla kirli suyu temizleyebilirler, geri kalan toprağı çok daha etkin kullanabilirler, ama o teknolojilerin ne kadar hızlı geliştirilebileceğini de henüz bilmiyoruz. Eğer gelecek kuşakların şimdi konuşma imkânı olsaydı, her halde Custer’ın çılgınlığına kapılıp teknolojilerin tam ânında geleceğini beklemek yerine, tedbirlilik ilkesini uygulamamızı yeğlerlerdi. Biz gelecek kuşakların fırsatlarını tehlikeye atmaksızın ne kadar bozulmaya ve kirliliğe izin verebileceğimizi bilemediğimize göre, neyin sürdürülebilir olduğunu pek de dakik hesaplayamayız. Ama yine de, neyin sürdürülebilir olduğunu açık bir şekilde tanımlayamamak, kavramın kendisini kaldırıp atmak için özür değildir, tam tersine, tıpkı eşitlik kavramında olduğu gibi, o amaca ulaşmaya henüz tam anlamıyla kendimizi adamamış olduğumuzun kanıtıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
* Brezilya’nın kocaman gagalı tipik kuşu.
HÂSILAYI YİYEMEZSİNİZ
TÇV’nin yayınladığı bir kitap,
Eric A. Davidson’ın
“Gayrisafî Millî Hâsılayı Yiyemezsiniz” adlı eseri.
Bu çok ilgi çekici kitabın bir bölümü
aşağıda verilmektedir.
Sürdürülebilirliği Ararken
Küçük Toprak Sahiplerinden
Makroekonomistlere
Sağ ayağınızı piyanonun pedalına bastığınızda, bir akor basıp elinizi çekebilir, armoninin rezonansını bir-iki dakika, hattâ daha uzun süre dinlemeyi sürdürebilirsiniz. Piyanonun taburesine oturmuş durumda, her sesin yavaş yavaş soluşunu dinlerken, sanki notalar, çok hafif de olsa, sonsuza kadar çınlayıp duracakmış gibi gelebilir. Sağ ayağınızın bastığı pedalın adı sürdürme pedalıdır.
Bugünlerde tarım, ormancılık, balık çiftlikleri ve kalkınma gibi alanlarda sihirli kelimenin sürdürülebilirlik olduğu görülüyor. Sürdürülebilir tarımın bir amacı, tıpkı piyanonun sürdürme pedalı gibi, yaptığını gidebildiği yere kadar götürmek olabilir. Bir başka ifadeyle, şimdi bir şey yapmamak, toprağın erozyonla kayıp gitmesine izin vermek, böylelikle hem bizim, hem de çocuklarımızla torunlarımızın uzak gelecekte verimli tarımı koruma ve sürdürme şansını yok etmek.
Bunun ya da daha başka sürdürülebilirlik tanımlarının sorunlarından biri, ileride çocuklarımızın elinde ne gibi teknolojiler olacağını ya da ihtiyaç duydukları kaynakları elde edebilmek için ne tür sorunlarla karşılaşacaklarını bilemeyişimizdir. Örneğin tarımı ele alsak, sürekli artan yiyecek talebi, şimdiki ve daha önceki uygulamalar sebebiyle doğmuş çevresel kirliliğe çare bulma niyeti ve mahsulü arttıracak yeni teknolojilerden yararlanma umuduyla, tarımsal uygulamalar sürekli değişmektedir. Piyanoda çalınan bir tek akoru sürdürmenin basitliğinden farklı olarak, gelecekte tarımın ve diğer insanî girişimlerin sürdürülebilirliği, ekoloji, ekonomi ve teknoloji arasında, şimdiki uygulamalardan daha sürdürülebilir olan yeni armoniler bulmakla mümkündür.
Sürdürülebilirliğin zorlukları, yerkürenin her yanında aynı değildir. Gelişmiş ülkeler için, 19. Yüzyıl’ın at koşulmuş sabanlarıyla insan elindeki çapalarının yerini çoktan traktörler almıştır, oysa bu eski yöntemler, tropik ülkelerin çoğundaki köylü çiftçiler tarafından hâlâ yaygın şekilde kullanılmaktadır. Kongo’daki bir çiftçi kadının, orman içindeki küçük bir açıklık alanı sürdüğü gün, Iowa’daki bir çiftçi, traktörünün içindeki bilgisayar ekranına bakmaktadır. Bilgisayarı uzaydaki uydularla sürekli temas halindedir, böylelikle ekrandaki dijital haritada traktörünün yerini açık bir şekilde görmektedir. Bilgisayar, traktörü kullanana, arazinin o noktasındaki gübre ve haşere ilâcı uygulamasını bir anda gösterir.
Afrikalı çiftçi kadınla onun soyundan gelenler, daha ne kadar zaman o çapayı kullanarak o toprağı ekebilir, büyüyen ailelerini bununla besleyebilir? Iowa’daki çiftçiyle onun soyundan gelenler, giderek ilerleyen teknolojileri kullanarak, haşere ilâçlarına ve gübreye olan ihtiyacı azaltabilecek, bu sayede yeraltı suyunun kirlenmesini, kuyuların yüzlerce yıllığına kapatılmasını önleyebilecekler midir? Afrika’daki ve başka yerlerdeki kalkınma, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ille de önce aşırı gübre kullanacak, aynı sorunları yaşayacak mıdır, yoksa gelişmekte olan dünyadaki tarım; kendi rotasını izleyecek, bu hataların bazılarından kaçınabilecek midir? Dünyanın bu çok farklı insanları, kültürleri, toprakları ve ekonomileri için uygun teknolojiler geliştirilebilecek midir? Teknoloji, üretimi arttırmayı sürdürebilecek, bir yandan da kirlenmeyi azaltarak bu uygulamaları sürdürülebilir hale getirecek midir?
Görünüşe göre herkes sürdürülebilir kalkınmadan yana. Ne de olsa, sürdürülemez bir kalkınmayı tercih ediyorum demek, en azından görünüşte, hiç hoş olmaz. Ama ne yazık ki, günümüz iş dünyasında kısa dönemli kârdan gelen ödüller pek boldur ve genellikle de doğal kaynakların sürdürülemez istismarıyla ilgilidir. Araştırmacılardan, yaygınlaştırmayı amaçlayanlardan ve kalkınma gruplarından meydana gelmiş küçük bir ordu, doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi konusunda yeni yaklaşımlar arayıp durmaktadır.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK ARAYIŞINDA BİR VAKA ETÜDÜ
Brezilyalı bir meslekdaşım, kendi ülkesinde sürdürülebilir tarım yaklaşımlarını arayanlardan biridir. Adı Cássio Pereira’dır, ziraatçi olarak mezun olmuştur ve şimdi de master yapmaktadır. Yenilikçi fikirleri, birlikte çalıştığı köylü çiftçilerle uyum sağlayabilme yeteneği, onların bugünkü, ormanlara zarar vererek ailelerini besleme uygulamalarına alternatifler bulma konusuna adanmışlığı, onu benim gözümde bir kahraman durumuna getirmiştir. Cássio’nun yaklaşımı, önce Doğu Amazon Havzası kırsal bölgesindeki köylü çiftçilerin (bu kişilere ‘küçük toprak sahipleri’ de denmektedir, çünkü her çiftçi kendi küçük arazisinin sahibidir) her zamanki tarım uygulamalarını dikkatle gözlemlemekle, onların kaygılarını ve dertlerini dinlemekle, değişen dünyaya nasıl uyum sağladıklarını anlamaya çalışmakla başlamaktadır.
Bu kırsal çiftçiler, kuşaklardan beri Amazon’a akan çeşitli akarsuların arasında yaşamaktadır. Bunlar Portekizli sömürgecilerin, Afrikalı kölelerin ve Amerika yerlilerinin karışık soyundan gelmektedir. Yaklaşık 1960’a kadar hemen hemen hiç yol bulunmayan bu bölgede, nakliye için hep nehirlerden yararlanmışlardı. Balık tutmuş, ava çıkmış, ormandan meyveler ve ilâçlar toplamış, ormanın küçük kısımlarını kesip tarla açarak ekmişlerdi. Gerçi nehirden yararlanarak biraz ticaret de yapmışlardı, ama daha çok kendi ektiklerini yiyerek yaşayan çiftçilerdi, yani bütün besinlerini kendileri üretiyor ve hemen hemen ürettikleri her şeyi de yiyorlardı. Pirinç, mısır ve manyok ektikleri tarlaları küçüktü, orayı açtıktan bir-iki yıl sonra terk etmek zorunda kalıyorlardı, çünkü toprak hemen verimsizleşiyor, tarlaları yaban otları bürüyordu. O zaman ormanın bir başka küçük alanını açıyorlar, orayı ekime hazırlıyorlardı.
Bu tür tarıma kes/yak tarımı ya da kayan tarım deniyordu, çünkü bir kaç yılda bir, yeni bir tarlaya ekim yapmak zorunluluğunu hissediyorlardı. Koskoca ülkede nüfusları seyrek olduğu sürece, bu tür tarım sürdürülebilir sayılabilirdi. İhtiyaç duydukları küçük tarlaları açmaya yetecek kadar bol ormanları vardı. Bir tarlayı terk ettiklerinde, orman orayı yine yutuyor, yavaş yavaş toprağın bereketi de geri geliyordu. Aradan bir kaç on yıl geçtiğinde, isterlerse oraya geri dönüp yeniden ekebiliyorlardı … ya da daha doğrusu, çocukları veya torunları oraya dönüyor, yeniden bereketli hale gelmiş toprak buluyordu. Orman alanının nüfusa bölümü yüksek bir kesir olduğu sürece, bu tür rotasyon sürdürülebilirdi ve zaten kuşaklar boyunca da sürdürülmüştü. Yaşadıkları hayat, bazı kimselerin bu satırları okuduklarında kapıldıkları izlenime uyacak kadar romantik ya da soylu bir hayat sayılmazdı. Bu insanların eğitime, sağlık/bakım hizmetlerine ya da diğer modern hizmetlere erişme imkânı pek azdı, ama genellikle yaşamlarını sürdürecek kadar kalori ve protein alabiliyorlardı, ormanları, nehirleri ve tarlaları da bir sonraki kuşağa bırakabiliyor, onların da kendi ihtiyaçlarını sağlamasını mümkün kılıyorlardı.
1960’larda Brezilya hükümeti, güneydeki başkent Brasilia’dan, Amazon liman kenti Belém’e kadar, 900 millik bir otoyol yaptığında, bölgede her şey değişmeye başladı. Bu otoyol, nehir toplumlarından macaw* uçuşuyla on ya da yirmi mil uzaktan geçiyordu. Arkadaşım Cássio şimdi orada çalışmaktadır. Bulunduğu yer, yolu olmayan bir yağmur ormanının epey içindedir, bu sebeple de bir kaç yıl boyunca oldukça izole durumda kalmayı sürdürebilmişlerdir. Ama çok geçmeden, otoyolun iki yanında ve yeni yan yolların yakınında sığır çiftlikleri boy göstermeye başlamıştır. Sonunda gün gelmiş, ancak kurak yaz mevsiminde kullanılabilen bu yan yollar uzayıp yayılmış, nehir toplumlarına kadar varmıştır. Otoyolu ve diğer yolları izleyenler, yalnız sığır çiftçileriyle arazi spekülatörleri olmamış, Brezilya’nın aşırı kalabalık bölgelerinden bir yığın yoksul ve topraksız insan da buralara göçmüş, karnını doyurmak için ekebileceği bir toprak parçası aramaya başlamıştır. Bu göçebe yoksulların toprağı elde etme yolu, gelip işgal etmek, üstüne oturmak olmuştur. Bu yüzden onlara squatters (oturanlar, çömelenler) denmeye başlamıştır. Göçebe yoksulların bir adı da, kayan ekiciler olmuştur (bu da “kayan tarla” sözünün bir uyarlamasıdır), çünkü yalnız küçük tarlalarını kaydırmakla kalmamakta, arasıra toplanıp kendileri de başka bölgelere göçmektedirler. Bu insanlar Brezilya’daki hakkaniyetsiz toprak ve servet dağılımının kurbanı durumuna düşmüş çok kalabalık bir gruptur, topraksızdırlar, göçüp durmaktadırlar ve büyük yoksulluk içindedirler.
Cássio’nun birlikte çalıştığı insanlar ise kendilerini bölgenin yerlisi sayarlar, çünkü büyük büyük dedeleri de o topraklarda yaşamıştır. Ama yeni kuşak yine de, buralara ulaşan yollarla, kasabalarla, pazarlarla, tüketim mallarıyla ve akıp gelen kalabalıkla başa çıkmak zorundadır. Gösterdikleri tepkilerden biri, daha fazla ürün yetiştirmek olmuştur. Bunları yeni kasabaların pazarlarında satabileceklerdir. Elde ettikleri paralarla batıya özgü ilâçları, radyoları, kol saatlerini, giysileri ve heves ettikleri diğer tüketim mallarını alabileceklerdir. Artık Brezilya’nın GSMH’sına katkıda bulunmaya başlamışlardır. Daha fazla ürün yetiştirmek, daha büyük tarla ister, ormanın daha geniş yerlerini açmak zorunluluğunu getirir. Aynı zamanda sığır çiftçileriyle squatter’lar da ormandan yer açmışlardır, dolayısıyla artık ormanlık alan çok azalmış, buna karşılık insanlar çok artmıştır. Yeni durum kesinlikle sürdürülemez bir durumdur. Bölgenin 1986 ve 1991’de çekilmiş uydu fotoğrafları, ormanlık alanın beş yıllık bir süre içinde nasıl hızla azaldığını göstermektedir. Bu bölgede orman kıyımı hızına bakılırsa, otuz beş yıl içinde hiç ormanlık alan kalmayacaktır.
Cássio bu arada, çiftçilerin primer ormanları (yani daha önce hiç bir zaman tam anlamıyla açılmamış alanları) kesmeyi tercih ettiğini de öğrenmişti. Sekonder ormanları (daha önce açılmış, sonra yeniden ormana dönüşmüş yerleri) açmayı tercih etmiyorlardı. Primer alanlardan daha çok ürün alabildiklerini iddia etmekteydiler. Cássio daha sonra bu fazla ürünün sebebini de keşfetmişti. Aslında o alanlar diğerlerinden daha verimli bir toprağa sahip değildi, ama çiftçiler, primer alanı açınca yabancı ot kontrolünü daha kolay yapabiliyor, sekonder alanlarda aynı başarıyı gösteremiyorlardı. Sekonder alanlarda, açılmış tarlayı yeniden orman doldurmadan önce, hızlı büyüyen bitkiler ortalığı kaplamış oluyor, sonra bunların tohumları toprakta kalıyor, alan ikinci kere ormandan temizlendiğinde bu yaban otları büyük sorun oluyordu. Cássio ayrıca, çiftçilerin mısırı, pirinci ve manyoku hâlâ eski geleneksel usullere göre ektiğini, aynı tarlaya aynı zamanda ektiğini, sıraları da muntazam bir şekilde düzenlemediklerini keşfetmişti.
Cássio, kasabanın ileri gelenlerini ikna etti, yeniden orman bürümüş sekonder alanlardan bir parçanın kendisine, küçük bir deneme çiftliği yapmak üzere verilmesini sağladı. Orada gelişmekte olan genç ormanı kesip yaktı, çiftliğin bir bölümüne mısır ve manyok, diğer bölümüne de pirinç ve manyok ekti. Çiftçilere, upuzun mısırların tarlalardaki daha küçük pirinçleri nasıl gölgelediğini, mısırla pirincin tarlalarını ayırırlarsa ürünün nasıl daha zengin olabileceğini gösterdi. Bir kaç çiftçi bunu kendileri denediklerinde, Cássio’ya bu sistemin bir başka avantajını anlattılar. Bu daha önce onun aklına gelmemişti. Ziraatçilerin çoğu, yabani ot, böcek ve bitki hastalığı gibi sorunları düşünme yönünde eğitilmiştir, oysa çiftçiler, kuşların gelip pirinci yediğine işaret etmekteydi. Bu kuşlar yakındaki ormandan uçarak gelmekte, kalın saplı mısırların üzerine konmakta, uzanıp pirinçleri yemekteydiler. Pirinci mısırdan ayırınca, kuşların artık pirince uzanabilmek için ihtiyaç duyacağı sağlam tünek kalmamıştı.
Cássio ayrıca ekimini sıralar halinde yapmış, böylelikle yaban otlarını çapayla ayıklama işini kolaylaştırmıştı. Yerel çiftçilerin kullandığı geleneksel çapalar, primer ormandan temizlenmiş tarladaki bir kaç otu ayıklamaya yetiyordu, ama sekonder ormandan temizlenmiş alanda, sıralı dikimlerin arasındaki ot temizleme işine uygun değildi. Cássio, bizim kendi bahçelerimizde kullandığımız bazı çapa türlerinden oraya örnekler getirtti. Ekinin düzgün sıralar halinde, aralarında uygun mesafe bırakılarak dikilmesi halinde, iyi bir çapayla ot sorununun kolayca çözümlenebileceğini, işin primer ormandan temizlenmiş tarladaki kadar kolaylaşacağını onlara gösterdi. Sonunda Cássio’nun deneme tarlasından, kendi çapasını, fikirlerini kullanıp kendi terini dökerek elde ettiği mahsul, çiftçilerin ortalama mahsulünden yüksek oldu.
Bir başka yenilik de, farklı mısır, pirinç ve manyok varyetelerinin denenmesi, bölgenin asitli, besini az toprağına hangisinin daha iyi uyum sağlayacağının görülmesi olmuştur. Sonunda Cássio, ürünün hasada hazır olmasının hemen öncesinde tarlasına ağaçlar dikmiş, böylece ağaçlar, ürüne bir zarar vermeden, vakitten kazanmıştır. Ağaçlar, legüm (geniş yapraklılar) familyasındandır. Gerekli bir bitki besini olan azotu, topraktan değil, havadan alabilmektedirler; bu da, fakir toprak söz konusu olduğunda önemli bir avantajdır. Ayrıca bu ağaçların kökleri toprakta, mısırla pirinçten çok daha derine inmekte, besinlerini çok daha geniş bir topraktan alabilmektedir. Ağaçlar çok hızlı büyümekte, büyürken dal ve yapraklarında besleyiciler biriktirmektedir. Cássio bunlara yalnız üç yıl süre vermekte, o süre içinde ağaçlar 5-6 metre boyuna ulaşmaktadır. Bu sürenin sonunda ağaçları kesip tarlayı yakmış, mısır, pirinç ve manyoku tekrar ekmiştir. Arada bu hızlı büyüyen, besin biriktiren ağaçların dikilmesiyle, toprağın daha çabuk hazır olmasını, sadece üç yıl içinde bile yeniden ekim yapılabilecek hale gelmesini ummuştur. Oysa bu çiftçilerin babalarının, dedelerinin gününde, bir tarlada yeniden orman yetişmesi için yirmi-otuz yıl beklemek gerekiyordu. Şimdi Cássio’nun ikinci ekimindeki ürünün de birincisi kadar iyi olup olmadığını göreceğiz, uyguladığı tarım tekniklerinin sürdürülebilir olup olmadığını anlayacağız. Aslında sürdürülebilirliği kanıtlamak için bir kaç ürün rotasyonunun gerekli olması da normaldir.
Siz belki çiftçilerin neden ekimi sıralar halinde yapmadığını, neden iyi çapa kullanmadığını merak edeceksiniz. Ama unutmayın ki, onların elinde arazi boldu, elde ettikleri ürün de balıkçılıktan, avcılıktan ve toplayıcılıktan sağladıklarına ek olarak kullanılıyordu. O günlerde süper-etkin mahsul elde etmeye ihtiyaçları yoktu. Primer ormanlardan açılan tarlalarda hâlâ arazinin ortasından geçen bir kaç iri çotuk bulunuyor, muntazam sıralar halinde ekim yapmayı hemen hemen imkânsız kılıyordu. Ama bugün, çok ürün elde edip satma peşindeler, ellerinde gelecekte açmak zorunda kalacakları orman azalmış durumda. Demek ki, çok daha etkin bir tarım sistemine ihtiyaçları var.
