Emlak dünyası, tapu mevzuatı ve tapu da yapılan işlemler hakkında bilgi, kişisel gelişim makale ve yazılarınız içerir.
19 Mayıs 2011 Perşembe
Bakan Demir: Emlakçılık yasasından sonra hiçbir emlakçı mağdur olmayacak
Bakan Demir: Emlakçılık yasasından sonra hiçbir emlakçı mağdur olmayacak
Geçtiğimiz hafta içinde düzenlenen Emlak ve Müşavirleri Federasyonu (EMFED)’nun düzenlediği panele katılan Bayındır ve İskan Bakanı Mustafa Demir panele katılan tüm panelistlerin sorunlarını dinledi.
Evren KOTOĞLU
Bayındır ve İskan Bakanı Demir emlakçılık yasası ile ilgili düzenlemeleri yapacaklarını ve bu işi mevcutta yapan hiç bir emlakçı meslektaşımızın mağdur edilmeyeceğini belirtti. İstanbul başta olmak üzere bir emlakçılık çalıştayının oluşturulması konusunda fikir verdi ve mesleki dayanışmanın önemine dikkat çekti.
11 Mart 2011 Tarihinde yapmış olduğumuz Emlak yasası ile ilgili ve Gayrimenkulun ekonomideki ( emfed 2011) yeri konulu panelimiz büyük bir başarı ile gerçekleştirilmiş. Sayın Bakanımız Mustafa DEMİR Panelin sonuna kadar kalarak tüm panelist ve katılımcıların sorunlarını dinlemiş Emlakçılık Yasası ile ilgili düzenlemeleri yapacaklarını ve Bu işi mevcutta yapan hiç bir emlakçı meslektaşımızın mağdur edilmeyeceğini özellikle belirtmiş ve İstanbul başta olmak üzere bir emlakçılık çalıştayının oluşturulmanı tavsiye etmiş, mesleki dayanışmanın önemine özellikle vurguda bulunmuştur.
Bayındır ve İskan Bakanı Mustafa Demir, emlak yasası ve çalışma esasları oluşturulduktan sonra emlakçılıkla uğraşan esnafın haklarının korunacağını ve mağdur edilmeyeceğinin altını çizdi. Türkiye’nin gündeminde yer alan deprem ile ilgili Bakan Demir şunları söyledi: “Deprem kuşağında olduğumuz bir gerçek. Ve biz bu gerçeği göz önünde bulundurarak çok dikkatli ve titiz bir denetim, gözetim mekanizmasına ihtiyacımız var. Biz bu konuda hazırlıklarımızı son sürat tamamlıyoruz . Yapı denedim sistemine göre ruhsat alanların tamamının inşaatlarını yapı denetim bürosu gibi denetleyeceğiz.
Mimarlık ve mühendislik yasaları çıkacak
Henüz mimarlık ve mühendislik meslek yasasını çıkarmadıklarını dile getiren Demir; “''Şu anda lisansını alan, odaya kaydını yaptıranlar en devasa, en nitelikli, en kritik ve en özel projelere imza atabiliyor meslektaşlarımız. 2011 yılı içerisinde inşallah mimarlık ve mühendislik meslek yasalarını çıkartacağız. Buna bir disiplin getireceğiz'' dedi. Demir, İstanbul'da hala ruhsatlı projesinin dışında birçok binada değişiklikler olduğunu ifade ederek, yeni düzenlemede en ufak ruhsat aykırılığına müeyyide uygulanacağını kaydetti. Projede pencerenin yerinin 1 metre sağa sola kayması durumunda bile para cezası uygulanacağını anlatan Demir, ''Teklifi öyle hazırladık. Onların hangi aykırılıklara ne kadar maddi ceza uygulanacağını teklifte izah ediyoruz. İkinci kez aynı yapı denetim elamanı veya firması buna benzer bir aykırılıkta bulunursa ceza bu kez iki katına çıkarak uygulanacak. Yine hazırladığımız teklifte kapatma yok, olmayacak. Üçüncü kez yine proje ruhsat ve eklerine aykırılık görüldüğünde hatırladığım kadarıyla üç veya dört kat para cezası, hem yapı denetimi elemanı için hem yapı denetimi kurumu için ve otomatikman kapatma cezası üç yıl olacak. Komisyonlarda bunları tartışacağız'' diye konuştu.