Cássio’nun yenilikleri oldukça basit, ucuz, uygulamaya hazır yöntemlerdir. Sistemi geleneksel yaklaşımdan daha entansiftir, ama geleneksel uygulamaların bazılarını da içermekte, rotasyona ve diğer ürünlerle birlikte manyok ekmeye de yer vermektedir. Çiftçilerin işe kendilerinin katılmasını sağlamakta, iki yönlü bilgi ve tecrübe akımı kolaylaştırılmaktadır. Cássio’nun çalışmaları, Güney ve Orta Amerika’da, Afrika’da ve Asya’da tarım uygulamalarını geliştirme yolunda, geleneksel yöntemleri mümkün olduğu kadar kullanırken modern teknolojileri de kullanma yolunda gösterilen çabaların yalnızca iyimser bir örneğidir. Bu çabalar sırasında, dünyanın her yanında yer alan o kaçınılmaz ekonomik ve sosyal değişimlere cevap verebilmek de önemli bir amaç olarak dikkate alınmaktadır.
SÜRDÜRÜLEBİLİR TARIMDA ÇEŞİTLİLİK
Cássio’nun yenilikleri belki bölgenin küçük toprak sahiplerine, yoksul olmalarına rağmen çok da çaresiz olmayan o kişilere yararlı olabilir, ama squatter’lerin, kayan tarımcıların pek fazla işine yarayacağını ummak kolay değildir. O terimi icat etmiş olan Norman Myers, tropik orman kıyımının üçte ikisine, kayan tarımcıların yol açtığını tahmin etmektedir. Bu tür kişilerin sayısı, bütün dünya dikkate alındığında, yüzlerce milyonu bulmaktadır. Bu tahmine katılma konusunda pek hevesli değilim, çünkü bence Myers bir o kadar önemli olan başka bir tahmininde, ticarî odunculuk sebebiyle uğranan kayıp konusunda tahminî rakamını çok düşük tutmuştur; ama ileri sürdüğü ana noktaya katılmamak mümkün değildir, göç edip duran topraksız yoksullar gerçekten de dev bir sorundur ve bu sorunun çok yıkıcı sosyal, ekonomik ve çevresel sonuçları söz konusudur. Kendi toprağına sahip olmayan insanların, o toprağa iyi bakması için o kadar da güçlü sebepler yoktur. En önemlisi de, bir sonraki yemeğini nasıl bulacağından emin olamayacak kadar yoksul insanlar, kısa vâdeli sağ kalma sorunlarıyla öylesine dopdoludur ki, uzun vâdeli sürdürülebilirliğe kaygılanmalarını beklemek de gerçekçi olmaz. Dünyanın en zeki teknolojileri, en yenilikçi sürdürülebilirlik fikirleri bile, yoksulluktan kaynaklanan çaresizliğin getirdiği kıyımı alt edemez. Kayan tarımcıların sürdürülebilir tarıma ve sürdürülebilir kalkınmaya yönelmesi için çok zor sosyal kararlara ihtiyaç vardır, toprak mülkiyeti haklarının değiştirilmesi ve bu insanların hayatlarını kazanabilmesi için başka alternatiflerin geliştirilmesi gerekmektedir.
Sürdürülebilir tarım yalnız tropik bölgelerdeki küçük toprak sahipleri açısından değil, dünyanın her yanında modern teknoloji kullanan orta ve büyük arazi çiftçileri açısından da çok tartışılan bir konudur. Küresel pozisyonlandırma sistemine sahip bir bilgisayarlı traktör, tarlaların her yanına rastgele fazla gübre saçmaktansa, hangi noktasına ne kadar gübre verildiğini ayarlamak konusunda hayli mesafe alınmış olduğunun uç örneklerinden biridir. Bir başka yenilik de, sabanı büsbütün fırlatıp atmak, ya da çok nâdiren kullanmakla ilgilidir. Toprağı sürmek genellikle erozyona yol açmakta, topraktaki organik maddeler kaybedilmekte, besleyiciler derelere ve yeraltı sularına kaçmaktadır. Sonunda toprağın kendi bereketi yok olunca, bu sefer gübre kullanmak şart olmakta, 6. Bölüm’de ele aldığımız su kirliliği sorunları başlamaktadır. Toprak erozyonu devam edip yeryüzü ve yeraltı suları giderek kirlenirken, bu tarım sisteminin sürdürülebilir olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Bir çok çiftçi, sürmeme ya da koruyucu sürme yöntemlerini kullanmaya başlamış, toprağı mümkün olduğu kadar az karıştırmaya özen gösterir olmuştur. Özel tohumlama makinaları, toprağı hiç kazmadan tohumları gerekli derinliğe yerleştirmektedir. Sürmeyince, toprağı erozyonla kaybetme ihtimali azalmakta, topraktaki organik maddeler de daha az dekompoze olmakta, daha az bozulmaktadır. Hattâ, toprağı besleyicilerle zenginleştiren organik maddelerin, koruyucu sürme uygulamalarıyla yavaş yavaş arttığı da kanıtlanmıştır.
Hayatın bütün alanlarında olduğu gibi, bu yeni yaklaşımla ilgili olarak da, bir şey uğruna bir şeyi feda etme durumu dikkate alınmak zorundadır. Toprağı sürmenin başta gelen amaçlarından biri, zaten yabani otları kontrol etmektir. Arkadaşım Cássio’nun kes/yak tarımında bu otları çapayla en iyi ne şekilde kontrol etmek gerektiğine ilişkin gösterdiği çabalar nasıl başarılı olduysa, en modern teknolojiyi kullanan çiftçiler için de başarılı olmak zorundadır. Toprağın sürülmesi en aza inince, yabani otlar bir sorun olabilir. Buna verilebilecek cevaplardan biri, daha çok herbisit (selektif, yani seçerek yabancı otu öldüren ilâçlar) kullanmaktır, ama o zaman da dereleri, gölleri ve yeraltı sularını kirletme ihtimali artmaktadır. Toprağı sürmekle yabani otları kontrol etme arasındaki o doğru dengeyi bulmak, erozyon kontrolü ve daha çok organik madde birikmesi uğruna toprağı sürmemek, beri yandan herbisitleri de mümkün olduğu kadar iyi niyetle kullanmak, günümüzde ABD, Avrupa, Avustralya ve gelişmekte olan ülkeler üniversitelerinden pek çoğunun araştırmalarında odak noktası haline gelmiştir. Koruyucu sürme uygulamalarının çiftçilerce benimsenmesi, ancak bütün girdilerin bir araya geldiği, kanıtlanmış fikirlerle teknolojilerin derlenip bu enformasyonun, ekonomik teşviklerle birlikte, etkili şekilde dağıtıldığı zaman gerçekleşecektir.
Teknolojiler arasındaki çok büyük farklara rağmen, dünyanın her yanındaki çiftçilerin bütünü toprağa ve iklime bağımlı durumdadır ve bu etkenler ürün verimini sınırlamaktadır. Ayrıca bu insanlar, bütün bireylerin karar verme sırasında etkisi altında kaldığı sosyo-ekonomik güçlerden de kurtulamazlar. Sürdürülebilir tarım uygulamalarını, yalnız sosyo-ekonomik faktörlere odaklanarak, iklimi ve toprağı görmezden gelerek, ya da bunun tam tersini yaparak çözme çabaları, başarısız olmaya mahkûmdur.
Gerçek anlamda sürdürülebilir bir tarım her halde ancak pek az yerde ve pek kısa sürelerle mümkün olabilmiştir. Doğu Amazon’da 1960’a kadar yaşayan, çiftçi-balıkçı-avcı-toplayıcı insanların yalnızca kendilerini besleyen tarımı, belki sürdürülebilir tarımın bir örneği olarak kabul edilebilir. Ohio ve Pennsylvania’da yaşayan Amish inancına sahip çiftçiler de bir başka örnek olabilir. Diğer örnekler her halde insan nüfusunun sınırlı olduğu, teknolojilerin henüz ham olduğu, hayatın zor olduğu zaman ve yerlere ait örnekler olacaktır. Modern teknolojinin, makinaları, gübreleri, haşere ilâçlarıyla birlikte ortaya çıkışı çok verimli olmuş ve bizi oldukça iyi besleyebilmiştir, ama buna karşılık toprağı yoksullaştırmış, yeraltı suyunu kirletmiş olduğuna göre, sürdürülebilir olarak nitelenemez. Biz veresiye yaşamışız, bu lüksü ödünç alınmış bir zaman içinde sürdürmüşüz, toprağın bereketsizleşmesi ve yeraltı sularının kirliliği sorunlarının kriz boyutlarına varmasını beklemişiz. Sürdürülebilirlik idealine daha yakın bulduğumuz teknolojilere doğru yönelirsek, krizin başımızda patlamasından kurtulabiliriz. Artan nüfus ve değişen teknolojilerle, herhangi bir yerde ya da zamanda neyin tam sürdürülebilir olduğunu da dakik şekilde belirlemek zordur, ama en azından kafamızdaki kavramlar açıktır, gideceğimiz yönü de bilmekteyiz.
EKOLOJİK EKONOMİ VE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK
Daha önceki bölümlerde ekolojik ekonomiyi tartışırken, doğal kaynakların “fiyatlarını doğru biçmeye” ve “doğru indirim oranlarını bulmaya” odaklanmıştık. Ekolojik ekonominin liderlerinden biri olan Herman Daly, bu görevleri, daha temel ve daha geniş bir sorun olan “ne kadar” kaynak kullanılacağından, kendimize ne kadarını kullanma izni vereceğimizden ayırmış bulunmaktadır. Daly’nin işaret ettiği nokta, fiyat biçme ve indirim uygulama konularının, mikro-ekonomi alt disiplini alanına girdiği, oysa ekolojik ekonominin “ne kadar” sorusuna eğilen makro-ekonomi’yi de ele almak zorunda olduğudur.
Daly burada, gemiye yük yükleme işlemini örnek olarak verir. Mikro-ekonomi size, doğru fiyatlarla ve indirim oranlarıyla, malı gemiye en dengeli şekilde yükleyip yerleştirmeye katkısı olacak ekonomik sistemi getirir. Tek başına bırakıldığında mikro-ekonomi, yükü en iyi şekilde yayar, ama gemiye aşırı yük yükleyebilir, batmasına sebep olabilir. Tıpkı bunun gibi, ekolojik mikro-ekonominin araçlarını da (yani “doğru” fiyatları ve indirim oranlarını da) kullanmakla, tek tek orman parçalarını en etkin ve rasyonel şekilde nasıl kullanacağımızı seçebiliriz, ama örneğin bölgesel ya da küresel çapta uygun iklimin ve güvenilir yeraltı suyunun kalıcı olması için geriye ne kadar bir orman örtüsü kalması gerektiğini göremeyiz. Daly şu aşamada, kaynakları büsbütün tüketmeden ya da bozmadan kullanabileceğimiz orman, su ve hava miktarının sınırlı olduğunu kabul eden bir makro-ekonomik sitemi tanımlamaya çalışmaktadır. Bir bakıma Daly, hem ekonomik, hem de ekolojik sistemlerin birlikte sürdürülebilir olması için, 2. Bölüm’de gösterilen ekolojik piramidin içindeki ekonomik piramidin kapsamının ne kadar olabileceğini bulmaya uğraşmaktadır.
Ekonomik piramit, ekolojik piramidin içinde nisbeten küçük bir yer kapladığında, yani örneğin ABD’nin 19. Yüzyıl’daki Vahşi Batı dönemi gibi zamanlarda, Kenneth Boulding’in kovboy ekonomisi dediği şeyi yaşayabilmek mümkündür. Vahşi topraklar yeterince geniştir ve bizim sömürülerimizi emip sindirebilmektedir. Bu sayede insanların ekonomik sistemi de, çevreye verdiği zararı görmezden gelebilmektedir. Kovboy, suyu, odunu ve toprağı canı istediği gibi kullanabilir, çöpünü atıp gidebilir, hiç bir şeyi yeniden üretime sokmayabilir, çünkü çok büyük bir alanda çok az sayıda kovboy vardır.
Diğer uçta da uzay gemisi ekonomisi vardır. Bu ekonomide, sınırlı biyolojik hayat-destek sistemimiz üzerinde her ekonomik faaliyetin kritik önemi vardır, her ekonomik sistem de hayat destek sistemimizi kritik düzeyde etkilemektedir. Küçük bir uzay gemisinde yaşamayı planlıyor-sanız, tüketilen her dirhem enerji ve üretilen her atık dikkatle analiz edilmek zorundadır. Eğer gelecekteki nüfus artışı bizi uzay gemisi ekonomisini benimsemeye zorlarsa, her şeyin yeniden üretime sokulması gerekecektir, çünkü dev insan grubunu destekleyebilmek için hemen hemen her damla suya, her dirhem enerjiye ihtiyaç olacaktır.
Şu anda, bu iki aşırı ucun ortasında bir yerlerdeyiz. Kovboy olamayız, çünkü ekonomik faaliyetlerimizin çapı (ekonomik piramidin büyüklüğü) öylesine artmış durumda ki, çevreyi büyük ölçüde etkiliyor ve biz çevresel hayat destek sistemimizi ciddî şekilde bozuyoruz. Biz henüz uzay adamı değiliz, çünkü ekolojik piramidin içindeki her enerji ve madde akışı, bizim kontrolümüzde değil. Ekonomik sistemimiz daha çok, züccaciyeci dükkânına girmiş boğaya benziyor, orada pek çok hasara yol açıyor, ama yine de ehlileştirilebilir ve ehlileştirilmelidir. Ekolojik makro-ekonominin rolü, boğanın ne kadar büyük olabileceğini tanımlamaktır, bu arada ekolojik mikro-ekonomi de onu, tabakları kırmaktan alakoymaya çalışır. Neoklasik makro-ekonomi, ekonomik büyümeye bu tür bir sınır tanımamaktadır, boğanın ne kadar büyük olabileceğine ya da kaç kovboyun veya uzay adamının desteklenebileceğine ilgi göstermemektedir, çünkü teknolojik ilerlemelerin her zaman tükenen ya da kirlenen doğal kaynakları telâfi edeceğini varsaymaktadır. Teknolojik gelişmenin potansiyelini ekolojik makro-ekonomi de tanımaktadır, ama aynı zamanda, toprak, su, hava, ormanlar, okyanuslar ve iklim gibi pek çok temel doğal kaynakların sınırlı ve ikame edilmez olduğunun da farkındadır. Ekolojik makro-ekonomi, sürdürülebilirliğin ekonomisidir. “Büyümenin sınırları”yla ilgili bu konuya, 8. Bölüm’de yine döneceğiz.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİKLE EŞİTLİK
ARASINDAKİ BAĞLANTILAR
Sürdürülebilirlik, diğer bir kutsal kavram olan eşitlikle pek çok ortak değerleri paylaşmaktadır. Her iki kavramı da açık bir şekilde tanımlamak oldukça zor olmakla birlikte, neyin sürdürülemez olduğuna ve neyin eşitsizlik olduğuna ilişkin örnekler vermek kolaydır. Geçmiş tarihimiz, doğal kaynakları sürdürülemez şekilde sömürmemizin ve insanlar arasında eşitsizliğin trajik olaylarıyla doludur. Sürdürülebilirlik de, eşitlik de, uzun süre sağlanamamış, hattâ belki hiç bir zaman sağlanamamıştır, gelecekte sağlanabilmelerine giden yol da çok belli değildir. Garrett Hardin, yakın geçmişte yayınladığı The Ostrich Factor (Devekuşu Faktörü) adlı kitabında, eşitliğin çoğu zaman hakkaniyet kavramıyla eş anlamda kullanıldığına işaret etmiştir. Thomas Jefferson’ın “bütün insanların eşit yaratılmış olduğunu aşikâr kabul ederiz” şeklindeki ünlü sözüne rağmen, Hardin herhangi iki kişinin asla eşit yaratılmış olamayacağını iddia etmektedir (genetik açıdan aynı olan tek yumurta ikizleri bile, ana rahmindeyken maruz kaldıkları bazı etkilerden ötürü hayatlarının ileriki dönemlerinde farklı olurlar). Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin günümüzdeki yorumuna göre, bütün insanlar, erkek ya da kadın olsun, kanun karşısında eşit muamele göreceklerdir ve bütün çocuklara iyi bir eğitim alabilmeleri açısından eşit fırsatlar tanınacaktır. Elbette ki, herkes eşitliğin bu tanımına ya da benimsenen bu amaçlara katılmadığı gibi, amaçlara ulaşılmış olduğunu da herkes kabul etmemektedir.
İyi ya da kötü şekilde tanımlanmış bu eşitlik kavramını biraz daha genişletir, kuşaklar arasındaki fırsat eşitliğini de kapsar hale getirirsek, o zaman eşitlik ve sürdürülebilirlik kavramlarının ayrılmaz şekilde birbirine bağlandığını görürüz. Gelecek kuşakların topraktan, tatlı sudan, ormanlardan, okyanuslardan ve iklimden bir servet ve refah sağlayabilmesi için, bizim bu doğal kaynakları, gelecek kuşakların kullanamayacağı kadar bozmamamız gerekir. Dolayısıyla eğer biz çocuklarımızla torunlarımızın da bize eşit fırsatlara sahip olmasını istiyorsak, doğal kaynaklarımızı sürdürülebilir şekilde kullanmanın yollarını bulmalıyız. Elbette ki, gelecek kuşakların daha ileri teknolojileri olabilir, bu sayede kirli havayla kirli suyu temizleyebilirler, geri kalan toprağı çok daha etkin kullanabilirler, ama o teknolojilerin ne kadar hızlı geliştirilebileceğini de henüz bilmiyoruz. Eğer gelecek kuşakların şimdi konuşma imkânı olsaydı, her halde Custer’ın çılgınlığına kapılıp teknolojilerin tam ânında geleceğini beklemek yerine, tedbirlilik ilkesini uygulamamızı yeğlerlerdi. Biz gelecek kuşakların fırsatlarını tehlikeye atmaksızın ne kadar bozulmaya ve kirliliğe izin verebileceğimizi bilemediğimize göre, neyin sürdürülebilir olduğunu pek de dakik hesaplayamayız. Ama yine de, neyin sürdürülebilir olduğunu açık bir şekilde tanımlayamamak, kavramın kendisini kaldırıp atmak için özür değildir, tam tersine, tıpkı eşitlik kavramında olduğu gibi, o amaca ulaşmaya henüz tam anlamıyla kendimizi adamamış olduğumuzun kanıtıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
* Brezilya’nın kocaman gagalı tipik kuşu.
DOĞADA İLÂÇ ARAYIŞI
DOĞADA İLÂÇ ARAYIŞI
TÇV’nin 2004’te yayınladığı bu kitapta;
Mark J. Plotkin,
doğadaki şifa verici sırların etkileyici
örneklerini verirken, piyasada satılan ilâçlarda
bitki ve hayvanlardan elde edilen maddelerin ne
kadar önem taşıdığını anlatıyor.
Herkesi heyecanlandıracak bu kitabın
bir bölümü aşağıda verilmektedir.
MAYMUNLARIN
BİTKİLERİ
1980 Yılı’nın yaz mevsiminde, Doğu Brezilya’nın bir zamanlar görkemli ormanlar olan bölgelerinde dolaşma fırsatını buldum. Avrupa’dan ilk gelen kâşifler, bu ormanların güzelliği ve çeşitliliği karşısında şaşıp kalmışlardı. Ağaçlık bölge Brezilya’nın en doğudaki ucundan başlayıp güneye, bugün Paraguay ve Arjantin olan yörelere doğru, kesintisiz bir yay halinde uzanıyordu. Oysa şimdi elde kalan, bir zamanlar var olanın ufacık bir parçasıdır. Sağda solda bir kaç küçük cep halinde ormanlarda, bitkilerle hayvanlar giderek küçülen bir alanda yaşayabilme savaşı vermektedir. Eski orman örtüsünün % 96’dan fazlası yok olmuştur. Birbirine uzak o orman kalıntılarında dolaşırken kulağıma sürekli olarak kamyon, buldozer, radyo ve insan sesleri geliyordu. Uygarlığımızın, son kalan bu parçaları da yok etmekte kararlı olduğunun sürekli bir hatırlatıcısı!
Ormanın kendisi hemen hemen boş gibiydi. Güney Amerika yağmur ormanlarının simgesi olan iri kara hayvanları, jaguar ya da bölgeye özgü peccari domuzları avlana avlana öylesine yok edilmişti ki, yerlerde bir çift ayak izi bile göremedim. Tukan’ların tüyler ürperten çağrıları, makav’ların kulak delici çığlıkları kalmamıştı. Tabiî, bu ormanlarda yok edilen yalnızca bu dikkat çekici hayvanlar değildi. Yolculuğuma hazırlanırken, beşyüz yıl önce bu ormanlara girme cesaretini gösteren ilk Portekizli kâşiflerin notlarını okumuştum. Yazdıkları satırlar, bir zamanlar buralara egemen olan savaşçıların öyküleriyle doluydu. Evet, ormanlar ilk zamanki alanlarının % 90’dan fazlasını kaybetmişlerdi, bu arada Botocudos ve Tupinikin kabilelerinin de soyu tamamen tükenmişti.