“Ruhsata aykırı yapan müteahhit Türkiye’de inşaat yapamaz”
Bakan Demir, İmar Kanunu'nda da ayrı bir kanun teklifi hazırladıklarını bildirerek, bir-iki konuda biraz daha netlik getiren bir sistem öngördüklerini, seçimlerden hemen sonra Mühendislik ve Mimarlık Meslek yasalarını çıkartmaya başlayacaklarını belirtti. ''Proje ruhsat ve eklerine aykırı yapı yapan müteahhit o aykırılığı gidermedikçe Türkiye'de inşaat yapamaz'' adı altında bir düzenleme yaptıklarına değinen Demir, bunun kanununu da çıkardıklarını, 1 Ocak 2012 yılından itibaren yürürlüğe gireceğini söyledi. Mustafa Demir, yapı denetimini tam bir ihtisas alanı haline getirmeyi düşündüklerini ve planladıklarını bildirdi.
“Yapı denetçileri işçi güvenliğini de denetler duruma gelecek; sertifikasız işçi çalıştırılmayacak”
Demir, Türkiye'de yapılan inşaatlarda yeterli standartlara sahip olmayan malzeme kullanımının ortadan kaldırılması gerektiğine işaret ederek, kaliteli binanın kaliteli malzemeden, nitelikli işçilikten ortaya çıktığını ifade etti. İş ve işçi güvenliği noktasında, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile bir protokol yaptıklarını bildiren Demir, artık yapı denetimi firmalarının denetledikleri inşaatlarda iş ve işçi güvenliğini denetler konumuna geleceğinin altını çizerek, ''Biz ekonominin kayıt altına alınması konusunda da sizlere görevler vereceğiz. Belki Maliye Bakanlığının takip etmesi gereken işlerle ilgili de sizlere görevler vereceğiz. Malzeme denetimi noktasında, bugün Bayındırlığın yetkisinde olan bir konuyu, yapacağımız bir düzenleme ile yapı denetimine vereceğiz'' değerlendirmesinde bulundu. Demir,ayrıca yürürlüğe girecek diğer bir konunun ise bundan sonra inşaat,gayrimenkul ve emlak sektöründe artık her bölüm için muhakkak sertifikalı uzman kişi ve işçilerin çalıştırılacağını,örneğin sıvacı, demirci, taş ve tuğla döşemecisi, yalıtımcı gibi bölümlerde de sertifika zorunluluğu gerektireceğini işi yapan işçinin de sorumlu ve mesul olacağını belirterek amaçlarının bu sektörde yer alanlarında profesyonel olmalarını sağlayacaklarını,tüm olumsuzlukları böylece azaltmayı hedeflediklerini ifade etti. Bu sektörde yer alanların şimdiden hazırlıklarını yapmalarını, bu kanunun 2012’de yürürlüğe girdikten sonra denetimlerin yoğunlaşacağını,uymayanların ağır yaptırım ve cezalara maruz kalacaklarını belirtti. Bakanlık olarak binalarda enerji verimliliğine ilişkin yaptıkları çalışmalar hakkında da bilgi veren Demir, özellikle enerji verimliliği noktasında yapı denetimi sistemini çok etkin çalıştıracaklarını sözlerine ekledi.
EMFED (Emlak Müşavirleri Federasyonu’nun 11 Mart’ta düzenlediği panel bakanlar ve gayrimenkul sektörünün önemli isimleri katıldı. Panele Bayındır ve İskan Bakanı Mustafa DEMİR başta olmak üzere Eski Sağlık Ve Turizm Bakanı Bülent AKARCALI, Tapu ve Kadastrolular Derneği Başkanı İbrahim BOZAN, İstanbul Emlakçılar Odası Başkanı Sabri ATEŞ, İstanbul İnşaatçılar Derneği Onursal Başkanı Yaşar AŞÇIOĞLU, Fransa Emlak Federasyonundan Kirkor EJDERHANYAN , Türk Ekonomi Bankası Satış Direktörü Tuğbay KUMOĞLU, Emlak Konut Genel Müdür Murat KURUM, Emlak Müşavirleri Federasyonu Başkanı Rıza KAYMAKÇI, Boğaziçi Emlak Müşavirleri Derneği Başkanı Nazmi YAYLA, Anadolu Yakası Emlak Müşavirleri Derneği Başkanı Selami GÖKÇE, Lisanslı Müşavirler Derneği Başkanı Karabet HEMENGÜL, İstanbul Emlakçılar Derneği Başkanı Yaşar OVALI, Marmara Emlak Müşavirler Derneği Başkanı Adnan YEŞİLTAŞ, Avrupa Yakası Emlak Müşavirleri Derneği Başkanı Mehmet KEKLİK ve Milas Emlak Müşavirleri ve İşadamları Derneği (MİLEMDER)Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet SERT katıldı.