O kızılderililerin ve bir zamanlar onların yaşama yeri olan ulu ormanların tıbbî mirası nedir? Amazon ormanları bize ipeka’yı, tübokürarin’i vermiştir. Tropik Afrika, fizostigmin ile strofantin’i sunmuştur. Asya ormanları da ajmalin ve rezerpin’i ikram etmiştir. Bu ilâçların her biri, yerel kabile halkının neler kullandığı incelenerek geliştirilebilmiştir. Ama Doğu Brezilya yağmur ormanlarının bitkilerinden bir tek tıbbî bileşik bile geliştirilmiş değildir, sebebi de, besbelli Botocudos ve diğer kabilelerin, onlarla birlikte herhangi bir etnobotanik çalışma yapılamadan önce tükenmiş olmasındandır.
Bize rehber olacak yerli halklar yoksa, hangi bitkilerin laboratuvar araştırmalarına değer bitkiler olduğunu nasıl belirleyebiliriz? Örneğin Surinam’daki onaltı park ve koruma altındaki bölgeden onikisinin içinde de, yakınlarında da, yaşayan hiç bir kızılderili yoktur. Bu tür durumlara tropik bölgelerde giderek daha çok rastlanmaktadır. Eğer bitkilerin ürettiği yeni ve yararlı bileşikleri bulacaksak, bunun en iyi yolu nedir?
İkinci Dünya Savaşı sırasında Çin Hindi’ndeki balta girmemiş ormanların üzerinde uçmaya hazırlanan Amerikalı havacılara, vurulup düşürülürlerse nasıl sağ kalacakları öğretilirken, “maymunlar ne yiyorsa siz de onu yiyin” denirdi. Gerçi bu öğüdün iddialı değeri her halde daha çok psikolojikti (bazı maymunların odacıklı mideleri, insanları zehirleyecek, hattâ öldürecek yaprakları sindirebilmelerini sağlamaktadır ama sonunda esas yararını tıbbî tedaviler dalında göstereceğe benzemektedir. Adım adım öğrendiğimize göre, bir çok durumlarda hayvanların iç güdüleri, onlara ilâç yerine geçecek bitkilerle ilgili bilgiler programlamıştır, oysa bu bilgileri insanlar daha yeni yeni fark etmekte ve incelemeye başlamaktadır. En olağanüstü örneklerden biri, Doğu Brezilya’nın Atlantik ormanlarında yaşayan ve soyu tükenme tehlikesiyle yüzyüze bulunan bir maymun türü üzerinde yapılan araştırmalardan gelmiştir.
1980’lerin başında, Harvard’da biyolojik antropoloji master öğrencilerinden Karen Strier, Doğu Brezilya’daki Minas Gerais Eyaleti’ne, maymunları kendi doğal habitatlarında incelemeye gitmişti. Çalışma alanı olarak Feliciano Miguel Abdala’nın çiftliğini seçti. Bu çiftçi, kendi arazisi üzerinde dört mil kare boyundaki ormanlık bölgede bir koruma alanı geliştirmişti. Orada (tüylü örümcek maymunları diye bilinen) bir muriqui nüfusu barınmaktaydı. Bunlar Yeni Dünya maymunlarının en irileriydi. Strier’in çalışmaları kısa zamanda onu çok şaşırtıcı bazı sonuçlara götürdü. Muriqui’lerin beslenme biçiminde, diğer maymunlara göre tanen içeriği çok daha yüksekti. Dizanteri ilâcı olan Enterovioform’un yaklaşık %50’si tanenlerden ibarettir. Harvard’lı araştırmacı, acaba maymunlar parazitleri öldürmek, genellikle parazitlerle birlikte ortaya çıkan diyareyi kontrol edebilmek için beslenme biçimlerini mi değiştiriyorlar, diye merak etti. Daha sonraki araştırmalar, bu ormandaki muriqui’lerde hiç parazit bulunmadığını ortaya çıkardı … bu da yağmur ormanlarında yaşayan maymunlar için ender bir durumdu. Söz konusu bitkilerin de bazıları, Amazon kızılderililerinin parazitleri kontrol etmek için kullandıklarının aynısı, ya da onlara çok benzer şeylerdi.
Üreme mevsiminin başlamasından hemen önce Stier, muriqui’lerin antimikrobiyal bileşimler bakımından zengin olan yalnızca iki tür ağacın yapraklarını yemekte olduklarını fark etti. Yılın aynı döneminde maymunlar, beslenmek için maymun kulağı ağacını ziyaret ediyorlardı (bu adın takılışı, meyvesinin biçiminden ötürüydü). Genelde maymunlar ağacı meyveyle dolu bulunca, hepsini yiyor, hemen hemen bitiriyorlardı. Oysa Strier’e göre muriqui’ler, biraz yiyip oradan ayrılıyor, sanki tadına bakmak yeterliymiş gibi davranıyorlardı. Harvard’a döndüğünde, o meyvelerde bol miktarda stigmasterol bulunduğunu öğrendi. Bu kimyasal, projesteron üretiminde kullanılıyordu. Projesteron, doğum kontrol haplarında kullanılan maddeydi. Bitki hormonları hayvanların doğurganlığını etkileyebilir. Bu ormanın maymunları, doğum kontrol haplarını insan kuzenlerinden binlerce yıl önce mi keşfetmişlerdi?
Duke Üniversitesi primatologlarından (maymun uzmanı) Dr. Ken Glander, Orta Amerika’nın uluyan maymunlarını yıllar boyunca incelemiş, sonunda Karen Strier’inkilere paralel sonuçlara varmıştı. Glander’ın hipotezine göre, uluyan maymunlar seçilmiş bazı bitkileri yiyor, bu yolla doğuracakları yavrunun cinsiyetini belirliyorlardı! Glander, uluyanların dişilerinin, çiftleşme öncesinde ve sonrasında yedikleri bazı bitkileri başka zamanlarda hiç yemediklerine dikkat çekiyordu. Yirmi yılı aşkın çalışmalarının sonunda, uluyanlardan bazılarının yalnız erkek yavrular doğurduğunu, diğerlerinin de yalnız dişiler doğurduğunu gözlemlemişti. Böyle bir şeyin tesadüf sonucu olması, biraz zayıf ihtimaldi. “Dişi” sperm (X kromozomu taşıyanlar), asitli ortamda “erkek” spermlerden (Y kromozomu taşıyanlardan) daha iyi performans veriyordu. Bunun tersi de geçerliydi. Uluyanların dişileri acaba üreme kanallarındaki kimyasal ortamı mı kontrol ediyorlardı … ve eğer ediyorlarsa, bunu neden yapıyorlardı? Glander’ın tezi, bundan bitki kökenli östrojen benzeri kimyasalların etki yapmış olabileceği yolundaydı. Maymun gruplarında genellikle erkeklerin, genlerini bir sonraki kuşağa dişilerden daha fazla miktarda aktarabildiklerine dikkat etmişti. Bu durumda, bir dişinin daha çok erkek yavrular doğurmasının neden avantajlı olabileceği de ortaya çıkıyordu. Ama grupta çok fazla erkek varsa, o zaman da dişi yavruların neden rağbette olacağı belliydi.
Hayvanların bitkileri ilâç olarak nasıl kullandığının incelenmesine son zamanlarda “zoofarmakognozi” adı verilmiştir, ama bizim bu olguyu gözlemlememiz, hiç kuşkusuz, çok eski tarihlere dayanmaktadır. Köpeklerin sağlıksız bir şey yuttukları, onu çıkarmak istedikleri zaman nasıl kusturucu otlar yediklerini görmeyenimiz var mıdır? Pennsylvania Üniversitesi’nden başarılı ekolog Dr. Dan Janzen şöyle yazmaktadır: “Bitki yiyen omurgalıların bu işi arasıra, kendi reçetelerini yazıyormuş gibi yapıp yapmadıklarını sormak isterdim.”
Bazen hayvanlar bize bilgelikleriyle ders verirken, bazen de yaptıkları saçmalıklarla ders verirler. Kuzey Amerika ineklerinin yirminci yüzyıl başlarında yaptığı ölümcül beslenme hatalarından ortaya bir kaç başarılı ilâç çıkmıştı. Şubat 1933’te bir Cumartesi öğleden sonra, tipi ortalığı kasıp kavururken, Wisconsin’lı bir çiftçi, elinde bir kova kanla, kimyager Dr. Karl Link’in ofisine gelmişti. Aslında Deer Park yakınlarından buralara yaklaşık ikiyüz mil yolu aşarak gelmiş, önce Madison’daki Wisconsin Üniversitesi’nde bulunan eyalet veterinerinden yardım istemeye çalışmıştı. Ama hafta sonu olduğu için veterinerin ofisi kapalıydı. Çaresiz kalan çiftçi, kapısının kilitli olmadığını gördüğü ilk binaya yönelmişti, orası da biyokimya binasıydı.
Kovada taşıyıp getirdiği kan pıhtılaşmamıştı. Adamın ineklerinden bir kaçı, kan kaybından ölmüştü. Şimdi de boğasının burnundan kan boşalıyordu. Hayvanlarını her zamanki gibi yine çürümüş tatlı yoncayla beslemekteydi.
Kanama hastalığı ilk olarak 1920’lerde, hem Kuzey Dakota’da, hem de Kanada’nın Alberta bölgesinde görülüp rapor edilmişti. Uzmanlar hastalığa yol açan şeyin, hayvanlara çürümüş tatlı yonca vermek olduğunu tesbit etmişlerdi, ama onu nasıl iyi edeceklerini bilmedikleri gibi, yoncadaki hangi maddenin buna yol açtığını bulamamış, o bileşimi izole edememişlerdi. Tavsiyeleri, çürümüş yemi imha edip, hasta hayvanlara kan nakli yapmaktı. Link’in tavsiyesi de aynı olmuştu. Ama ne yazık ki, çiftçinin elinde, hayvanlarına verecek alternatif bir yem yoktu. Büyük ekonomik kriz yıllarında, Wisconsin gibi kırsal bir yerde, kan nakli yapmak gibi bir imkânı da yoktu.
Link, yardımcı olamamanın sıkıntısı içinde, sorunu doktora sonrası öğrenimini sürdüren Alman öğrenci Eugene W. Schoeffel’e açtı. Schoeffel aşırı duygusal, çok idealist bir insandı. İkide bir Goethe’den, Shakespeare’den alıntılar yapmayı severdi. Çürümüş yonca bulmacasını o üstlendi, kendi kişisel savaşı haline getirdi. Arkadaşlarıyla birlikte o yoncaları yedi yıl boyunca analiz ettiler, sonunda ölümcül etkeni belirleyip izole etmeyi başardılar. Suçlu, dikumarol adlı bir kimyasaldı. Doğru bir hipotezle ortaya çıktılar. Bu maddenin fazlası hemorajiye yol açıyorsa, az miktarda kullanıldığında yararlı bir antikoagülan olabilir demekti. Bugün dikumarol (ve onun sentetik analogları) sıklıkla antikoagülan olarak kullanılmaktadır, özellikle de pulmoner emboli ve venöz trombozun önlenmesinde ve tedavisinde işe yaramaktadır.
Yoncanın analizi, bir tek türün çok çeşitli ürünlere kaynak olabileceği konusunda da örnek olmaktadır. Sentetik analoglardan birinin, farelerde özellikle ciddî kanamalara yol açtığını fark eden Link, o maddeyi fare zehiri olarak denemeyi önerdi, striknin gibi daha toksik rodentisitlerin tehlikelerinden o sayede kurtulunabileceğini ileri sürdü. Bu kimyasalın araştırmalarına, Wisconsin Mezunları Araştırma Vakfı arka çıktı. Maddenin etkisi kanıtladığında, ona warfarin adı verildi. (Kelime her ne kadar akla savaşı getiriyor olsa da, aslında mezunlar vakfının adının baş harflerinden alınmıştı.)
1951 başlarında, askere çağrılan biri, warfarin yiyerek intihar etmeye kalktı. Kendini öldürmeyi beceremedi, ama klasik bir tatlı yonca kanama sendromu sergiledi. Mutsuz askerin normal kan ve koagülanlar verilerek tedavi edilmesi sağlandı. Bu garip olay, warfarin’in (bu sefer coumadin adıyla) hasta insanlarda antikoagülan olarak denenmesine ve ruhsat almasına yol açtı. Acaba kalp hastalarından kaç tanesi, doktorun kendilerine uzattığı reçeteye fare zehiri yazmış olduğunu fark ediyor dersiniz?
Hayvan davranışlarının başka yönlerinden de, tedaviyle ilgili daha başka ipuçları çıkmıştır. Şaşılacak kadar çok canlı türleri, toksik doğal bileşimleri yemekte ve kendi bedenlerinde depolayabilmektedir. Bunu ilâç olarak değil, zehirleri daha sonra kendi amaçlarıyla kullanmak için, ya gerektiğinde zehirli bir ısırık uygulayabilmek ya da predatörlerin kendilerini yemesini caydırmak için yapmaktadırlar. Kirpi balığının örneği de bunlardan biridir.
Düzinelerce kirpi balığı türünde, tetrodotoksin diye bilinen ölümcül bir sinir gazı vardır. Bu balıklar zehiri iç organlarında konsantre etmektedir. Her ne kadar mantık bize, insanların bu zehir dolu derin deniz canlılarından kaçmak isteyeceğini söylese de, kirpi balıkları Japonya’da nâdide bir delikates sayılmakta ve çok sevilmektedir. Ahçılar bu popüler ve saygın yemeği hazırlamak için özel eğitimlerden geçmek, federal hükümetten bir tür lisans almak zorundadırlar. Çok dikkatli hazırlama muamelelerine rağmen, kazalar yine de olabilmektedir. Bir kaç yılda bir, birinin zehirlendiği görülür. Zehirlenme sonucunda genel bir uyuşma, kas kontrolünün kaybı söz konusu olur, tedavi edilmezse ardından ölüm gelir. Tetrodotoksin zehirlenmesinin o tipik uyuşturma etkisini ilginç bulan Japon doktorlar, bu maddeyi migren ve âdet dönemi ağrılarının tedavisinde kullanmışlardır.
Bilim adamları, mavi halkalı ahtapotun ölümcül ısırığında da tetrodotoksin bulunduğunu anladıklarında şaşalamışlardır. Kirpi balığıyla ahtapotun aynı zehiri üretiyor olması acaba mümkün müdür? Ama sonunda balığın da, ahtapotun da, zehiri kendisinin yapmadığı ortaya çıkmıştır. Onu imal eden, Vibrio adıyla bilinen bir mikroptur. Balık da, ahtapot da, mikrobu yiyip kendi iç organlarında saklamakta, bu yolla predatörlerini caydırmaktadırlar. Bir bakıma kirpi balığıyla ahtapot, araştırmayı bizim adımıza yapmış gibi görünmektedir. Denizlerdeki milyonlarca mikrop arasında en ölümcül olanın (ve güçlü tıbbî uygulamalara elverişli olanın) hangisi olduğunu bulup ortaya çıkarmışlar, bizim dikkatimize (en tehlikeli yöntemle bile olsa) sunmuşlardır.
Hayvanlar yalnız yeni kimyasal maddeleri bulmamıza yardımcı olmakla kalmamakta, bunları laboratuvarlarda üretmemize de yardımcı olmaktadır. Fort Pierce, Florida’daki Harbour Branch Oşinografi Enstitüsü’nde biyomedikal deniz araştırmalarının baş yöneticisi olan Dr. Shirley Pomponi, deniz omurgasızlarında ekteinasidin (ECT) konusunu araştıran bir uzmandır. ECT, 7. Bölüm’de gördüğümüz gibi, bir antimelanoma bileşimidir. Pomponi şöyle demektedir: “Ne yazık ki, bir tek gram ekteinasidini ancak bir tona yakın ahtapot yapabilmektedir.” Pomponi ile Harbour Branch’deki arkadaşları, yalnız ahtapotlardan beslenmekle kalmayıp, ekteinasidin’i filtre ederek depolayan, herhalde onu, kirpi balığının tetrodotoksin’i kullandığı gibi kullanıp predatörleri caydırmaya çalışan bir yassı kurt bulmuşlardır. Sonunda bilim adamları, ECT’yi bu yassı kurttan “sağma” yöntemini keşfetmiş, bunun o maddeyi ahtapottan almaktan çok daha düşük maliyetli olduğunu görmüşlerdir.
Bir zehiri başka bir türden çalıp kendini korumak için kullanma metodunu keşfetmek, oklu kurbağaların nasıl bu kadar toksik olabildiğini de anlamamıza yol açmıştır. 1. Bölüm’de gördüğümüz gibi, tropik Amerika’nın oklu kurbağaları, çok çeşitli ve hayranlık uyandırıcı kimyasal maddeler taşımaktadır. Ama kurbağaların zehiri nasıl imal ettiğini anlamamız, son zamanlara kadar mümkün olmamıştı. Tutsaklık koşullarında yetiştirildiklerinde, kurbağalar genellikle aynı toksinleri yapamıyorlardı. Yabanıl ortamda yakalanıp tutsaklık koşullarına sokulanlar bazen alkaloitlerini muhafaza edebiliyorlardı, ama yavrularında aynı alkaloitler daha az miktarda bulunuyordu.
Hawai’de daha da garip bir olgu söz konusuydu. Zehirli oklu kurbağalar, 1932 Yılı’ nda, Oahu Adası’ndaki Manoa Vâdisi’ne salıverilmişti. Elli yıl sonra bu kurbağaların soyundan gelenler laboratuvarda test edildiğinde, araştırmacılar ilk (Panama kökenli) türde var olan alkaloitlerden iki tanesinin hâlâ var olduğunu gördüler. Ama Panama türünde var olan bir başka tip alkaloit, bunlarda yoktu. Ayrıca bilim adamları, bu Hawai kurbağalarında, Panama türünde hiç olmayan yeni bir alkaloit de buldular! Neler oluyordu burada?
Zehirli oklu kurbağa otoritesi Dr. John Daly’nin hipotezlerine göre; 1) kurbağalar alkaloitleri kendileri yapıyorlardı; 2) bu alkaloitleri, yedikleri bir şeyden yapıyorlardı; ya da, 3) kirpi balığının tetrodotoksin’de yaptığı gibi, bu bileşimleri besinlerindeki bir bileşimden topluyor ve depoluyorlardı. Daly’nin hipotezlerinin cevabı, görünüşe göre üçünün bileşimi şeklindedir. Bileşimlerden (ya da onların oluşmadan önceki halinden) birazı, kurbağanın yediği böceklerde vardır. Alkaloitler böceklerden, karıncalardan, çok ayaklılardan alınıp depolanmaktadır. Ama mesele yalnız bazı alkaloitleri ya da bütün alkaloitleri yiyip ayırarak saklamakla bitmemektedir. Bu kurbağalara iki farklı alkaloit taşıyan karıncalar yedirildiğinde, kurbağalar bunlardan birini depolamış, diğerini besbelli vücutlarından atmışlardır. Bazı durumlarda da kurbağaların, kendi derilerinde bulunan bileşimleri taşıyan böcekleri özellikle arayıp yedikleri görülmüştür. Bu durumda, halen Abbott Laboratuvarları tarafından geliştirilmekte olan ABR-594 ağrı kesicisi, bugüne kadar kurbağa zehiri diye bilinmesine rağmen, aslında böcek zehiri olup, bize kurbağalar tarafından sunulmuş olabilir!
Bitkileri bilerek tedavi amacıyla kullanma yönünden bakıldığında, Afrika’nın büyük maymunları her halde hayvanlar âleminin en ilerlemiş üyeleri olarak ortaya çıkmaktadır. Harvard primatologlarından (maymun türleri uzmanı) Dr. Richard Wrangham, 1980’lerin başlarında, Uganda’daki Kibale Ormanı’nda yaşayan şempanzelerin, Aspilia diye bilinen bir tropik papatyayı yediklerini görmüştü. Şempanzeler gerçi çoğunlukla vejetaryen nitelikli beslenme rejimlerinde çok çeşitli bitkileri yiyorlardı, ama o papatyaları yerkenki davranışları garipti. Yaprakları dikkatle seçiyor, yutuyorlardı. Yuttuklarında yüzlerinde tatsız bir ifade oluşuyor, balıkyağı içmiş çocuklar gibi görünüyorlardı. Şempanzeler de insanlar gibi parazit enfeksiyonlarına eğilimli olduklarından, Wrangham bu yaprakları beslenmek için değil de, ilâç olarak yedikleri yolunda bir hipotez geliştirmişti.