Bülent Akarcalı “Bölgenin kalkınmasıının yolu emlakçılardan geçer”
Panelde söz alan Eski Sağlık Ve Turizm Bakanı Bülent Akarcalı , Emlak müşavirlerinin ülkenin kalkınmasında ve gelişmesinde büyük rol oynadığını,tüm resmi ve özel kurumlar ile sivil toplum örgütlerinin emlak müşavirlerinden yeteri kadar faydalanamadığını belirterek faydalanmaları halinde çok şey kazanacaklarını belirterek, özellikle belediyelerin her zaman yapılacak toplantı ve panellerde yer vermelerinin gerektiğini belirtti. Yatırımcılarında hangi bölgelerin gelişmekte olduğunu, nereden imar geçeceğinin az çok emlak müşavirleri tarafından tahmin edildiğinin unutmamalarını, arazi arsa ve konut stoğunu en iyi emlakçıların bildiğini belirtti. Akarcalı: “Emlakçı sadece komisyoncu değil bir danışmandır,yatırımcıya paraya yön veren meslek grubudur diyerek her kesimin Emlak müşavirlerinden en iyi şekilde faydalanması gerekiyor. Bir bölgenin istihdamına ve kalkınmasına öncülük etmek istiyorsanız emlak müşavirlerinden çok iyi şekilde faydalanılmasını ve çalışılması gerekiyor.” dedi.
İstanbul İnşaatçılar Derneği Onursal Başkanı Yaşar Aşçıoğlu ise inşaat sektörü ile ilgili konuşmasından sonra kendisinin arsa temininde her zaman bir emlak müşaviri ile çalışmayı tercih ettiğini belirterek, kendisinin inşaat için arsa bulsa bile muhakkak araya emlak müşavirine danıştığını söyledi. “ben kendim müteahhit olarak gittiğimde, bize hemen arsanın değerine iki katına çıkartıp yüksek meblağ istiyorlar,ama Emlak Müşaviri pazarlığa oturunca daha uygun fiyata temin ediyoruz” diyerek mesleğe vermiş olduğu önemi belirtti.
“Keklik: Ben değil; biz olmayılıyız”
Avrupa Yakası Emlak Müşavirleri Derneği Başkanı Mehmet Keklik, “Ben değil; biz” anlayışıyla yola devam edeceklerini söyledi. Keklik; “Sivil Toplum örgütlerinin gücü ve önemi eğer gerçekten Birlik ve Beraberlik sağlanıp tamamen ortak hareket edilirse tartışmasız en büyük güçtür.Bu nedenle tüm emlakçı arkadaşlarıma durmadan yorulmadan mutlaka bir veya daha fazla emlak müşavirleri derneğine üye olmalarını söylüyorum. Tüm meslektaşlarıma mutlaka kendi bölgelerinde dernekler kurmalarını en az her ilçede 1 dernek olması gerektiğini bu dernekleri Federasyonlar şemsiyesi altında birleştirip, ülke genelinde konfederasyonlar oluşturmamız gerektiğini ısrarla söylüyorum”dedi.
Keklik konuşmasını şöyle sürdürdü: “Evet arkadaşlar örnek çok ama biz mesleğimize sahip çıkmazsak meydanı boş bırakırsak, tabii ki bu boşluğu doldurmaya çalışanlar çıkacaktır. Eğer biz birleşmezsek toplu hareket edip yaptığımız işe sahip çıkmazsak o zaman sırada bekleyen birçok kişi, kurum ve kuruluşlar bizim mesleğin sahibi olacaklar ve zamanla bizler onların yanlarında çalışan elemanlar olacağız. Değerli meslektaşlarım öncelikle emlakçılığın bir meslek olduğunu ve bu mesleği yapan bizlerin mesleğin saygınlığı için tutum ve davranışlarımızı özen göstermek, etik davranmak, müşterileri haklarını korumak, gizlilik esasına önem vermek ve kendimizi sürekli olarak eğiterek günün koşullarına ayak uydurmak zorundayız. Emlakçılık yasasının bir an önce çıkması için çalışmalarımız hız kesmeden devam edecektir. Bireysel davranmadan mesleğimizin ilerlemesi ve hak edilen yere gelmesi için sizlerin desteğine her zaman ihtiyacımız olacaktır. BEN değil BİZ anlayışı ile yolumuza devam edeceğimizi belirtmek istiyorum.”