Wrangham bir miktar Aspilia toplayıp analiz için laboratuvarına götürdü ve şaşırtıcı sonuçlarla karşılaştı. Bitkide yeni bir bileşik vardı (ona thiarubrine adını verdiler). Bu maddede güçlü antibiyotik, fungisit ve vermisidal özellikler bulunmaktaydı. Ayrıca bu maddenin ve benzerlerinin, Afrika halkları tarafından çeşitli tedaviler için kullanılmakta olduğunu da öğrenmişlerdi. Ciltlerindeki kesiklere, sistite, bel soğukluğuna karşı bile kullanıyorlardı. Buradan ortaya başka bir soru çıkmaktaydı: Acaba insanların bu bitkiyi ilâç olarak denemelerine, şempanzelerin davranışlarını gözlemiş olmaları mı yol açmıştı?
Etnobotanistler, yani insanların yerel bitkileri kullanış biçimini inceleyen bilim adamları, çeşitli kültürlerin hangi bitkilerde ilâç niteliği olduğunu nasıl keşfettiklerini uzun zamandan beri merak etmekteydi. Deneme-yanılma metodunun bu süreçte önemli rol oynadığı kesin olsa bile, acaba hayvanların kullandığı bitkiler onların denemelerine doğal bir başlangıç noktası sağlamış olamaz mıydı?
Thriarubrine’in hikâyesinin tuhaf bir de dipnotu vardı: Bilim adamları Aspilia’yı laboratuvarda denediklerinde, thriarubrine’i yalnızca bitkinin köklerinde bulmuşlardı, oysa maymunlar kökleri yemiyordu. Afrikalı, Avrupalı, Japon ve Amerikalı araştırma ekipleri, bu hayvanların yalnızca yaprakları yediğini defalarca teyit etmişlerdi. O halde parazit belâsına uğrayan maymunlar neden yaprakları yiyordu? Primatolog Dr. Michael Huffman, Japonya’da yaşayan Amerikalı bir bilim adamıydı. Tanzanya’da çalışırken, kurnazca düzenlenmiş bir saha araştırmasında cevabı buldu. Huffman’la arkadaşları, şempanzelerin dışkısında genellikle Aspilia yapraklarının yanısıra, yaprakların yüzeyindeki minik sert kıllara (trikom’lara) takılmış, şişlenmiş gibi duran bağırsak kurtlarını da buldular. Şempanzeler bu yaprakları “ilâç” olarak yiyor olsa bile, parazitleri öldüren şey yalnızca bir kimyasal madde değil, zararlı organizmaları sıyırıp şişleyen fiziksel bir çareydi. Huffman bu süreci “Velcro etkisi” diye isimlendirdi. Ama bu araştırma sayesinde bilim adamları gerçekten yeni bir antibiyotiği de keşfettiler.
Primatoloji dalındaki kariyerini, çocukken okuduğu H. A. Rey imzalı Curious George (Meraklı George) adlı kitaba duyduğu hayranlık sebebiyle seçmiş olan Huffman, sonunda şempanzelerin yalnız botanik Velcro’yu değil, daha başka bitkileri de kimyasal ilâç olarak kullandığını kanıtlayacak güçlü kanıtları derlemeyi başardı. Tanzanya’nın Mahale bölgesindeki saha araştırmalarının çoğunu, Tanganika Gölü’nün doğu kıyısına, yüz yıl kadar önce kâşif Stanley’in David Livingstone’u bulduğu yere odaklamıştı (Jane Goodall’un Gombe Deresi’ndeki ünlü yerinin yüz mil kadar kuzeyi). Huffman’ın rehberi ve akıl hocası Mohamedi Seifu Kalunde, yerli Wa Tongwe kabilesinden, alçak sesle konuşan bir yaşlı adamdı. Kalunde hem natüralist, hem de herbalist olarak beceriye ve üne sahipti. 1987 Kasımı’nda bir gün, Kalinde ile Huffman bir şempanzeyi izlerken, şempanze birdenbire papatya ailesinden bir Vernonia bitkisi önünde durmuş, bir dalı koparmış, kabuğunu soymaya başlamıştı. O gün olup bitenleri Huffman on yıl sonra bile ayrıntılı şekilde hatırlıyordu. Mohamedi, “Bu çok garip” demişti. “Bunu neden yiyor, anlamıyorum, çünkü çok acı bir şey.” Huffman, “Sık sık yerler mi onu?” diye sormuş, “Hayır” cevabını almıştı. Ardından, Kalunde’nin kabilesindeki insanların bu maddeyi ilâç olarak kullanıp kullanmadığını sormuş, Kalunde, “Evet, mide problemleri için alırız” diye karşılık vermişti.
Vernonia, Afrika kıtasında bulunan ve ilâç olarak kullanılan bitkilerin en önemlisiydi. Etiyopya’da sıtma ilâcı olarak bilinirken, Güney Afrika’da amipli dizanteri ilâcı olarak değerliydi. Zaire’nin kabileleri onu diyareye karşı kullanıyor, Angola kabileleri mide bozukluğuna çare diye tanıyordu. Huffman’ın rehberi ve akıl hocası Kalunde’nin dili olan Ktongwe dilinde Vernonia’nın adı njonso’ydu, bu kelime “acı yaprak” ve “gerçek ilâç” demekti.
Onlar saklanıp seyrederken, hasta şempanze kabukları soyma işini bitirmiş, sapı çiğnemeye başlamıştı. Yutmuyor, çiğnedikten sonra posasını tükürüyordu. Midesine giden yalnızca özsuyuydu. Huffman o maddenin özellikle kötü tadı olduğunu bildiği için, hayvanın bunu keyfinden yemediğini anlamıştı (Büyük Jane Goodall ilginç bir deney yapmıştı; her halde Huffman’ın gözlemleriyle o deney de biraz ilgiliydi: Hasta şempanzelere, üzerine antibiyotik tetrasiklin akıtılmış muz verdiğinde, hayvanların hevesle yediğini görmüştü. Ama aynı şeyi sağlam şempanzelere verdiğinde, onlar yemeyi reddediyordu). Huffman’la Kalunde hasta şempanzeyi izlemeyi sürdürdüler, hayvanın hızla iyileştiğini gördüler. Bitki özünü içmeden önce hayvan kabızdı, rahatsızdı, iştahı yoktu. Bir gün sonra şaşılacak bir iyileşme kaydetmişti. Hızla dik kayalara tırmanmaya başladığında, araştırmacılar onu gözden kaybetmemek için çok zorlanmaya başlamışlardı.
Elbette ki, bir tek hasta şempanzenin bir tek kere gözlenmesi, kendi başına yeterli bir kanıt sayılamazdı. Ama 1991’in Aralık ayında araştırma ekibi ek gözlemlerde bulununca, teori inanılırlık kazanmaya başladı. Huffman’la Kalunde, bir başka hasta şempanzenin yine Vernonia yediğini görmüşler, böylelikle hipotezlerini kontrol etme imkânı bulmuşlardı. Bir yandan şempanzeyi izlerken, hayvanın dışkılarını toplamış, analizi yapılmak üzere laboratuvara götürmüşlerdi. İlk topladıkları örneklerin her gramında 130 kadar nematod yumurtası vardı. Aradan yirmidört saatten az bir süre geçtiğinde, her gramdaki yumurta sayısı 15’e düşmüş, hayvan yeniden avlanmaya başlamış, bir gün önce beceremediği enerji-yoğun hareketlerine geri dönmüştü. Araştırmacılar hayvanın o bitkiden ne kadar özsuyu aldığını hesapladıklarında, dozajın kabiledeki hasta insanların aldığıyla eş olduğunu anladılar. İyileşme süresi (20-24 saat), insanlar için de, şempanzeler için de aynıydı. O bitkinin çok yaygın olmasına, her mevsimde bulunabilmesine rağmen, şempanzeler ondan yalnızca yağmurlu mevsimde, parazit enfeksiyonlarının en çok görüldüğü mevsimde yararlanma eğilimindeydiler.
Huffman, Japon meslekdaşlarıyla birlikte, bitkinin kimyasal analizini yaptı. Laboratuvar çalışmasında bitkinin ilâç niteliğiyle ilgili iki tip kimyasal bulundu. Bitkide bol miktarda seskiterpen laktonlar vardı. Bunlar pek çok botanik türlerde var olan, antihelmentik (kurtlara karşı) etkisi bilinen maddelerdi. Ayrıca, antiamip ve antibiyotik özellikleri de vardı. Bu bitkilerde bulunan yeni seskiterpen laktonlar, leishmaniasis’e (sık rastlanan ve kişiyi deforme eden bir tropik hastalık) karşı, ayrıca ilâca dirençli falciparum sıtmasına karşı önemli aktivite göstermekteydi.
Bu Vernonia türevlerinin insanlardan önce hayvanlar için kullanılabileceği görülmektedir ki, bu da aslında uygun düşer. Huffman, hem Danimarka, hem de Tanzanya’daki meslekdaşlarıyla işbirliği yaparak Vernonia usârelerinin, bilimsel adı Osteophagostum stephanostomum olan bir nematodu öldürmedeki etkisini belirlemeye çalışmaktadır (işte burada da yine, canlının adı, kendi boyundan uzundur!). Bu nematodlar (ve onların yakın akrabaları), özellikle tropik bölgelerde, hayvan sürülerinde büyük zararlara yol açmaktadır. Bugün uygulanan tedaviler, etkili olmalarına rağmen, Üçüncü Dünya standartlarına göre oldukça pahalıdır ve bu yüzden erişilmez olabilmektedir. Tropik bölgelerde hayvancılık yapanlara, kendilerinin yetiştirebileceği ve parazit öldürme amacıyla güvenle kullanabilecekleri bir bitki sunmak, sağladıkları verimi çok arttırabilecektir.
Vernonia başarıyla geliştirilse bile, doktordan önce veterinerin ilâç dolabına girebilen ilk yararlı tropik bitki olamayacaktır. Asya’nın pek çok kesimlerinde yerli halkların, betel palmiyesinin meyvesini asma yaprağına sarıp çiğnedikleri bilinmektedir. Bu meyvenin alkaloitleri kimyasal bir uyaran olarak iş görmekte, bazılarının iddiasına göre de betel, tıpkı tütün gibi tiryakilik yapmaktadır. Yirmi-otuz yıl önce kimyagerler palmiyeden bir alkaloiti izole etmiş, ona “arekolin” adını vermişlerdir, zira palmiye cinsinin adı Areca’dır. Başlangıçta doktorlar tarafından insanlar için vermifüj olarak (antiparazit madde olarak) kullanılmış olmakla birlikte, sonunda arekolinin bizim türümüz için fazlaca toksik olduğuna karar verilmiştir. Halen bu ilâç, hayvanlarda parazit tedavisi için kullanılmaktadır.
Hayvanların genelde insanlardan daha “dayanıklı” olduğu görülmüştür. İlâçların insanlarda yol açtığı yan etkiler onlarda pek görülmemektedir. İnsan kadar uzun yaşayan az hayvan vardır, bu sebeple ilâcı yıllar boyunca almaktan gelecek ters etkiler de onlar için söz konusu değildir.
Böyle olunca, halen geliştirilmekte olan (hem doğal, hem de sentetik) ilâçların bir çoğu, insan yerine hayvanlarda kullanılacak, ya da her ikisinde birden kullanılacaktır. Veterinerlik piyasası çok büyüktür, ev köpeklerinden ve kedilerinden hayvanat bahçesi hayvanlarına, sığır sürülerine, domuzlara, koyunlara, atlara kadar uzanmakta, dünyanın her yanındaki tarımsal faaliyetlere hizmet eden bütün hayvanları kapsamaktadır. Veterinerlik ilâçlarının yalnız ABD pazarındaki yıllık perakende değeri bir milyar dolar düzeyindedir.
Ama bazı bitkilerde, hem insan, hem de veteriner ilâcı olarak işe yarayabilecek bileşikler bulunmaktadır. Bazı tropik ormanlarda incir ağaçlarının sayısı diğer ağaç türlerinden fazladır. Bunların meyveleri, hem kuşlar, hem de maymunlar için önemli beslenme bileşenleri içermektedir. Şempanzeler ağaçları, besin değerinin ötesinde, tedavi amaçlarıyla da kullanmaktadır. Batı Amazon bölgesindeki bir türün özsuyu, parazitik enfeksiyonlara karşı öylesine değerlidir ki, şişelenerek ticarî olarak satılmaktadır. Bir Afrika türünün yapraklarının Tanzanya’da şempanzeler tarafından yenilmesinin sebebi, her halde şempanzelerin en sık rastlanan bağırsak parazitleri olan nematodlara etkili enzimler içermesidir. (Şempanzelerin yediği) taze yapraklardaki antiparazitik maddenin miktarı, yaşlı incir yapraklarındakinin % 600 fazlası kadardır.
İncir sütünü de, iri memelilerin bir başka türü olan filler ilâç olarak kullanmaktadır. Bu ‘paşiderm’ hayvanlar da her halde, tıpkı yerli kabilelerin halkları gibi, o maddeden antiparazit olarak yararlanmaktadır. Ama fillerin kullandığı tek ilâç, bitki incir ağacı değildir. 1940’ların başlarında bilim adamları Asya fillerinin, uzun yolculuklara çıkmadan önce Entada scheffleri adlı marulumsu bitkiden yediğini fark etmişlerdi. Araştırmacılar bunu görünce, bitkinin ya bir uyarıcı ya da bir ağrı giderici olduğu hipotezini ileri sürmüşlerdi (yoksa yalnızca bir tür paşiderm karbo-yükleme yöntemi olabilir miydi?). World Wildlife Fund (Dünya Yaban Hayatı Fonu) ekologlarından Dr. Holly Dublin, 1975 Yılı’nın büyük bölümünü, Güney Kenya’nın Tsavo Parkı’nda hâmile filleri gözlemleyerek geçirdi. Filin hâmilelik dönemlerinde standart bir yaşam biçimi vardı. Günde üç mil yol yürüyüp yenilebilecek bitkiler arıyordu. Ama günün birinde hâmile fil, yirmi mile yakın bir yol yürümüş, hodan türünden bir ağacın tamamını yemişti. Dublin, daha önce fillerin bu tür bitkiyi yediğini hiç görmemişti, o olaydan sonra da bir daha görmedi. Aradan dört gün geçti, fil doğum yaptı.
Belki bu olayda ilk bakışta bir sebep-sonuç ilişkisi görülemeyebilir, ama Dublin raslantı sonucu bir başka ilginç bağlantı kurmayı başarmıştı. Kenya’daki hâmile kadınlar, doğum sancılarını ya da çocuk düşürme sürecini başlatmak için o ağacın kabuklarından yapılmış bir çay içiyorlardı! Michael Huffman bu hikâyeyi Kalunde’ye anlattığında, Kenyalı ona, dedesinin de kendisine, WaTongwe kadınlarının geçmişte bu bitkiyi bu amaçla kullandığını öğretmiş olduğunu söyledi. Huffman, WaTongwe’lerin Güneybatı Tanzanya’da yaşadığını bilmekteydi. Orası Tsavo’nun yüz mil kadar güneyi sayılırdı. Demek ki olay, bir tek filin ya da popülasyonun bir tek kerelik olayı olmaktan çok daha yaygın bir âdetti.
Huffman’a göre, Mohamedi ilâç bitkilerle ilgili bildiklerinin çoğunu müteveffa dedesinden öğrenmişti. Yaşlı adam da yerel floranın yararlarını, yerel faunanın davranışlarına bakarak yorumlamıştı. Kalunde, hastalanan bir Afrika kabuklu kirpisinin hikâyesini anlatıyordu. Hayvan, mulengelele diye bilinen bir yerel bitkinin köklerini topraktan çıkarmış ve yemişti. Kısa bir süre sonra, peşpeşe gelen diare atakları bitmiş, hayvanın uyuşukluk hali geçmeye başlamıştı. Bunlar genelde parazit enfeksiyonunun belirtileriydi. Kalunde’ye göre, WaTongwe’ler bu olayı gördükten sonra, mulengelele bitkisini kendi parazit enfeksiyonlarına karşı kullanmaya başlamışlardı. Hauffman bizi uyarmakta, bu hikâyenin belki de “ilginç bir öğretme aracı” olabileceğine dikkat çekmekte, önemli bilgileri kuşaktan kuşağa aktarabilmek için zaman zaman böyle şeylerden yararlanıldığını belirtmektedir. Ayrıca, kirpilerin bitkileri ilâç olarak kullandığına ilişkin daha önce hiç bir bilgiyle karşılaşılmadığını da söylemektedir. Biz bu olayı, kuşaktan kuşağa bilgi aktarabilmek için uydurulmuş alegorik bir masal olarak bir kenara atmayı göze alabilir miyiz, yoksa mulengelele’yi laboratuvarda incelememiz mi gerekir?
Bu olay, Kuzeydoğu Amazon’da, Maroon’lar diye bilinen olağanüstü bir kabileyle birlikteyken benim başımdan geçen bir başka olaya benzemektedir. Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda Amazon bölgesine köleler getirildiğinde, bir çoğu kaçıp yağmur ormanlarına sığınmayı başarmıştı. Oralarda, zorla koparıldıkları Afrika kültürlerine çok benzer aşiret toplulukları halinde bir araya gelmişlerdi. Bu insanlar belki doğaları gereği savaşçıydı, ama içinde bulundukları koşulların onları savaşçı olmaya ittiği de bir gerçekti, çünkü yerel kolonilerin plantasyon ekonomisi açısından çok büyük bir tehdit oluşturuyorlardı (Ormanların içlerinde kaçak köleler için bir “yuva” olduğu bilindiği sürece, plantasyon işçilerinin de silâha sarılma ve/veya kaçmaya kalkışma olasılığı artıyordu). Brezilya’da Maroon’lar, Palmares diye bilinen kent-devleti kurup kendilerini organize etmişlerdi. Ama sonradan beyaz plantasyon sahipleriyle onların yardakçıları, bu kent-devleti yakıp yıktılar, geriye hiç bir şey bırakmadılar. Oysa Surinam’da Maroon’lar hiç bir zaman yenilgiye uğratılamadı. Bu benzersiz Afrikan-Amerikan kültür orada hâlâ yaşamını sürdürmektedir.
Etnobotanik perspektiften bakıldığında, Maroon’ların ilginç yanı, ormandan gelme kişiler oluşları ve ormanla ilişkilerinin yerel kızılderililerinkinden çok farklı oluşudur. Örneğin onların ilâç olarak kullandığı bazı bitkileri, kızılderililer hiç kullanmamaktadır. Kızılderililer binlerce yıldır ormanlarda yaşadığına, Maroon’lar oraya daha bir kaç yüzyıl önce geldiğine göre, bunların orman bilgilerinin kızılderililere göre çok daha az olacağını düşünmek mantıklı gelmektedir. Ama ben, bunun her zaman böyle olmadığını kendim öğrenmiş bulunmaktayım.
Surinam’ın başkenti Paramaribo’yu ziyaret ettiğimde, kentin ortasından sâkin sâkin akan Surinam Nehri’nin kahverengi sularının kenarında, bir barın terasında oturmaktaydım. Yanımda, Amerikalı olduğu halde Surinam’da yetişmiş, Maroon kültür ve sanatı konusunda uzman olan Chris Healy vardı. Sohbetimiz ormanlardaki insanlarla, bitkilerle, hayvanlarla ilgiliydi. Bu arada Chris, Amazon ormanlarının en iri memelilerinden olan tapir’le ilgili garip bir hikâye anlattı. Söylediğine göre, Maroon’lar tapirlerin nekoe bitkisinin köklerini yediğini, sonra da dışkılarını orman derelerine bıraktıklarını söylüyorlardı. Bitkilerdeki bileşimler derelerdeki balıkları sersemletiyor, tapirler bu yüzden su yüzüne çıkan balıkları yemeye başlıyordu. Aslında nekoe’de (Latin Amerika’nın başka bölgelerinde barbasco olarak bilinir), rotenoid diye bilinen kimyasal maddeler vardı, bu madde balıkların oksijen alımını etkiliyor, içinde yüzdükleri suda nekoe olduğu zaman balıklar su yüzüne vuruyordu. Yerel halk (hem kızılderililer, hem de Maroon’lar), bu olgudan yararlanarak ezilmiş nekoe saplarını derelere atıyor, yüze vuran balıkları yakalıyorlardı. Bu bitki, rotenon diye bilinen ve organik tarımcılar tarafından, doğada tasfiye olabilen haşere ilâcı olarak kullanılan maddenin kaynağıydı. İkinci Dünya Savaşı sırasında da Amerikan askerleri, giysilerine musallat olan örümcekleri öldürmek için bu maddeden yararlanmışlardı.
Ben kızılderililerin ormanlarla ve oralarda yaşayan canlılarla ilgili bilgilerinin Maroon’lardan daha fazla olacağını düşünerek, birlikte çalıştığım kızılderililerin bir kaçına tapirlerle ve nekoe ile ilgili sorular sordum, ama onlar arada bir ilişki bulunmadığını söylediler. Oysa Maroon’lardan hangisine sorsam, tapirlerin nekoe yiyip derelere dışkı bıraktıklarını ve hikâyenin ondan sonrasını hemen anlattılar. Acaba bu bize, Maroon’ların nekoe’deki balık sersemletici nitelikleri, tapirleri gözlemleyerek öğrendiklerini mi gösterir? Yoksa bu da gençlere o bitkinin değerli olduğunu öğretmek için uydurulmuş hoş bir masal mıdır? Afrika kabuklu kirpisinin mulengelele ile olan ilişkisi gibi bir durum mu vardır?
Maroon’ların tapirlerden bir şeyler öğrenmiş olabileceğini düşünmemizin sebeplerinden biri, bilim adamlarının son on yıl içinde hayvanların ilâç değerine sahip bitki kullanması olaylarıyla ne kadar sık karşılaştıklarını görmüş olmamızdır. Bu konuda en iyi belgelenmiş hayvanlar, şempanzelerdir (Burada belki, onların bitkileri ilâç olarak kullanmasının hayvanlar âleminin tamamına teşmil edilemeyeceği, çünkü onların bizimle çok yakın akraba olduğu ileri sürülebilir: Bizim DNA’mızın şempanze DNA’sıyla tıpatıp eş olan bölümleri % 95 düzeyindedir. Şempanzeler diğer büyük maymunlara (gorillerle orangutanlara), yakın olmaktan çok, bize yakındırlar. Hattâ şempanzelerle insanlar arasında kan naklinin de teorik olarak mümkün olduğu ileri sürülmektedir). Büyük maymunların otuzdan fazla bitki türünü ilâç olarak kullandıkları bilinmektedir. Bu belki de bilim adamlarının “câzibe etkisi” dediği şeyle ilgili olabilir, yani en câzip ve en dikkati çeken hayvanların yaptıklarını daha kolay görebildiğimiz için, bunların ot ilâçları diğerlerinden daha fazla kullandığına inanıyor olabiliriz.
Aslında ne kadar bakarsak, o kadar çok şey görüyoruz. Literatürde bile, upuzun, kapsamlı bir hayvanlar listesi vardır (çoğu memelidir, ama belki de sebebi yukarıda değinilen sebeptir). Bunlar botanik maddeleri, terapötik olduğunu varsayabileceğimiz amaçlarla yemektedirler. Domuzların, parazitik kurt enfeksiyonlarına çok eğilimli olduğunu herkes bilir. Hindistan ve Meksika’daki yaban domuzları, antihelmen-tik niteliklere sahip olduğu bilinen bitkileri çok sık yemektedirler. Hindistan’da domuz otu denilen ot, Meksika’da da nar kökleri en başta gelmektedir. Ama bu domuz hikâyesinin de tuhaf bir yanı vardır. Hindistan’da yerli halk, domuz otu köklerinden kurt öldürücü bir ilâç elde edip onu içmektedir. Ama nar ağacının kabuğunda tenyaları öldüren bir alkaloit olduğu bilinmekle birlikte, aslında domuz da, nar da, Meksika’nın yerlisi değildir. Her ikisini de Yeni Dünya’ya İspanyol fatihler getirmiştir. Ama domuzlar yine de, atalarının Eski Dünya’dayken yaptığı gibi, bu ağacın köklerini arayıp bulmakta ve yemektedir.
Pennsylvania Üniversitesi’nden Dan Janzen’in eline, araştırmaları sırasında, 1939’da yayınlanmış bir rapor geçmişti. Bu raporda, Asya’ya özgü çifte boynuzlu gergedanın, bir keresinde kızıl mangrove ağacının bol tanenli kabuğundan çok fazla yediğinin gözlemlendiği, idrarının koyu turuncu çıktığı kaydedilmişti. Tanenler, reçetesiz satılan pek çok diyare ilâcının, örneğin Enterovioform gibilerinin başta gelen bileşkenidir. Janzen, gergedanın idrarında bu tür renk değişikliği yapabilen tanen konsantrasyonunun, hayvanın mesanesinde ya da idrar yollarında var olabilecek parazitleri kesinlikle etkilemeye yeteceğini kaydetmektedir.
Bu hayvan-bitki ilişkileri tropik bölgelerin dışında da incelenmiştir. Harvard eğitimi almış, az konuşan etnobotanist Dr. Shawn Sigstedt, bitki, hayvan ve insanlar üzerindeki araştırmalarını Amerika’nın batısına odaklamıştır. Sigstedt’in en sevdiği bitkiler, Ligusticum diye bilinen küçük bir ot genusudur, ama az bilinen o ota hayranlık geliştirmiş tek kişi o değildir. Ayılar o otla karşılaştıklarında garip bir davranış göstermektedirler: Ligusticum ayılara, kedi çeken otların kedilere yaptığız etkiyi yapmaktadır. Sigstedt bir keresinde bir ayının hayvanat bahçesindeki kafesinin köşesine Ligusticum köklerinin atıldığını görmüş. Hayvandan müthiş bir homurtu yükselmiş. Sonra ayı, otları alıp kafesinin kenarına götürmüş, orada çiğnemiş, tükürmüş, alıp yüzünün her tarafına sürmüş. Bu küçük ota, boz ayıların da, kutup ayılarının da aynı derecede âşık olduğunu söylemek mümkündür.
Kuzey Arizona’da yaşayan Navajo’lar, Sigstedt’e, Ligusticum’un kendi dillerindeki adının “ayı ilâcı” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Kızılderililer bu bitkiyi pek çok çeşit hastalıklara çare olarak kullanmaktadırlar ve o tedavilerin gerçekliği kimyasal analizle de onaylanmakta, antikoagülan ve antibakteriyal bileşimlerin varlığı belgelenmekte, mantarlar ve böcek kurtlarıyla savaşacak maddelerin varlığı da belirlenmektedir. Bu kızılderililer için ayı, kutsal bir hayvandır. Kendilerine özgü yaratılış efsanelerinde, ayılar ilâç kullanma konusunda uzman sayılmaktadır.
Sigstedt, 1980’lerin sonlarına doğru bulgularını yayınlamaya başladığında, herkesin bu kadar şaşırmasına şaşırıyordu. “Ne de olsa, geyiklerin toz ağacıH* kabuklarını çiğnediği, o kabuklarda aspirin benzeri bir madde bulunduğu çoktan beri biliniyor” diyordu. “Ayılar neden bitki kullanma konusunda onlardan daha geri olsun ki?” Ona göre insanların bu bulguya bu kadar şaşırması, daha çok, bizim algılama ve sınıflandırma biçimimizden kaynaklanmaktaydı. “Bizler neyin yiyecek, neyin ilâç olduğunu birbirinden çok kesin çizgilerle ayırırız, ama hayvanlar için bu böyle olmayabilir. Size yararlı olan bir şey neden yalnız besleyici olsun da iyileştirici olmasın? Biz yiyecekle ilâcın arasına yapay bir set çekiyoruz, oysa gerçek durum belki de karmaşık bir mozaik gibi olabilir.”
Sigstedt’in kaydettiği bu epiküryen hayvan davranışı, tropik Amerika’da da görülmüştür. Rakunların uzun burunlu akrabası Coatimundis’lerin, mürrüsafî’lere akraba bir tropik bitkinin reçinesini postlarına sürüp durduğuna çok kere rastlanmıştır. Bunu her halde bit, sivrisinek, kene ya da daha başka rahatsız edici canlıları öldürmek ya da üstlerinden uzaklaştırmak için yapmaktadırlar. Tropik Amerika’nın capucin maymunları da (yirminci yüzyıl başlarında İtalyan göçmeni Amerikalılar sokaklarda laterna benzeri orglarını çalarken en çok bu maymunları tercih edip yanlarına aldıkları için bunlara orgcu maymunu da denmektedir), aynı tür davranışlar göstermektedir, ama çok daha çeşitli bitkiler kullandıkları bilinir. Capucin’lerin postlarına sekiz çeşit bitki sürdükleri görülmüştür. Bunlardan dördü (Hymenaea, Piper, Protrium ve Virola), Amazon kızılderili-lerinin en sık kullandığı ilâç bitkileridir ve içlerinden en az iki tanesi Amerika yerlileri tarafından cilt problemlerini tedavide kullanılmaktadır.
Kosta Rika’daki capucin’ler, Hymenaea reçinesiyle yağmur suyunun bir karışımını üstlerine sürerler. Surinam Maroon’ları aynı reçineyi kurumuş olarak toplayıp, diareye karşı çay gibi içer, ya da onu yakarak uçan böcekleri yanlarına yaklaştırmamaya çalışırlar. Amerikalı antropolog Dr. Mary Baker bu maymunların kürklerine daha başka dört bitkiyi sürdüklerini de görmüştür. Bölgedeki köylüler bunlara akraba üç türü, böcekleri kovmak ya da cilt sorunlarını tedavi etmek için kullanmaktadırlar.
Belki de son zamanların en ilginç bulgusu, kuşların bitkileri hem ilâç, hem de böcek öldürücü olarak kullanıyor olmalarıdır. Araştırmacılar penguenlerin sindirim sisteminde neden hiç parazit ya da daha başka zararlı mikroorganizmalar bulunmadığına çok şaşmaktaydılar. Yapılan saha çalışmalarının gösterdiğine göre penguenler düzenli olarak mavi-yeşil alg yemektedir ve daha önce de gördüğümüz gibi, o yosunda genellikle çok güçlü kimyasal maddeler bulunmaktadır (deneysel kanser terapisinde kullanılmaları da ondandır).
Batı Kosta Rika’da, Monte Verde Cloud Ormanı’nın koruma alanında çalışan araştırmacılar geçenlerde bitkilerin ilâç olarak kullanımına ilişkin daha da şaşırtıcı bir bilgi aktardılar. Orası Orta Amerika’nın korumaya alınan ilk alanlarından biridir. Yirmi yılı aşkın bir süre önce orası ilk defa korunmuş alan olarak ilân edildiğinde, orman Kosta Rika’nın yüzölçümünün çoğunu yeşil bir battaniye gibi örtmekteydi. “Geliştirme” faaliyetleri sebebiyle, şimdi oraların çoğu açıldı, geriye kala kala, ulusal parklarda ve bir kaç başka korunma altındaki alanda yaşayanlar kaldı (oysa Kosta Rika’nın en büyük döviz gelirinin kaynağı da eko-turizmdir).
Çevresi ormanlıktan çıkmış bir alanla sarılı olan Monte Verde, hem turistler için, hem de yakında dumanı tüten bir harabeye dönüşmeyecek araştırma alanı arayan bilim adamları için bir tür kutsal yer haline gelmiştir. Biyo-çeşitlilik açısından son derece zengin olmasına rağmen, Monte Verde bölgesinde bize yerel floranın ilâç değeri hakkında bilgi verebilecek hiç yerli kabile halkı kalmamıştır. Doğu Brezilya’da Karen Strier’in de başına geldiği gibi, iki Amerikalı araştırmacı o bölgedeki bir bitkinin değerini, yerli bir meslekdaştan değil, bir hayvandan öğrenebilmişlerdir.
Dr. K. Greg Murray ile Dr. Kathy Winnett-Murray, karı-koca bir ekip olarak, Karasuratlı Solitaire diye bilinen küçük bir ardıç kuşuyla, domatesin ufak boylu, kırmızı bir kuzeni olan, tadı domatese benzese de çok daha tatlı olan Witheringia arasındaki ilişkiyi araştırmaktaydılar. Çoğu kişiden farklı olarak Murray’ler, meyvelerin, frugivor hayvanlarla (meyve yiyen) o bitkinin kendisi arasında bir “kontrat” niteliğinde olduğunu biliyorlardı. Bitkiler lezzetli ve besleyici bir yiyecek (meyve) sunuyor, hayvanlar bunu arıyor ve yiyordu. Buna karşılık hayvanların çekirdekleri dışkılarında çıkarmaları, ama meyveyi veren bitkiden uzak bir yere çıkarmaları ‘bekleniyordu’ (genellikle o çekirdekler, sindirilemeyen bir tabakayla kaplıydı). Böylelikle bitkinin tohumları, ana bitkiden uzak yerlere dağılmış olacak, hemen yanında gelişip ışık ve su konusunda ana bitkiyle rekabete girmeyecekti. Bütün pazarlıklarda olduğu gibi, bazen taraflardan biri baskın çıkıyordu. Murray’lar Witeringia olayında da durumun böyle olduğunu gördüler. Bir bitkinin, duyuları güçlü bir canlıya kendi işini yaptırabilmesi konusunda çok ileriye gidebildiğini anlamışlardı.
Murray’ler vardıkları sonucu, çok zekice ve incelikle düzenlenmiş bir deneye dayandırmaktaydılar. İçine Witheringia çekirdeklerini koydukları bir tür kırmızı jöleden, iki tip yapay meyve yarattılar. Bir kısmını gerçek böğürtlenlerin suyuna batırdılar, böylelikle meyvelerde bulunan kimyasal maddelere buladılar. Geri kalan “meyveler” yalnızca jöleden ve çekirdeklerden oluşuyordu. Araştırmacılar bundan sonra “meyveleri” aç ardıçlara sundular. Meyve suyuna batmamış meyveleri yiyen kuşlar, dışkılarını yedikten yirmibeş dakika sonra attılar. Ama meyve suyuna batmış meyveleri yiyen kuşlar, onbeş dakika sonra pislediler, yani gerçek meyveleri yedikten sonra çekirdekleri ne kadar sürede çıkarıyorlarsa, yine o kadar zaman sonra çıkardılar. Murray’ler meyve suyunda bir tür laksatif madde olduğu, kuşların çekirdekleri üçte bir oranında daha hızlı çıkarmasını sağladığı sonucuna vardılar. Belki çekirdeklerin kuş midesinde geçirdiği o fazladan on dakikanın pek bir fark yaratmayacağı düşünülebilir, ama durum hiç de öyle değildir. Murray’lerin bulgularına göre kuşun midesinde yalnızca onbeş dakika kalan çekirdeklerin % 75’i sağlamken, içerde on dakika fazla kalmış olanların ancak % 20’si jerminasyona uygun halde kalabilmektedir. Kimyager Dr. William Acosta, bu tip deneyin (ve özellikle de bu tip bileşimlerin) insanlarda kullanılabilecek yeni doğal laksatifler geliştirilmesine yol açabileceğini önermiştir.
Ayrıca kuşlar bitkileri daha başka amaçlarla da kullanmaktadır ve oralardan da yeni ve yararlı bileşimler doğabilir. Şahinlerin yuvalarını yaparken yeşil yapraklardan demetler kullandığı uzun zamandan beri bilinmektedir. Son zamanlarda kuş meraklıları, şahinlerin yalnızca belli ağaçların taze yapraklarını tercih ettiklerini, kuruyan ve ölen yaprakları da bir kaç günde bir değiştirdiklerini fark etmişlerdir. Kırmızı kuyruklu şahin, cottonwood kavaklarının ve titreyen aspen’lerin yapraklarını kullanırken, kel kartal da ayak otunu ve beyaz çamların iğne yapraklarını tercih etmektedir. Dr. Bradley McDonald’la arkadaşları bu olguyu klasik bir incelemeyle ele aldıklarında, yedi kuş türünün (şahin ve akrabaları) onikiden fazla bitki türü kullandığını buldular. Başka araştırmacılar da bu davranışları açıklayacak bir takım hipotezler ileri sürmüşler, yuvanın kamuflajından, yuvanın meskûn olduğunu ilân etmeye kadar çeşitli fikirler belirtmişlerdir, ama McDonald grubu o bitkileri laboratuvarda testten geçirdiklerinde, hepsinin etkili böcek uzaklaştırıcılar olduğunu görmüşlerdir (genellikle kara sineklere etkilidirler, ama örümceklerle bakterilere de etkili olabilecekleri hatırlatılmaktadır). Bunlar et yiyen kuşlar olduğundan, yetişkinler yavrularını beslemek için sürekli olarak yuvalarına ölmüş veya ölmek üzere olan hayvanları taşıyıp durmaktadırlar. Bu avların kanları ve çürümekte olan etleri, doğal olarak, böcek ve bakterileri yuvaya çekmektedir, oysa bu böcek ve bakteriler, yuvadaki yavru kuşları zayıflatabilir ve öldürebilir. Oysa yeşil bitkilerin kullanılmasıyla, yetişkin kuşlar yavrularını koruyabilmekte, belki de önleyici tıbbın ilk bilinen ornitolojik örneğini sergilemektedirler.
Ilıman kuşaktaki ormanlarla karşılaştırıldığında, yağmur ormanları kompozisyonu nisbeten daha az incelenmiştir. McDonald, araştırmasında, bu bitkilerin yapraklarındaki antibakteriyal bileşimlerin zaten daha önce, yani kendi araştırmasına başlamadan önce izole edilmiş olduğunu görmüştür. Tropik kuşların yerel yaprakları böcek kovucu ya da antibakteriyal amaçlarla kullanıp kullanmadığına ilişkin benzer araştırmalar da halen yapılmaktadır. Ama dünyanın en büyük kartalı olan Amazon harpisi konusunda en başta gelen uzman Neil Rettig, bu harikulâde yaratıkların yuvalarında dev Mora ağacının yapraklarını aynı şekilde kullandıklarını çoktan görmüştür. Bugün kuşlar için böcek kovucu olan madde, günün birinde bizler için de etkili bir böcek kovucu ya da antibiyotik olabilir.
Eğer kurbağalardan yeni ağrı kesiciler, kirpilerden yeni uyarıcılar, penguenlerden yeni antiparazitikler, ardıçlardan yeni laksatifler, şempanzelerden yeni antibiyotikler, tüylü örümcek maymunlarından yeni doğum kontrol hapları elde edebiliyorsak, o yağmur ormanlarında, kırlarda, mercan kayalıklarında, yerli türlerin kullandığı ve bizim keşfetmemizi bekleyen kimbilir daha neler neler vardır! Neleri daha şimdiden kaybetmişizdir! Yaklaşık beşyüz yıl önce Portekizliler, Brezilya’nın doğu kıyılarına ilk ulaştıklarında, muriqui maymunlarının nüfusu herhalde yüzlerce bin düzeyindeydi. Bugün o nüfus, bir kaç yüz bireye düşmüştür, bir zamanlar muhteşem ormanlar olan zenginliğin % 90’ından fazlası da kaybedilmiştir. Kimyasal madde olarak, bunları üreten türler olarak, ya da bunların nasıl kullanılacağına ilişkin maymunların sahip olduğu bilgiler olarak, neler kaybettiğimizi kim bilebilir?
--------------------------------------------------------------------------------
H Yaprakları çok titreyen bir tür kavak ağacı; aspen.
TÇV’nin 2004’te yayınladığı bu kitapta;
Mark J. Plotkin,
doğadaki şifa verici sırların etkileyici
örneklerini verirken, piyasada satılan ilâçlarda
bitki ve hayvanlardan elde edilen maddelerin ne
kadar önem taşıdığını anlatıyor.
Herkesi heyecanlandıracak bu kitabın
bir bölümü aşağıda verilmektedir.
MAYMUNLARIN
BİTKİLERİ
1980 Yılı’nın yaz mevsiminde, Doğu Brezilya’nın bir zamanlar görkemli ormanlar olan bölgelerinde dolaşma fırsatını buldum. Avrupa’dan ilk gelen kâşifler, bu ormanların güzelliği ve çeşitliliği karşısında şaşıp kalmışlardı. Ağaçlık bölge Brezilya’nın en doğudaki ucundan başlayıp güneye, bugün Paraguay ve Arjantin olan yörelere doğru, kesintisiz bir yay halinde uzanıyordu. Oysa şimdi elde kalan, bir zamanlar var olanın ufacık bir parçasıdır. Sağda solda bir kaç küçük cep halinde ormanlarda, bitkilerle hayvanlar giderek küçülen bir alanda yaşayabilme savaşı vermektedir. Eski orman örtüsünün % 96’dan fazlası yok olmuştur. Birbirine uzak o orman kalıntılarında dolaşırken kulağıma sürekli olarak kamyon, buldozer, radyo ve insan sesleri geliyordu. Uygarlığımızın, son kalan bu parçaları da yok etmekte kararlı olduğunun sürekli bir hatırlatıcısı!