17 Mayıs 2011 Salı
Basel II Kriterlerinin Dünü Bugünü ve Gelecek İçin Bir Üst Sürümüne Olan İhtiyacın Kaçınılmazlığı
BSAD
Bankacılık ve Sigortacılık
AraĢtırmaları Dergisi
Cilt 1 sayı 2 (Haziran 2010), ss.4-13.
DOI
Telif Hakkı © Ankara Üniversitesi
Beypazarı Meslek Yüksekokulu
Basel II Kriterlerinin Dünü Bugünü ve Gelecek İçin Bir Üst Sürümüne Olan İhtiyacın Kaçınılmazlığı
A. Aslan ŞENDOĞDU
Selçuk Üniversitesi
ÖZET ABD’de başlayan ve dalga dalga tüm dünyaya yayılan küresel kriz bazı ezberleri de bozmuş ve önceden yerleşik sistemlerin sorgulanmasına yol açmıştır. Basel Komite’nin kuruluşunun geri planında yatan şey, 1974 yılında yaşanan Dünya Petrol Krizi sonrasında bankacılık sektöründe yaygın bir şekilde denetimin kalitesini artırmaktı. Bu yönüyle bankaların stabil dönemlerin yanı sıra özellikle krizlere karşı direnç düzeyinin artırılmasına yönelik tedbirlerin alınması amaçlanmıştı. Basel I ile öngörülen Sermaye Yeterliliği Rasyosu’nun eksikliklerine ilişkin eleştirel bakış, Basel II Kriterleri ile üçlü yapısal bloğun ortaya çıkmasına neden olmuş ve geliştirilmiş Sermaye Yeterliliği Rasyosuna ilave olarak denetsel gözden geçirme ve saydamlığın sağlanması, kamuoyunun bilgilendirilmesi ve piyasa disiplininin sağlanması hususları mevcut sisteme eklenmişti. Ancak, Basel II Kriterleri, stabil dönemlerde işleyen sisteminin, küresel kriz döneminde beklenen performansa ulaşamadığı yönünde ciddi eleştiriler almıştır. Basel Komite, yoğunlaşan eleştirileri dikkate almakta ve mevcut sistemi savunmanın yanı sıra ek tedbirlerle sistemin krizlere karşı direnç düzeyinin artırılmasına yönelik çalışmalar içerisinde olduklarını vurgulamaktadır. Türkiye özelinde ise, Basel I Kriterleri tedrici olarak uygulanmış, Basel II Kriterlerine tam geçiş için önceden öngörülen 1 Ocak 2009 tarihi, BDDK tarafından ileri bir tarihe ertelenmişti. Özellikle Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri sürecini izleyen dönemde, krizi fırsata çevirmede başarılı bir sınav veren Türk Bankacılık Sektörü, Basel II’ye tam geçiş gerekliliklerini çok büyük ölçüde tamamlamış olup, Basel Komite’nin küresel krizle ortaya çıkan defolarını gidermek için ihtiyaç duyduğu bir üst sürümü diye adlandırabileceğimiz versiyonunu beklemektedir. ANAHTAR SÖZCÜKLER Basel Komite, Basel II, Küresel Kriz. The Past and the Today of the Basel II Criteria and the Urgency of a new Version for Future ABSTRACT The Global crisis that has emerged in the USA and spreading throughout the world in full flood went beyond the ordinary and lead to questioning the settled systems. The background of the foundation of the Basel Committee is trying to enlarge the quality of audit used in the banking sector after the world oil crisis of 1974. With this way; they aimed at taking measures to increase the resistance level against especially the crisis and the stabile position. The critical viewpoint regarding the deficiency of the Capital Adequacy Ratio predicted by the Basel I caused the emerging of trinity and the Basel Criteria and in addition to the developed Capital Adequacy Ratio, the following issues were added to the current system; providing the supervisory review and transparency, public information, market discipline. But the emerging crucial critic is that the Basel II system that runs during the stabile periods does not run efficiently during the global crisis period. The Basel Committee considers the increasing critics and underlines that they are interested in taking the extra measures in order to increase the resistance level to prevent the system against the crisis in addition to the current system. Particularly in Turkey the Basel I Criteria were carried out gradually and the full transition date of January 1, 2009 of the Basel II Criteria was suspended to the following dates by the Banking Regulation and Supervision Agency. Principally during the following periods of November 2000 crisis and February crisis of 2001, the Turkish Banking Sector, successfully overcame the crisis and turned it to an opportunity, completed all of the transition processes and ready for the new version of the Basel Criteria for eliminating the defaults after the global crisis.