Ormanın kendisi hemen hemen boş gibiydi. Güney Amerika yağmur ormanlarının simgesi olan iri kara hayvanları, jaguar ya da bölgeye özgü peccari domuzları avlana avlana öylesine yok edilmişti ki, yerlerde bir çift ayak izi bile göremedim. Tukan’ların tüyler ürperten çağrıları, makav’ların kulak delici çığlıkları kalmamıştı. Tabiî, bu ormanlarda yok edilen yalnızca bu dikkat çekici hayvanlar değildi. Yolculuğuma hazırlanırken, beşyüz yıl önce bu ormanlara girme cesaretini gösteren ilk Portekizli kâşiflerin notlarını okumuştum. Yazdıkları satırlar, bir zamanlar buralara egemen olan savaşçıların öyküleriyle doluydu. Evet, ormanlar ilk zamanki alanlarının % 90’dan fazlasını kaybetmişlerdi, bu arada Botocudos ve Tupinikin kabilelerinin de soyu tamamen tükenmişti.
O kızılderililerin ve bir zamanlar onların yaşama yeri olan ulu ormanların tıbbî mirası nedir? Amazon ormanları bize ipeka’yı, tübokürarin’i vermiştir. Tropik Afrika, fizostigmin ile strofantin’i sunmuştur. Asya ormanları da ajmalin ve rezerpin’i ikram etmiştir. Bu ilâçların her biri, yerel kabile halkının neler kullandığı incelenerek geliştirilebilmiştir. Ama Doğu Brezilya yağmur ormanlarının bitkilerinden bir tek tıbbî bileşik bile geliştirilmiş değildir, sebebi de, besbelli Botocudos ve diğer kabilelerin, onlarla birlikte herhangi bir etnobotanik çalışma yapılamadan önce tükenmiş olmasındandır.
Bize rehber olacak yerli halklar yoksa, hangi bitkilerin laboratuvar araştırmalarına değer bitkiler olduğunu nasıl belirleyebiliriz? Örneğin Surinam’daki onaltı park ve koruma altındaki bölgeden onikisinin içinde de, yakınlarında da, yaşayan hiç bir kızılderili yoktur. Bu tür durumlara tropik bölgelerde giderek daha çok rastlanmaktadır. Eğer bitkilerin ürettiği yeni ve yararlı bileşikleri bulacaksak, bunun en iyi yolu nedir?
İkinci Dünya Savaşı sırasında Çin Hindi’ndeki balta girmemiş ormanların üzerinde uçmaya hazırlanan Amerikalı havacılara, vurulup düşürülürlerse nasıl sağ kalacakları öğretilirken, “maymunlar ne yiyorsa siz de onu yiyin” denirdi. Gerçi bu öğüdün iddialı değeri her halde daha çok psikolojikti (bazı maymunların odacıklı mideleri, insanları zehirleyecek, hattâ öldürecek yaprakları sindirebilmelerini sağlamaktadır ama sonunda esas yararını tıbbî tedaviler dalında göstereceğe benzemektedir. Adım adım öğrendiğimize göre, bir çok durumlarda hayvanların iç güdüleri, onlara ilâç yerine geçecek bitkilerle ilgili bilgiler programlamıştır, oysa bu bilgileri insanlar daha yeni yeni fark etmekte ve incelemeye başlamaktadır. En olağanüstü örneklerden biri, Doğu Brezilya’nın Atlantik ormanlarında yaşayan ve soyu tükenme tehlikesiyle yüzyüze bulunan bir maymun türü üzerinde yapılan araştırmalardan gelmiştir.
1980’lerin başında, Harvard’da biyolojik antropoloji master öğrencilerinden Karen Strier, Doğu Brezilya’daki Minas Gerais Eyaleti’ne, maymunları kendi doğal habitatlarında incelemeye gitmişti. Çalışma alanı olarak Feliciano Miguel Abdala’nın çiftliğini seçti. Bu çiftçi, kendi arazisi üzerinde dört mil kare boyundaki ormanlık bölgede bir koruma alanı geliştirmişti. Orada (tüylü örümcek maymunları diye bilinen) bir muriqui nüfusu barınmaktaydı. Bunlar Yeni Dünya maymunlarının en irileriydi. Strier’in çalışmaları kısa zamanda onu çok şaşırtıcı bazı sonuçlara götürdü. Muriqui’lerin beslenme biçiminde, diğer maymunlara göre tanen içeriği çok daha yüksekti. Dizanteri ilâcı olan Enterovioform’un yaklaşık %50’si tanenlerden ibarettir. Harvard’lı araştırmacı, acaba maymunlar parazitleri öldürmek, genellikle parazitlerle birlikte ortaya çıkan diyareyi kontrol edebilmek için beslenme biçimlerini mi değiştiriyorlar, diye merak etti. Daha sonraki araştırmalar, bu ormandaki muriqui’lerde hiç parazit bulunmadığını ortaya çıkardı … bu da yağmur ormanlarında yaşayan maymunlar için ender bir durumdu. Söz konusu bitkilerin de bazıları, Amazon kızılderililerinin parazitleri kontrol etmek için kullandıklarının aynısı, ya da onlara çok benzer şeylerdi.
Üreme mevsiminin başlamasından hemen önce Stier, muriqui’lerin antimikrobiyal bileşimler bakımından zengin olan yalnızca iki tür ağacın yapraklarını yemekte olduklarını fark etti. Yılın aynı döneminde maymunlar, beslenmek için maymun kulağı ağacını ziyaret ediyorlardı (bu adın takılışı, meyvesinin biçiminden ötürüydü). Genelde maymunlar ağacı meyveyle dolu bulunca, hepsini yiyor, hemen hemen bitiriyorlardı. Oysa Strier’e göre muriqui’ler, biraz yiyip oradan ayrılıyor, sanki tadına bakmak yeterliymiş gibi davranıyorlardı. Harvard’a döndüğünde, o meyvelerde bol miktarda stigmasterol bulunduğunu öğrendi. Bu kimyasal, projesteron üretiminde kullanılıyordu. Projesteron, doğum kontrol haplarında kullanılan maddeydi. Bitki hormonları hayvanların doğurganlığını etkileyebilir. Bu ormanın maymunları, doğum kontrol haplarını insan kuzenlerinden binlerce yıl önce mi keşfetmişlerdi?
Duke Üniversitesi primatologlarından (maymun uzmanı) Dr. Ken Glander, Orta Amerika’nın uluyan maymunlarını yıllar boyunca incelemiş, sonunda Karen Strier’inkilere paralel sonuçlara varmıştı. Glander’ın hipotezine göre, uluyan maymunlar seçilmiş bazı bitkileri yiyor, bu yolla doğuracakları yavrunun cinsiyetini belirliyorlardı! Glander, uluyanların dişilerinin, çiftleşme öncesinde ve sonrasında yedikleri bazı bitkileri başka zamanlarda hiç yemediklerine dikkat çekiyordu. Yirmi yılı aşkın çalışmalarının sonunda, uluyanlardan bazılarının yalnız erkek yavrular doğurduğunu, diğerlerinin de yalnız dişiler doğurduğunu gözlemlemişti. Böyle bir şeyin tesadüf sonucu olması, biraz zayıf ihtimaldi. “Dişi” sperm (X kromozomu taşıyanlar), asitli ortamda “erkek” spermlerden (Y kromozomu taşıyanlardan) daha iyi performans veriyordu. Bunun tersi de geçerliydi. Uluyanların dişileri acaba üreme kanallarındaki kimyasal ortamı mı kontrol ediyorlardı … ve eğer ediyorlarsa, bunu neden yapıyorlardı? Glander’ın tezi, bundan bitki kökenli östrojen benzeri kimyasalların etki yapmış olabileceği yolundaydı. Maymun gruplarında genellikle erkeklerin, genlerini bir sonraki kuşağa dişilerden daha fazla miktarda aktarabildiklerine dikkat etmişti. Bu durumda, bir dişinin daha çok erkek yavrular doğurmasının neden avantajlı olabileceği de ortaya çıkıyordu. Ama grupta çok fazla erkek varsa, o zaman da dişi yavruların neden rağbette olacağı belliydi.
Hayvanların bitkileri ilâç olarak nasıl kullandığının incelenmesine son zamanlarda “zoofarmakognozi” adı verilmiştir, ama bizim bu olguyu gözlemlememiz, hiç kuşkusuz, çok eski tarihlere dayanmaktadır. Köpeklerin sağlıksız bir şey yuttukları, onu çıkarmak istedikleri zaman nasıl kusturucu otlar yediklerini görmeyenimiz var mıdır? Pennsylvania Üniversitesi’nden başarılı ekolog Dr. Dan Janzen şöyle yazmaktadır: “Bitki yiyen omurgalıların bu işi arasıra, kendi reçetelerini yazıyormuş gibi yapıp yapmadıklarını sormak isterdim.”
Bazen hayvanlar bize bilgelikleriyle ders verirken, bazen de yaptıkları saçmalıklarla ders verirler. Kuzey Amerika ineklerinin yirminci yüzyıl başlarında yaptığı ölümcül beslenme hatalarından ortaya bir kaç başarılı ilâç çıkmıştı. Şubat 1933’te bir Cumartesi öğleden sonra, tipi ortalığı kasıp kavururken, Wisconsin’lı bir çiftçi, elinde bir kova kanla, kimyager Dr. Karl Link’in ofisine gelmişti. Aslında Deer Park yakınlarından buralara yaklaşık ikiyüz mil yolu aşarak gelmiş, önce Madison’daki Wisconsin Üniversitesi’nde bulunan eyalet veterinerinden yardım istemeye çalışmıştı. Ama hafta sonu olduğu için veterinerin ofisi kapalıydı. Çaresiz kalan çiftçi, kapısının kilitli olmadığını gördüğü ilk binaya yönelmişti, orası da biyokimya binasıydı.
Kovada taşıyıp getirdiği kan pıhtılaşmamıştı. Adamın ineklerinden bir kaçı, kan kaybından ölmüştü. Şimdi de boğasının burnundan kan boşalıyordu. Hayvanlarını her zamanki gibi yine çürümüş tatlı yoncayla beslemekteydi.
Kanama hastalığı ilk olarak 1920’lerde, hem Kuzey Dakota’da, hem de Kanada’nın Alberta bölgesinde görülüp rapor edilmişti. Uzmanlar hastalığa yol açan şeyin, hayvanlara çürümüş tatlı yonca vermek olduğunu tesbit etmişlerdi, ama onu nasıl iyi edeceklerini bilmedikleri gibi, yoncadaki hangi maddenin buna yol açtığını bulamamış, o bileşimi izole edememişlerdi. Tavsiyeleri, çürümüş yemi imha edip, hasta hayvanlara kan nakli yapmaktı. Link’in tavsiyesi de aynı olmuştu. Ama ne yazık ki, çiftçinin elinde, hayvanlarına verecek alternatif bir yem yoktu. Büyük ekonomik kriz yıllarında, Wisconsin gibi kırsal bir yerde, kan nakli yapmak gibi bir imkânı da yoktu.
Link, yardımcı olamamanın sıkıntısı içinde, sorunu doktora sonrası öğrenimini sürdüren Alman öğrenci Eugene W. Schoeffel’e açtı. Schoeffel aşırı duygusal, çok idealist bir insandı. İkide bir Goethe’den, Shakespeare’den alıntılar yapmayı severdi. Çürümüş yonca bulmacasını o üstlendi, kendi kişisel savaşı haline getirdi. Arkadaşlarıyla birlikte o yoncaları yedi yıl boyunca analiz ettiler, sonunda ölümcül etkeni belirleyip izole etmeyi başardılar. Suçlu, dikumarol adlı bir kimyasaldı. Doğru bir hipotezle ortaya çıktılar. Bu maddenin fazlası hemorajiye yol açıyorsa, az miktarda kullanıldığında yararlı bir antikoagülan olabilir demekti. Bugün dikumarol (ve onun sentetik analogları) sıklıkla antikoagülan olarak kullanılmaktadır, özellikle de pulmoner emboli ve venöz trombozun önlenmesinde ve tedavisinde işe yaramaktadır.
Yoncanın analizi, bir tek türün çok çeşitli ürünlere kaynak olabileceği konusunda da örnek olmaktadır. Sentetik analoglardan birinin, farelerde özellikle ciddî kanamalara yol açtığını fark eden Link, o maddeyi fare zehiri olarak denemeyi önerdi, striknin gibi daha toksik rodentisitlerin tehlikelerinden o sayede kurtulunabileceğini ileri sürdü. Bu kimyasalın araştırmalarına, Wisconsin Mezunları Araştırma Vakfı arka çıktı. Maddenin etkisi kanıtladığında, ona warfarin adı verildi. (Kelime her ne kadar akla savaşı getiriyor olsa da, aslında mezunlar vakfının adının baş harflerinden alınmıştı.)
1951 başlarında, askere çağrılan biri, warfarin yiyerek intihar etmeye kalktı. Kendini öldürmeyi beceremedi, ama klasik bir tatlı yonca kanama sendromu sergiledi. Mutsuz askerin normal kan ve koagülanlar verilerek tedavi edilmesi sağlandı. Bu garip olay, warfarin’in (bu sefer coumadin adıyla) hasta insanlarda antikoagülan olarak denenmesine ve ruhsat almasına yol açtı. Acaba kalp hastalarından kaç tanesi, doktorun kendilerine uzattığı reçeteye fare zehiri yazmış olduğunu fark ediyor dersiniz?
Hayvan davranışlarının başka yönlerinden de, tedaviyle ilgili daha başka ipuçları çıkmıştır. Şaşılacak kadar çok canlı türleri, toksik doğal bileşimleri yemekte ve kendi bedenlerinde depolayabilmektedir. Bunu ilâç olarak değil, zehirleri daha sonra kendi amaçlarıyla kullanmak için, ya gerektiğinde zehirli bir ısırık uygulayabilmek ya da predatörlerin kendilerini yemesini caydırmak için yapmaktadırlar. Kirpi balığının örneği de bunlardan biridir.
Düzinelerce kirpi balığı türünde, tetrodotoksin diye bilinen ölümcül bir sinir gazı vardır. Bu balıklar zehiri iç organlarında konsantre etmektedir. Her ne kadar mantık bize, insanların bu zehir dolu derin deniz canlılarından kaçmak isteyeceğini söylese de, kirpi balıkları Japonya’da nâdide bir delikates sayılmakta ve çok sevilmektedir. Ahçılar bu popüler ve saygın yemeği hazırlamak için özel eğitimlerden geçmek, federal hükümetten bir tür lisans almak zorundadırlar. Çok dikkatli hazırlama muamelelerine rağmen, kazalar yine de olabilmektedir. Bir kaç yılda bir, birinin zehirlendiği görülür. Zehirlenme sonucunda genel bir uyuşma, kas kontrolünün kaybı söz konusu olur, tedavi edilmezse ardından ölüm gelir. Tetrodotoksin zehirlenmesinin o tipik uyuşturma etkisini ilginç bulan Japon doktorlar, bu maddeyi migren ve âdet dönemi ağrılarının tedavisinde kullanmışlardır.
Bilim adamları, mavi halkalı ahtapotun ölümcül ısırığında da tetrodotoksin bulunduğunu anladıklarında şaşalamışlardır. Kirpi balığıyla ahtapotun aynı zehiri üretiyor olması acaba mümkün müdür? Ama sonunda balığın da, ahtapotun da, zehiri kendisinin yapmadığı ortaya çıkmıştır. Onu imal eden, Vibrio adıyla bilinen bir mikroptur. Balık da, ahtapot da, mikrobu yiyip kendi iç organlarında saklamakta, bu yolla predatörlerini caydırmaktadırlar. Bir bakıma kirpi balığıyla ahtapot, araştırmayı bizim adımıza yapmış gibi görünmektedir. Denizlerdeki milyonlarca mikrop arasında en ölümcül olanın (ve güçlü tıbbî uygulamalara elverişli olanın) hangisi olduğunu bulup ortaya çıkarmışlar, bizim dikkatimize (en tehlikeli yöntemle bile olsa) sunmuşlardır.
Hayvanlar yalnız yeni kimyasal maddeleri bulmamıza yardımcı olmakla kalmamakta, bunları laboratuvarlarda üretmemize de yardımcı olmaktadır. Fort Pierce, Florida’daki Harbour Branch Oşinografi Enstitüsü’nde biyomedikal deniz araştırmalarının baş yöneticisi olan Dr. Shirley Pomponi, deniz omurgasızlarında ekteinasidin (ECT) konusunu araştıran bir uzmandır. ECT, 7. Bölüm’de gördüğümüz gibi, bir antimelanoma bileşimidir. Pomponi şöyle demektedir: “Ne yazık ki, bir tek gram ekteinasidini ancak bir tona yakın ahtapot yapabilmektedir.” Pomponi ile Harbour Branch’deki arkadaşları, yalnız ahtapotlardan beslenmekle kalmayıp, ekteinasidin’i filtre ederek depolayan, herhalde onu, kirpi balığının tetrodotoksin’i kullandığı gibi kullanıp predatörleri caydırmaya çalışan bir yassı kurt bulmuşlardır. Sonunda bilim adamları, ECT’yi bu yassı kurttan “sağma” yöntemini keşfetmiş, bunun o maddeyi ahtapottan almaktan çok daha düşük maliyetli olduğunu görmüşlerdir.
Bir zehiri başka bir türden çalıp kendini korumak için kullanma metodunu keşfetmek, oklu kurbağaların nasıl bu kadar toksik olabildiğini de anlamamıza yol açmıştır. 1. Bölüm’de gördüğümüz gibi, tropik Amerika’nın oklu kurbağaları, çok çeşitli ve hayranlık uyandırıcı kimyasal maddeler taşımaktadır. Ama kurbağaların zehiri nasıl imal ettiğini anlamamız, son zamanlara kadar mümkün olmamıştı. Tutsaklık koşullarında yetiştirildiklerinde, kurbağalar genellikle aynı toksinleri yapamıyorlardı. Yabanıl ortamda yakalanıp tutsaklık koşullarına sokulanlar bazen alkaloitlerini muhafaza edebiliyorlardı, ama yavrularında aynı alkaloitler daha az miktarda bulunuyordu.
Hawai’de daha da garip bir olgu söz konusuydu. Zehirli oklu kurbağalar, 1932 Yılı’ nda, Oahu Adası’ndaki Manoa Vâdisi’ne salıverilmişti. Elli yıl sonra bu kurbağaların soyundan gelenler laboratuvarda test edildiğinde, araştırmacılar ilk (Panama kökenli) türde var olan alkaloitlerden iki tanesinin hâlâ var olduğunu gördüler. Ama Panama türünde var olan bir başka tip alkaloit, bunlarda yoktu. Ayrıca bilim adamları, bu Hawai kurbağalarında, Panama türünde hiç olmayan yeni bir alkaloit de buldular! Neler oluyordu burada?
Zehirli oklu kurbağa otoritesi Dr. John Daly’nin hipotezlerine göre; 1) kurbağalar alkaloitleri kendileri yapıyorlardı; 2) bu alkaloitleri, yedikleri bir şeyden yapıyorlardı; ya da, 3) kirpi balığının tetrodotoksin’de yaptığı gibi, bu bileşimleri besinlerindeki bir bileşimden topluyor ve depoluyorlardı. Daly’nin hipotezlerinin cevabı, görünüşe göre üçünün bileşimi şeklindedir. Bileşimlerden (ya da onların oluşmadan önceki halinden) birazı, kurbağanın yediği böceklerde vardır. Alkaloitler böceklerden, karıncalardan, çok ayaklılardan alınıp depolanmaktadır. Ama mesele yalnız bazı alkaloitleri ya da bütün alkaloitleri yiyip ayırarak saklamakla bitmemektedir. Bu kurbağalara iki farklı alkaloit taşıyan karıncalar yedirildiğinde, kurbağalar bunlardan birini depolamış, diğerini besbelli vücutlarından atmışlardır. Bazı durumlarda da kurbağaların, kendi derilerinde bulunan bileşimleri taşıyan böcekleri özellikle arayıp yedikleri görülmüştür. Bu durumda, halen Abbott Laboratuvarları tarafından geliştirilmekte olan ABR-594 ağrı kesicisi, bugüne kadar kurbağa zehiri diye bilinmesine rağmen, aslında böcek zehiri olup, bize kurbağalar tarafından sunulmuş olabilir!
Bitkileri bilerek tedavi amacıyla kullanma yönünden bakıldığında, Afrika’nın büyük maymunları her halde hayvanlar âleminin en ilerlemiş üyeleri olarak ortaya çıkmaktadır. Harvard primatologlarından (maymun türleri uzmanı) Dr. Richard Wrangham, 1980’lerin başlarında, Uganda’daki Kibale Ormanı’nda yaşayan şempanzelerin, Aspilia diye bilinen bir tropik papatyayı yediklerini görmüştü. Şempanzeler gerçi çoğunlukla vejetaryen nitelikli beslenme rejimlerinde çok çeşitli bitkileri yiyorlardı, ama o papatyaları yerkenki davranışları garipti. Yaprakları dikkatle seçiyor, yutuyorlardı. Yuttuklarında yüzlerinde tatsız bir ifade oluşuyor, balıkyağı içmiş çocuklar gibi görünüyorlardı. Şempanzeler de insanlar gibi parazit enfeksiyonlarına eğilimli olduklarından, Wrangham bu yaprakları beslenmek için değil de, ilâç olarak yedikleri yolunda bir hipotez geliştirmişti.
Wrangham bir miktar Aspilia toplayıp analiz için laboratuvarına götürdü ve şaşırtıcı sonuçlarla karşılaştı. Bitkide yeni bir bileşik vardı (ona thiarubrine adını verdiler). Bu maddede güçlü antibiyotik, fungisit ve vermisidal özellikler bulunmaktaydı. Ayrıca bu maddenin ve benzerlerinin, Afrika halkları tarafından çeşitli tedaviler için kullanılmakta olduğunu da öğrenmişlerdi. Ciltlerindeki kesiklere, sistite, bel soğukluğuna karşı bile kullanıyorlardı. Buradan ortaya başka bir soru çıkmaktaydı: Acaba insanların bu bitkiyi ilâç olarak denemelerine, şempanzelerin davranışlarını gözlemiş olmaları mı yol açmıştı?
Etnobotanistler, yani insanların yerel bitkileri kullanış biçimini inceleyen bilim adamları, çeşitli kültürlerin hangi bitkilerde ilâç niteliği olduğunu nasıl keşfettiklerini uzun zamandan beri merak etmekteydi. Deneme-yanılma metodunun bu süreçte önemli rol oynadığı kesin olsa bile, acaba hayvanların kullandığı bitkiler onların denemelerine doğal bir başlangıç noktası sağlamış olamaz mıydı?
Thriarubrine’in hikâyesinin tuhaf bir de dipnotu vardı: Bilim adamları Aspilia’yı laboratuvarda denediklerinde, thriarubrine’i yalnızca bitkinin köklerinde bulmuşlardı, oysa maymunlar kökleri yemiyordu. Afrikalı, Avrupalı, Japon ve Amerikalı araştırma ekipleri, bu hayvanların yalnızca yaprakları yediğini defalarca teyit etmişlerdi. O halde parazit belâsına uğrayan maymunlar neden yaprakları yiyordu? Primatolog Dr. Michael Huffman, Japonya’da yaşayan Amerikalı bir bilim adamıydı. Tanzanya’da çalışırken, kurnazca düzenlenmiş bir saha araştırmasında cevabı buldu. Huffman’la arkadaşları, şempanzelerin dışkısında genellikle Aspilia yapraklarının yanısıra, yaprakların yüzeyindeki minik sert kıllara (trikom’lara) takılmış, şişlenmiş gibi duran bağırsak kurtlarını da buldular. Şempanzeler bu yaprakları “ilâç” olarak yiyor olsa bile, parazitleri öldüren şey yalnızca bir kimyasal madde değil, zararlı organizmaları sıyırıp şişleyen fiziksel bir çareydi. Huffman bu süreci “Velcro etkisi” diye isimlendirdi. Ama bu araştırma sayesinde bilim adamları gerçekten yeni bir antibiyotiği de keşfettiler.
Primatoloji dalındaki kariyerini, çocukken okuduğu H. A. Rey imzalı Curious George (Meraklı George) adlı kitaba duyduğu hayranlık sebebiyle seçmiş olan Huffman, sonunda şempanzelerin yalnız botanik Velcro’yu değil, daha başka bitkileri de kimyasal ilâç olarak kullandığını kanıtlayacak güçlü kanıtları derlemeyi başardı. Tanzanya’nın Mahale bölgesindeki saha araştırmalarının çoğunu, Tanganika Gölü’nün doğu kıyısına, yüz yıl kadar önce kâşif Stanley’in David Livingstone’u bulduğu yere odaklamıştı (Jane Goodall’un Gombe Deresi’ndeki ünlü yerinin yüz mil kadar kuzeyi). Huffman’ın rehberi ve akıl hocası Mohamedi Seifu Kalunde, yerli Wa Tongwe kabilesinden, alçak sesle konuşan bir yaşlı adamdı. Kalunde hem natüralist, hem de herbalist olarak beceriye ve üne sahipti. 1987 Kasımı’nda bir gün, Kalinde ile Huffman bir şempanzeyi izlerken, şempanze birdenbire papatya ailesinden bir Vernonia bitkisi önünde durmuş, bir dalı koparmış, kabuğunu soymaya başlamıştı. O gün olup bitenleri Huffman on yıl sonra bile ayrıntılı şekilde hatırlıyordu. Mohamedi, “Bu çok garip” demişti. “Bunu neden yiyor, anlamıyorum, çünkü çok acı bir şey.” Huffman, “Sık sık yerler mi onu?” diye sormuş, “Hayır” cevabını almıştı. Ardından, Kalunde’nin kabilesindeki insanların bu maddeyi ilâç olarak kullanıp kullanmadığını sormuş, Kalunde, “Evet, mide problemleri için alırız” diye karşılık vermişti.
Vernonia, Afrika kıtasında bulunan ve ilâç olarak kullanılan bitkilerin en önemlisiydi. Etiyopya’da sıtma ilâcı olarak bilinirken, Güney Afrika’da amipli dizanteri ilâcı olarak değerliydi. Zaire’nin kabileleri onu diyareye karşı kullanıyor, Angola kabileleri mide bozukluğuna çare diye tanıyordu. Huffman’ın rehberi ve akıl hocası Kalunde’nin dili olan Ktongwe dilinde Vernonia’nın adı njonso’ydu, bu kelime “acı yaprak” ve “gerçek ilâç” demekti.
Onlar saklanıp seyrederken, hasta şempanze kabukları soyma işini bitirmiş, sapı çiğnemeye başlamıştı. Yutmuyor, çiğnedikten sonra posasını tükürüyordu. Midesine giden yalnızca özsuyuydu. Huffman o maddenin özellikle kötü tadı olduğunu bildiği için, hayvanın bunu keyfinden yemediğini anlamıştı (Büyük Jane Goodall ilginç bir deney yapmıştı; her halde Huffman’ın gözlemleriyle o deney de biraz ilgiliydi: Hasta şempanzelere, üzerine antibiyotik tetrasiklin akıtılmış muz verdiğinde, hayvanların hevesle yediğini görmüştü. Ama aynı şeyi sağlam şempanzelere verdiğinde, onlar yemeyi reddediyordu). Huffman’la Kalunde hasta şempanzeyi izlemeyi sürdürdüler, hayvanın hızla iyileştiğini gördüler. Bitki özünü içmeden önce hayvan kabızdı, rahatsızdı, iştahı yoktu. Bir gün sonra şaşılacak bir iyileşme kaydetmişti. Hızla dik kayalara tırmanmaya başladığında, araştırmacılar onu gözden kaybetmemek için çok zorlanmaya başlamışlardı.
Elbette ki, bir tek hasta şempanzenin bir tek kere gözlenmesi, kendi başına yeterli bir kanıt sayılamazdı. Ama 1991’in Aralık ayında araştırma ekibi ek gözlemlerde bulununca, teori inanılırlık kazanmaya başladı. Huffman’la Kalunde, bir başka hasta şempanzenin yine Vernonia yediğini görmüşler, böylelikle hipotezlerini kontrol etme imkânı bulmuşlardı. Bir yandan şempanzeyi izlerken, hayvanın dışkılarını toplamış, analizi yapılmak üzere laboratuvara götürmüşlerdi. İlk topladıkları örneklerin her gramında 130 kadar nematod yumurtası vardı. Aradan yirmidört saatten az bir süre geçtiğinde, her gramdaki yumurta sayısı 15’e düşmüş, hayvan yeniden avlanmaya başlamış, bir gün önce beceremediği enerji-yoğun hareketlerine geri dönmüştü. Araştırmacılar hayvanın o bitkiden ne kadar özsuyu aldığını hesapladıklarında, dozajın kabiledeki hasta insanların aldığıyla eş olduğunu anladılar. İyileşme süresi (20-24 saat), insanlar için de, şempanzeler için de aynıydı. O bitkinin çok yaygın olmasına, her mevsimde bulunabilmesine rağmen, şempanzeler ondan yalnızca yağmurlu mevsimde, parazit enfeksiyonlarının en çok görüldüğü mevsimde yararlanma eğilimindeydiler.
Huffman, Japon meslekdaşlarıyla birlikte, bitkinin kimyasal analizini yaptı. Laboratuvar çalışmasında bitkinin ilâç niteliğiyle ilgili iki tip kimyasal bulundu. Bitkide bol miktarda seskiterpen laktonlar vardı. Bunlar pek çok botanik türlerde var olan, antihelmentik (kurtlara karşı) etkisi bilinen maddelerdi. Ayrıca, antiamip ve antibiyotik özellikleri de vardı. Bu bitkilerde bulunan yeni seskiterpen laktonlar, leishmaniasis’e (sık rastlanan ve kişiyi deforme eden bir tropik hastalık) karşı, ayrıca ilâca dirençli falciparum sıtmasına karşı önemli aktivite göstermekteydi.
Bu Vernonia türevlerinin insanlardan önce hayvanlar için kullanılabileceği görülmektedir ki, bu da aslında uygun düşer. Huffman, hem Danimarka, hem de Tanzanya’daki meslekdaşlarıyla işbirliği yaparak Vernonia usârelerinin, bilimsel adı Osteophagostum stephanostomum olan bir nematodu öldürmedeki etkisini belirlemeye çalışmaktadır (işte burada da yine, canlının adı, kendi boyundan uzundur!). Bu nematodlar (ve onların yakın akrabaları), özellikle tropik bölgelerde, hayvan sürülerinde büyük zararlara yol açmaktadır. Bugün uygulanan tedaviler, etkili olmalarına rağmen, Üçüncü Dünya standartlarına göre oldukça pahalıdır ve bu yüzden erişilmez olabilmektedir. Tropik bölgelerde hayvancılık yapanlara, kendilerinin yetiştirebileceği ve parazit öldürme amacıyla güvenle kullanabilecekleri bir bitki sunmak, sağladıkları verimi çok arttırabilecektir.
Vernonia başarıyla geliştirilse bile, doktordan önce veterinerin ilâç dolabına girebilen ilk yararlı tropik bitki olamayacaktır. Asya’nın pek çok kesimlerinde yerli halkların, betel palmiyesinin meyvesini asma yaprağına sarıp çiğnedikleri bilinmektedir. Bu meyvenin alkaloitleri kimyasal bir uyaran olarak iş görmekte, bazılarının iddiasına göre de betel, tıpkı tütün gibi tiryakilik yapmaktadır. Yirmi-otuz yıl önce kimyagerler palmiyeden bir alkaloiti izole etmiş, ona “arekolin” adını vermişlerdir, zira palmiye cinsinin adı Areca’dır. Başlangıçta doktorlar tarafından insanlar için vermifüj olarak (antiparazit madde olarak) kullanılmış olmakla birlikte, sonunda arekolinin bizim türümüz için fazlaca toksik olduğuna karar verilmiştir. Halen bu ilâç, hayvanlarda parazit tedavisi için kullanılmaktadır.
Hayvanların genelde insanlardan daha “dayanıklı” olduğu görülmüştür. İlâçların insanlarda yol açtığı yan etkiler onlarda pek görülmemektedir. İnsan kadar uzun yaşayan az hayvan vardır, bu sebeple ilâcı yıllar boyunca almaktan gelecek ters etkiler de onlar için söz konusu değildir.
Böyle olunca, halen geliştirilmekte olan (hem doğal, hem de sentetik) ilâçların bir çoğu, insan yerine hayvanlarda kullanılacak, ya da her ikisinde birden kullanılacaktır. Veterinerlik piyasası çok büyüktür, ev köpeklerinden ve kedilerinden hayvanat bahçesi hayvanlarına, sığır sürülerine, domuzlara, koyunlara, atlara kadar uzanmakta, dünyanın her yanındaki tarımsal faaliyetlere hizmet eden bütün hayvanları kapsamaktadır. Veterinerlik ilâçlarının yalnız ABD pazarındaki yıllık perakende değeri bir milyar dolar düzeyindedir.
Ama bazı bitkilerde, hem insan, hem de veteriner ilâcı olarak işe yarayabilecek bileşikler bulunmaktadır. Bazı tropik ormanlarda incir ağaçlarının sayısı diğer ağaç türlerinden fazladır. Bunların meyveleri, hem kuşlar, hem de maymunlar için önemli beslenme bileşenleri içermektedir. Şempanzeler ağaçları, besin değerinin ötesinde, tedavi amaçlarıyla da kullanmaktadır. Batı Amazon bölgesindeki bir türün özsuyu, parazitik enfeksiyonlara karşı öylesine değerlidir ki, şişelenerek ticarî olarak satılmaktadır. Bir Afrika türünün yapraklarının Tanzanya’da şempanzeler tarafından yenilmesinin sebebi, her halde şempanzelerin en sık rastlanan bağırsak parazitleri olan nematodlara etkili enzimler içermesidir. (Şempanzelerin yediği) taze yapraklardaki antiparazitik maddenin miktarı, yaşlı incir yapraklarındakinin % 600 fazlası kadardır.
İncir sütünü de, iri memelilerin bir başka türü olan filler ilâç olarak kullanmaktadır. Bu ‘paşiderm’ hayvanlar da her halde, tıpkı yerli kabilelerin halkları gibi, o maddeden antiparazit olarak yararlanmaktadır. Ama fillerin kullandığı tek ilâç, bitki incir ağacı değildir. 1940’ların başlarında bilim adamları Asya fillerinin, uzun yolculuklara çıkmadan önce Entada scheffleri adlı marulumsu bitkiden yediğini fark etmişlerdi. Araştırmacılar bunu görünce, bitkinin ya bir uyarıcı ya da bir ağrı giderici olduğu hipotezini ileri sürmüşlerdi (yoksa yalnızca bir tür paşiderm karbo-yükleme yöntemi olabilir miydi?). World Wildlife Fund (Dünya Yaban Hayatı Fonu) ekologlarından Dr. Holly Dublin, 1975 Yılı’nın büyük bölümünü, Güney Kenya’nın Tsavo Parkı’nda hâmile filleri gözlemleyerek geçirdi. Filin hâmilelik dönemlerinde standart bir yaşam biçimi vardı. Günde üç mil yol yürüyüp yenilebilecek bitkiler arıyordu. Ama günün birinde hâmile fil, yirmi mile yakın bir yol yürümüş, hodan türünden bir ağacın tamamını yemişti. Dublin, daha önce fillerin bu tür bitkiyi yediğini hiç görmemişti, o olaydan sonra da bir daha görmedi. Aradan dört gün geçti, fil doğum yaptı.
Belki bu olayda ilk bakışta bir sebep-sonuç ilişkisi görülemeyebilir, ama Dublin raslantı sonucu bir başka ilginç bağlantı kurmayı başarmıştı. Kenya’daki hâmile kadınlar, doğum sancılarını ya da çocuk düşürme sürecini başlatmak için o ağacın kabuklarından yapılmış bir çay içiyorlardı! Michael Huffman bu hikâyeyi Kalunde’ye anlattığında, Kenyalı ona, dedesinin de kendisine, WaTongwe kadınlarının geçmişte bu bitkiyi bu amaçla kullandığını öğretmiş olduğunu söyledi. Huffman, WaTongwe’lerin Güneybatı Tanzanya’da yaşadığını bilmekteydi. Orası Tsavo’nun yüz mil kadar güneyi sayılırdı. Demek ki olay, bir tek filin ya da popülasyonun bir tek kerelik olayı olmaktan çok daha yaygın bir âdetti.
Huffman’a göre, Mohamedi ilâç bitkilerle ilgili bildiklerinin çoğunu müteveffa dedesinden öğrenmişti. Yaşlı adam da yerel floranın yararlarını, yerel faunanın davranışlarına bakarak yorumlamıştı. Kalunde, hastalanan bir Afrika kabuklu kirpisinin hikâyesini anlatıyordu. Hayvan, mulengelele diye bilinen bir yerel bitkinin köklerini topraktan çıkarmış ve yemişti. Kısa bir süre sonra, peşpeşe gelen diare atakları bitmiş, hayvanın uyuşukluk hali geçmeye başlamıştı. Bunlar genelde parazit enfeksiyonunun belirtileriydi. Kalunde’ye göre, WaTongwe’ler bu olayı gördükten sonra, mulengelele bitkisini kendi parazit enfeksiyonlarına karşı kullanmaya başlamışlardı. Hauffman bizi uyarmakta, bu hikâyenin belki de “ilginç bir öğretme aracı” olabileceğine dikkat çekmekte, önemli bilgileri kuşaktan kuşağa aktarabilmek için zaman zaman böyle şeylerden yararlanıldığını belirtmektedir. Ayrıca, kirpilerin bitkileri ilâç olarak kullandığına ilişkin daha önce hiç bir bilgiyle karşılaşılmadığını da söylemektedir. Biz bu olayı, kuşaktan kuşağa bilgi aktarabilmek için uydurulmuş alegorik bir masal olarak bir kenara atmayı göze alabilir miyiz, yoksa mulengelele’yi laboratuvarda incelememiz mi gerekir?
Bu olay, Kuzeydoğu Amazon’da, Maroon’lar diye bilinen olağanüstü bir kabileyle birlikteyken benim başımdan geçen bir başka olaya benzemektedir. Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda Amazon bölgesine köleler getirildiğinde, bir çoğu kaçıp yağmur ormanlarına sığınmayı başarmıştı. Oralarda, zorla koparıldıkları Afrika kültürlerine çok benzer aşiret toplulukları halinde bir araya gelmişlerdi. Bu insanlar belki doğaları gereği savaşçıydı, ama içinde bulundukları koşulların onları savaşçı olmaya ittiği de bir gerçekti, çünkü yerel kolonilerin plantasyon ekonomisi açısından çok büyük bir tehdit oluşturuyorlardı (Ormanların içlerinde kaçak köleler için bir “yuva” olduğu bilindiği sürece, plantasyon işçilerinin de silâha sarılma ve/veya kaçmaya kalkışma olasılığı artıyordu). Brezilya’da Maroon’lar, Palmares diye bilinen kent-devleti kurup kendilerini organize etmişlerdi. Ama sonradan beyaz plantasyon sahipleriyle onların yardakçıları, bu kent-devleti yakıp yıktılar, geriye hiç bir şey bırakmadılar. Oysa Surinam’da Maroon’lar hiç bir zaman yenilgiye uğratılamadı. Bu benzersiz Afrikan-Amerikan kültür orada hâlâ yaşamını sürdürmektedir.
Etnobotanik perspektiften bakıldığında, Maroon’ların ilginç yanı, ormandan gelme kişiler oluşları ve ormanla ilişkilerinin yerel kızılderililerinkinden çok farklı oluşudur. Örneğin onların ilâç olarak kullandığı bazı bitkileri, kızılderililer hiç kullanmamaktadır. Kızılderililer binlerce yıldır ormanlarda yaşadığına, Maroon’lar oraya daha bir kaç yüzyıl önce geldiğine göre, bunların orman bilgilerinin kızılderililere göre çok daha az olacağını düşünmek mantıklı gelmektedir. Ama ben, bunun her zaman böyle olmadığını kendim öğrenmiş bulunmaktayım.