5 Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010
KEYWORDS Basel Committee, Basel II, Global Crisis at Risk. JEL Classification: G32, G38.
1. BASEL II KRĠTERLERĠNE UZANAN SÜREÇ
Basel Uyumu, bankaların rekabetçi yapıları ve finansal piyasaların gelişimi için önemli gereklilikleri ile banka piyasalarının denetim ve gözetiminde önemli bir adım olup (Davis, http://www.sbif.cl/sbifweb/internet/archivos/publicacion_2249.pdf, Erişim: 07.04.2010), 1970’li yılların ilk yarısında sabit kur sisteminin terk edilmesi ve 1974 yılında yaşanan petrol krizi sonucunda, uluslararası döviz ve bankacılık piyasalarında büyük dalgalanmalar yaratan sorunlara ortak bir çözüm bulma arayışı ile gündeme gelmiştir (Atiker, 2005: 1). Bu konjonktürel gelişim, bankacılıkta yaşanan sorunlara yönelik çözüm çabalarının orijinini oluşturmaktadır.
Bankacılık denetimiyle ilgili önemli hususların anlaşılmasının kolaylaştırılması ve dünya genelinde bankacılık denetiminin kalitesinin iyileştirilmesi amacıyla, Bank for International Settlements (BIS) bünyesinde, 1974 yılında Basel Bankacılık denetim komitesi kurulmuştur. Komite; Belçika, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Lüksemburg, Hollanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İngiltere ve ABD’nin üyesi olduğu 13 ülkenin merkez bankaları ve bankacılık denetim otoritelerinin yetkililerinden oluşmuştur (Candan & Özün, 2006: 8).
Komite, ulusal sermaye yeterliliği hesaplama yöntemlerini birbirleriyle uyumlu hale getirmek ve bu konuda asgarî bir standart oluşturmak amacıyla 1988 yılında, Basel I olarak adlandırılan “Sermaye Yeterliliği Uzlaşısı”nı yayımlamıştır (BDDK, 2008: 1). Basel Uyumu, banka gözetim ve denetiminde, bir bankanın kredi portföyünü sürdürebilmesi için kredilerinin güvencesi olarak formel değerlendirme ve yaklaşım süreci kurması zorunluluğudur (Morton, 2003: 7).
1988 Basel Sermaye Uzlaşısı, kredi riskleri için %8 asgari sermaye yeterliliği oranının belirlendiği bir temel metin olup, bu yönüyle, uluslararası ölçekte bankacılık sisteminde denetime yönelik en ciddi ilk adımdır.
Basel I Kriterlerini, Türkiye’de benimsemiş, bu standardı kademeli bir geçiş süreci ile (1989 yılında %5, 1990 yılında %6, 1991 yılında %7 ve 1998 yılında %8 olarak) uygulamıştır (Arslan, 2008: 51).
Basel I’in yetersizlikleri şu temel noktalarda toplanabilir;
- Bankacılık risklerini gerçekçi bir şekilde ölçmede yetersiz kalması,
- Finansal piyasalardaki fiyat dalgalanmalarını yeterince dikkate almaması,
- Bankaların portföy oluşturma davranışlarındaki farklılıkları gözetememesi.
Görüldüğü üzere; yetersizliklerin incelenerek, Basel I’in kapsamının geliştirilmesi ve daha hassas risk ölçüm ve yönetim metotlarına yer verebilecek şekilde yeniden yapılanması bir zorunluluk halini almıştı.