Surinam’ın başkenti Paramaribo’yu ziyaret ettiğimde, kentin ortasından sâkin sâkin akan Surinam Nehri’nin kahverengi sularının kenarında, bir barın terasında oturmaktaydım. Yanımda, Amerikalı olduğu halde Surinam’da yetişmiş, Maroon kültür ve sanatı konusunda uzman olan Chris Healy vardı. Sohbetimiz ormanlardaki insanlarla, bitkilerle, hayvanlarla ilgiliydi. Bu arada Chris, Amazon ormanlarının en iri memelilerinden olan tapir’le ilgili garip bir hikâye anlattı. Söylediğine göre, Maroon’lar tapirlerin nekoe bitkisinin köklerini yediğini, sonra da dışkılarını orman derelerine bıraktıklarını söylüyorlardı. Bitkilerdeki bileşimler derelerdeki balıkları sersemletiyor, tapirler bu yüzden su yüzüne çıkan balıkları yemeye başlıyordu. Aslında nekoe’de (Latin Amerika’nın başka bölgelerinde barbasco olarak bilinir), rotenoid diye bilinen kimyasal maddeler vardı, bu madde balıkların oksijen alımını etkiliyor, içinde yüzdükleri suda nekoe olduğu zaman balıklar su yüzüne vuruyordu. Yerel halk (hem kızılderililer, hem de Maroon’lar), bu olgudan yararlanarak ezilmiş nekoe saplarını derelere atıyor, yüze vuran balıkları yakalıyorlardı. Bu bitki, rotenon diye bilinen ve organik tarımcılar tarafından, doğada tasfiye olabilen haşere ilâcı olarak kullanılan maddenin kaynağıydı. İkinci Dünya Savaşı sırasında da Amerikan askerleri, giysilerine musallat olan örümcekleri öldürmek için bu maddeden yararlanmışlardı.
Ben kızılderililerin ormanlarla ve oralarda yaşayan canlılarla ilgili bilgilerinin Maroon’lardan daha fazla olacağını düşünerek, birlikte çalıştığım kızılderililerin bir kaçına tapirlerle ve nekoe ile ilgili sorular sordum, ama onlar arada bir ilişki bulunmadığını söylediler. Oysa Maroon’lardan hangisine sorsam, tapirlerin nekoe yiyip derelere dışkı bıraktıklarını ve hikâyenin ondan sonrasını hemen anlattılar. Acaba bu bize, Maroon’ların nekoe’deki balık sersemletici nitelikleri, tapirleri gözlemleyerek öğrendiklerini mi gösterir? Yoksa bu da gençlere o bitkinin değerli olduğunu öğretmek için uydurulmuş hoş bir masal mıdır? Afrika kabuklu kirpisinin mulengelele ile olan ilişkisi gibi bir durum mu vardır?
Maroon’ların tapirlerden bir şeyler öğrenmiş olabileceğini düşünmemizin sebeplerinden biri, bilim adamlarının son on yıl içinde hayvanların ilâç değerine sahip bitki kullanması olaylarıyla ne kadar sık karşılaştıklarını görmüş olmamızdır. Bu konuda en iyi belgelenmiş hayvanlar, şempanzelerdir (Burada belki, onların bitkileri ilâç olarak kullanmasının hayvanlar âleminin tamamına teşmil edilemeyeceği, çünkü onların bizimle çok yakın akraba olduğu ileri sürülebilir: Bizim DNA’mızın şempanze DNA’sıyla tıpatıp eş olan bölümleri % 95 düzeyindedir. Şempanzeler diğer büyük maymunlara (gorillerle orangutanlara), yakın olmaktan çok, bize yakındırlar. Hattâ şempanzelerle insanlar arasında kan naklinin de teorik olarak mümkün olduğu ileri sürülmektedir). Büyük maymunların otuzdan fazla bitki türünü ilâç olarak kullandıkları bilinmektedir. Bu belki de bilim adamlarının “câzibe etkisi” dediği şeyle ilgili olabilir, yani en câzip ve en dikkati çeken hayvanların yaptıklarını daha kolay görebildiğimiz için, bunların ot ilâçları diğerlerinden daha fazla kullandığına inanıyor olabiliriz.
Aslında ne kadar bakarsak, o kadar çok şey görüyoruz. Literatürde bile, upuzun, kapsamlı bir hayvanlar listesi vardır (çoğu memelidir, ama belki de sebebi yukarıda değinilen sebeptir). Bunlar botanik maddeleri, terapötik olduğunu varsayabileceğimiz amaçlarla yemektedirler. Domuzların, parazitik kurt enfeksiyonlarına çok eğilimli olduğunu herkes bilir. Hindistan ve Meksika’daki yaban domuzları, antihelmen-tik niteliklere sahip olduğu bilinen bitkileri çok sık yemektedirler. Hindistan’da domuz otu denilen ot, Meksika’da da nar kökleri en başta gelmektedir. Ama bu domuz hikâyesinin de tuhaf bir yanı vardır. Hindistan’da yerli halk, domuz otu köklerinden kurt öldürücü bir ilâç elde edip onu içmektedir. Ama nar ağacının kabuğunda tenyaları öldüren bir alkaloit olduğu bilinmekle birlikte, aslında domuz da, nar da, Meksika’nın yerlisi değildir. Her ikisini de Yeni Dünya’ya İspanyol fatihler getirmiştir. Ama domuzlar yine de, atalarının Eski Dünya’dayken yaptığı gibi, bu ağacın köklerini arayıp bulmakta ve yemektedir.
Pennsylvania Üniversitesi’nden Dan Janzen’in eline, araştırmaları sırasında, 1939’da yayınlanmış bir rapor geçmişti. Bu raporda, Asya’ya özgü çifte boynuzlu gergedanın, bir keresinde kızıl mangrove ağacının bol tanenli kabuğundan çok fazla yediğinin gözlemlendiği, idrarının koyu turuncu çıktığı kaydedilmişti. Tanenler, reçetesiz satılan pek çok diyare ilâcının, örneğin Enterovioform gibilerinin başta gelen bileşkenidir. Janzen, gergedanın idrarında bu tür renk değişikliği yapabilen tanen konsantrasyonunun, hayvanın mesanesinde ya da idrar yollarında var olabilecek parazitleri kesinlikle etkilemeye yeteceğini kaydetmektedir.
Bu hayvan-bitki ilişkileri tropik bölgelerin dışında da incelenmiştir. Harvard eğitimi almış, az konuşan etnobotanist Dr. Shawn Sigstedt, bitki, hayvan ve insanlar üzerindeki araştırmalarını Amerika’nın batısına odaklamıştır. Sigstedt’in en sevdiği bitkiler, Ligusticum diye bilinen küçük bir ot genusudur, ama az bilinen o ota hayranlık geliştirmiş tek kişi o değildir. Ayılar o otla karşılaştıklarında garip bir davranış göstermektedirler: Ligusticum ayılara, kedi çeken otların kedilere yaptığız etkiyi yapmaktadır. Sigstedt bir keresinde bir ayının hayvanat bahçesindeki kafesinin köşesine Ligusticum köklerinin atıldığını görmüş. Hayvandan müthiş bir homurtu yükselmiş. Sonra ayı, otları alıp kafesinin kenarına götürmüş, orada çiğnemiş, tükürmüş, alıp yüzünün her tarafına sürmüş. Bu küçük ota, boz ayıların da, kutup ayılarının da aynı derecede âşık olduğunu söylemek mümkündür.
Kuzey Arizona’da yaşayan Navajo’lar, Sigstedt’e, Ligusticum’un kendi dillerindeki adının “ayı ilâcı” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Kızılderililer bu bitkiyi pek çok çeşit hastalıklara çare olarak kullanmaktadırlar ve o tedavilerin gerçekliği kimyasal analizle de onaylanmakta, antikoagülan ve antibakteriyal bileşimlerin varlığı belgelenmekte, mantarlar ve böcek kurtlarıyla savaşacak maddelerin varlığı da belirlenmektedir. Bu kızılderililer için ayı, kutsal bir hayvandır. Kendilerine özgü yaratılış efsanelerinde, ayılar ilâç kullanma konusunda uzman sayılmaktadır.
Sigstedt, 1980’lerin sonlarına doğru bulgularını yayınlamaya başladığında, herkesin bu kadar şaşırmasına şaşırıyordu. “Ne de olsa, geyiklerin toz ağacıH* kabuklarını çiğnediği, o kabuklarda aspirin benzeri bir madde bulunduğu çoktan beri biliniyor” diyordu. “Ayılar neden bitki kullanma konusunda onlardan daha geri olsun ki?” Ona göre insanların bu bulguya bu kadar şaşırması, daha çok, bizim algılama ve sınıflandırma biçimimizden kaynaklanmaktaydı. “Bizler neyin yiyecek, neyin ilâç olduğunu birbirinden çok kesin çizgilerle ayırırız, ama hayvanlar için bu böyle olmayabilir. Size yararlı olan bir şey neden yalnız besleyici olsun da iyileştirici olmasın? Biz yiyecekle ilâcın arasına yapay bir set çekiyoruz, oysa gerçek durum belki de karmaşık bir mozaik gibi olabilir.”
Sigstedt’in kaydettiği bu epiküryen hayvan davranışı, tropik Amerika’da da görülmüştür. Rakunların uzun burunlu akrabası Coatimundis’lerin, mürrüsafî’lere akraba bir tropik bitkinin reçinesini postlarına sürüp durduğuna çok kere rastlanmıştır. Bunu her halde bit, sivrisinek, kene ya da daha başka rahatsız edici canlıları öldürmek ya da üstlerinden uzaklaştırmak için yapmaktadırlar. Tropik Amerika’nın capucin maymunları da (yirminci yüzyıl başlarında İtalyan göçmeni Amerikalılar sokaklarda laterna benzeri orglarını çalarken en çok bu maymunları tercih edip yanlarına aldıkları için bunlara orgcu maymunu da denmektedir), aynı tür davranışlar göstermektedir, ama çok daha çeşitli bitkiler kullandıkları bilinir. Capucin’lerin postlarına sekiz çeşit bitki sürdükleri görülmüştür. Bunlardan dördü (Hymenaea, Piper, Protrium ve Virola), Amazon kızılderili-lerinin en sık kullandığı ilâç bitkileridir ve içlerinden en az iki tanesi Amerika yerlileri tarafından cilt problemlerini tedavide kullanılmaktadır.
Kosta Rika’daki capucin’ler, Hymenaea reçinesiyle yağmur suyunun bir karışımını üstlerine sürerler. Surinam Maroon’ları aynı reçineyi kurumuş olarak toplayıp, diareye karşı çay gibi içer, ya da onu yakarak uçan böcekleri yanlarına yaklaştırmamaya çalışırlar. Amerikalı antropolog Dr. Mary Baker bu maymunların kürklerine daha başka dört bitkiyi sürdüklerini de görmüştür. Bölgedeki köylüler bunlara akraba üç türü, böcekleri kovmak ya da cilt sorunlarını tedavi etmek için kullanmaktadırlar.
Belki de son zamanların en ilginç bulgusu, kuşların bitkileri hem ilâç, hem de böcek öldürücü olarak kullanıyor olmalarıdır. Araştırmacılar penguenlerin sindirim sisteminde neden hiç parazit ya da daha başka zararlı mikroorganizmalar bulunmadığına çok şaşmaktaydılar. Yapılan saha çalışmalarının gösterdiğine göre penguenler düzenli olarak mavi-yeşil alg yemektedir ve daha önce de gördüğümüz gibi, o yosunda genellikle çok güçlü kimyasal maddeler bulunmaktadır (deneysel kanser terapisinde kullanılmaları da ondandır).
Batı Kosta Rika’da, Monte Verde Cloud Ormanı’nın koruma alanında çalışan araştırmacılar geçenlerde bitkilerin ilâç olarak kullanımına ilişkin daha da şaşırtıcı bir bilgi aktardılar. Orası Orta Amerika’nın korumaya alınan ilk alanlarından biridir. Yirmi yılı aşkın bir süre önce orası ilk defa korunmuş alan olarak ilân edildiğinde, orman Kosta Rika’nın yüzölçümünün çoğunu yeşil bir battaniye gibi örtmekteydi. “Geliştirme” faaliyetleri sebebiyle, şimdi oraların çoğu açıldı, geriye kala kala, ulusal parklarda ve bir kaç başka korunma altındaki alanda yaşayanlar kaldı (oysa Kosta Rika’nın en büyük döviz gelirinin kaynağı da eko-turizmdir).
Çevresi ormanlıktan çıkmış bir alanla sarılı olan Monte Verde, hem turistler için, hem de yakında dumanı tüten bir harabeye dönüşmeyecek araştırma alanı arayan bilim adamları için bir tür kutsal yer haline gelmiştir. Biyo-çeşitlilik açısından son derece zengin olmasına rağmen, Monte Verde bölgesinde bize yerel floranın ilâç değeri hakkında bilgi verebilecek hiç yerli kabile halkı kalmamıştır. Doğu Brezilya’da Karen Strier’in de başına geldiği gibi, iki Amerikalı araştırmacı o bölgedeki bir bitkinin değerini, yerli bir meslekdaştan değil, bir hayvandan öğrenebilmişlerdir.
Dr. K. Greg Murray ile Dr. Kathy Winnett-Murray, karı-koca bir ekip olarak, Karasuratlı Solitaire diye bilinen küçük bir ardıç kuşuyla, domatesin ufak boylu, kırmızı bir kuzeni olan, tadı domatese benzese de çok daha tatlı olan Witheringia arasındaki ilişkiyi araştırmaktaydılar. Çoğu kişiden farklı olarak Murray’ler, meyvelerin, frugivor hayvanlarla (meyve yiyen) o bitkinin kendisi arasında bir “kontrat” niteliğinde olduğunu biliyorlardı. Bitkiler lezzetli ve besleyici bir yiyecek (meyve) sunuyor, hayvanlar bunu arıyor ve yiyordu. Buna karşılık hayvanların çekirdekleri dışkılarında çıkarmaları, ama meyveyi veren bitkiden uzak bir yere çıkarmaları ‘bekleniyordu’ (genellikle o çekirdekler, sindirilemeyen bir tabakayla kaplıydı). Böylelikle bitkinin tohumları, ana bitkiden uzak yerlere dağılmış olacak, hemen yanında gelişip ışık ve su konusunda ana bitkiyle rekabete girmeyecekti. Bütün pazarlıklarda olduğu gibi, bazen taraflardan biri baskın çıkıyordu. Murray’lar Witeringia olayında da durumun böyle olduğunu gördüler. Bir bitkinin, duyuları güçlü bir canlıya kendi işini yaptırabilmesi konusunda çok ileriye gidebildiğini anlamışlardı.
Murray’ler vardıkları sonucu, çok zekice ve incelikle düzenlenmiş bir deneye dayandırmaktaydılar. İçine Witheringia çekirdeklerini koydukları bir tür kırmızı jöleden, iki tip yapay meyve yarattılar. Bir kısmını gerçek böğürtlenlerin suyuna batırdılar, böylelikle meyvelerde bulunan kimyasal maddelere buladılar. Geri kalan “meyveler” yalnızca jöleden ve çekirdeklerden oluşuyordu. Araştırmacılar bundan sonra “meyveleri” aç ardıçlara sundular. Meyve suyuna batmamış meyveleri yiyen kuşlar, dışkılarını yedikten yirmibeş dakika sonra attılar. Ama meyve suyuna batmış meyveleri yiyen kuşlar, onbeş dakika sonra pislediler, yani gerçek meyveleri yedikten sonra çekirdekleri ne kadar sürede çıkarıyorlarsa, yine o kadar zaman sonra çıkardılar. Murray’ler meyve suyunda bir tür laksatif madde olduğu, kuşların çekirdekleri üçte bir oranında daha hızlı çıkarmasını sağladığı sonucuna vardılar. Belki çekirdeklerin kuş midesinde geçirdiği o fazladan on dakikanın pek bir fark yaratmayacağı düşünülebilir, ama durum hiç de öyle değildir. Murray’lerin bulgularına göre kuşun midesinde yalnızca onbeş dakika kalan çekirdeklerin % 75’i sağlamken, içerde on dakika fazla kalmış olanların ancak % 20’si jerminasyona uygun halde kalabilmektedir. Kimyager Dr. William Acosta, bu tip deneyin (ve özellikle de bu tip bileşimlerin) insanlarda kullanılabilecek yeni doğal laksatifler geliştirilmesine yol açabileceğini önermiştir.
Ayrıca kuşlar bitkileri daha başka amaçlarla da kullanmaktadır ve oralardan da yeni ve yararlı bileşimler doğabilir. Şahinlerin yuvalarını yaparken yeşil yapraklardan demetler kullandığı uzun zamandan beri bilinmektedir. Son zamanlarda kuş meraklıları, şahinlerin yalnızca belli ağaçların taze yapraklarını tercih ettiklerini, kuruyan ve ölen yaprakları da bir kaç günde bir değiştirdiklerini fark etmişlerdir. Kırmızı kuyruklu şahin, cottonwood kavaklarının ve titreyen aspen’lerin yapraklarını kullanırken, kel kartal da ayak otunu ve beyaz çamların iğne yapraklarını tercih etmektedir. Dr. Bradley McDonald’la arkadaşları bu olguyu klasik bir incelemeyle ele aldıklarında, yedi kuş türünün (şahin ve akrabaları) onikiden fazla bitki türü kullandığını buldular. Başka araştırmacılar da bu davranışları açıklayacak bir takım hipotezler ileri sürmüşler, yuvanın kamuflajından, yuvanın meskûn olduğunu ilân etmeye kadar çeşitli fikirler belirtmişlerdir, ama McDonald grubu o bitkileri laboratuvarda testten geçirdiklerinde, hepsinin etkili böcek uzaklaştırıcılar olduğunu görmüşlerdir (genellikle kara sineklere etkilidirler, ama örümceklerle bakterilere de etkili olabilecekleri hatırlatılmaktadır). Bunlar et yiyen kuşlar olduğundan, yetişkinler yavrularını beslemek için sürekli olarak yuvalarına ölmüş veya ölmek üzere olan hayvanları taşıyıp durmaktadırlar. Bu avların kanları ve çürümekte olan etleri, doğal olarak, böcek ve bakterileri yuvaya çekmektedir, oysa bu böcek ve bakteriler, yuvadaki yavru kuşları zayıflatabilir ve öldürebilir. Oysa yeşil bitkilerin kullanılmasıyla, yetişkin kuşlar yavrularını koruyabilmekte, belki de önleyici tıbbın ilk bilinen ornitolojik örneğini sergilemektedirler.
Ilıman kuşaktaki ormanlarla karşılaştırıldığında, yağmur ormanları kompozisyonu nisbeten daha az incelenmiştir. McDonald, araştırmasında, bu bitkilerin yapraklarındaki antibakteriyal bileşimlerin zaten daha önce, yani kendi araştırmasına başlamadan önce izole edilmiş olduğunu görmüştür. Tropik kuşların yerel yaprakları böcek kovucu ya da antibakteriyal amaçlarla kullanıp kullanmadığına ilişkin benzer araştırmalar da halen yapılmaktadır. Ama dünyanın en büyük kartalı olan Amazon harpisi konusunda en başta gelen uzman Neil Rettig, bu harikulâde yaratıkların yuvalarında dev Mora ağacının yapraklarını aynı şekilde kullandıklarını çoktan görmüştür. Bugün kuşlar için böcek kovucu olan madde, günün birinde bizler için de etkili bir böcek kovucu ya da antibiyotik olabilir.
Eğer kurbağalardan yeni ağrı kesiciler, kirpilerden yeni uyarıcılar, penguenlerden yeni antiparazitikler, ardıçlardan yeni laksatifler, şempanzelerden yeni antibiyotikler, tüylü örümcek maymunlarından yeni doğum kontrol hapları elde edebiliyorsak, o yağmur ormanlarında, kırlarda, mercan kayalıklarında, yerli türlerin kullandığı ve bizim keşfetmemizi bekleyen kimbilir daha neler neler vardır! Neleri daha şimdiden kaybetmişizdir! Yaklaşık beşyüz yıl önce Portekizliler, Brezilya’nın doğu kıyılarına ilk ulaştıklarında, muriqui maymunlarının nüfusu herhalde yüzlerce bin düzeyindeydi. Bugün o nüfus, bir kaç yüz bireye düşmüştür, bir zamanlar muhteşem ormanlar olan zenginliğin % 90’ından fazlası da kaybedilmiştir. Kimyasal madde olarak, bunları üreten türler olarak, ya da bunların nasıl kullanılacağına ilişkin maymunların sahip olduğu bilgiler olarak, neler kaybettiğimizi kim bilebilir?
--------------------------------------------------------------------------------
H Yaprakları çok titreyen bir tür kavak ağacı; aspen.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
T.C. ÇEVRE VE ORMAN BAKANLIĞI ÇEVRESEL ETKİ DEĞERLENDİRMESİ VE PLANLAMA GENEL MÜDÜRLÜĞÜ ÇED VE PLAN İZLEME KONTROL DAİRESİ BAŞKANLIĞI 8/8/2...