26 Haziran 2004 tarihinde G-10 ülkeleri ve Avrupa Merkez Bankası Başkanı Jean Claude Trichet, Basel II bildirisini deklare etmiştir. Bildiride Trichet, Basel II ile özellikle 21. yüzyıl bankacılığında, risk yönetimi ve sermaye düzenlemelerinde denetimin temel alınacağını belirtmiş, finansal sistemin bir bütün olarak stabilitesinin güçlendirilmesiyle ilgili
Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010 6
olarak bankaların sağlamlık ve güvenliğinin artırılacağını vurgulamıştır (Trichet,
http://www.bis.org/review/r040628a.pdf, Erişim: 08.04.2010).
Basel I’in aksine, Basel II’de risk temelli sermaye standartları düzenlenerek, kredi
derecelendirilmesi üzerine inşa edilen sermaye gereksinimi kabul edilmiştir (Jacques, 2008: 79).
Basel Komite’nin revize ettiği sermaye uyumu, modern risk yönetim teknikleri ile hesaplanan
ve değerlendirilen, bankaların gerçek riskleri ile bağlantılı sermaye gereksinimini düzenlemekle
ilgili olup (Liebig, Porath, Weder & Wedow, 2007: 402), sermaye gereksinimi, bankaların
denetim ve düzenlemelerinde kilit rol oynamaktadır (Heid, 2007: 3885).
Bu bağlamda, Basel I Kriterlerinin eksikleri ve bankalar için güvenlik zırhı oluşturmada
yetersizlikleri göz önüne alındığında, daha kapsamlı risk yönetimi ve denetim mekanizmalarını
içeren Basel II Kriterlerinin ortaya çıktığı söylenebilir.
2. BASEL II KRĠTERLERĠ
Basel II Kriterlerinde, bankaların asgari sermaye gereklerini hesaplamada dikkate
alacakları kredi ve faaliyet riskini ölçebilmeleri için basitten gelişmişe doğru bir metodolojinin
kullanılabilmesi öngörülmekte (Çelik, 2004: 44), bankalar, denetim otoritesinin gözetiminde
olmak üzere kendi risk profillerine ve faaliyetlerine göre uygun yaklaşımları tercih
edebilmektedirler.
Basel II’de detaylı olarak üzerinde durulan risk kategorileri; kredi, piyasa ve
operasyonel olmak üzere üç grupta incelenebilir. Aşağıda bu riskleri ölçmek üzere kullanılan
yaklaşım ve modeller ana başlıkları ile yer almaktadır:
1- Kredi Riski;
- Kredi Riski Modelleri (Creditmetrics, Moddy’s KMV, CreditRisk+, Credit
Portfolio View vb.),
- Standart Yaklaşım (Standard Approach),
- İçsel Derecelendirme Yaklaşımı (Internal Ratings Approach).
2- Piyasa Riski;
- Standart Metot (Standard Method),
- Dahili (İçsel) Model (Internal Model),
- Riske Maruz Değer (Value at Risk),
- Stres Testleri (Stress Tests).
3- Operasyonel Risk;
- Temel Gösterge Yaklaşımı (Basic Indicator Approach),
- Standart Yaklaşım (Standard Approach),
- İleri Ölçüm Yaklaşımı (Advanced Measurement Approach).
Kredi riski ve piyasa riskine ilaveten operasyonel riskin, sermaye yeterliliği standart
oranının paydasına eklenmesi, Basel II’nin getirdiği en dikkat çekici yenilik olarak
değerlendirilebilir. Buna göre;
Özkaynaklar
Sermaye Yeterliliği = %8
Kredi Riski+Piyasa Riski+Operasyonel Risk
7 Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010
Basel II’nin üzerinde durduğu öncelikli hususların başında, bankalarda risk yönetiminin teşvik edilip geliştirilmesi gelmekte (Bank for International Settlements, 2006: 162), buna göre birbirini destekleyen üç yapısal bloğun kullanılmasıyla gelişmiş risk yönetiminin uygulanması gerekmektedir.
Birinci Yapısal Blok; asgari sermaye yükümlülüklerinin, bankalarda yeterli sermaye ve risk yönetimine sahip olunması gerekliliğine ek olarak, İkinci Yapısal Blok; denetsel gözden geçirme ve Üçüncü Yapısal Blok; şeffaflık ve piyasa disiplinin artırılmasını öngörmektedir (Basel Bankacılık Denetim Komitesi, 2004: 9).
Üç yapısal blok, birbiriyle yakından ilgili olmasının yanı sıra daha büyük bilgi şeffaflığı anahtar rol oynayarak, piyasa disiplinini de kolaylaştırabilir (Flannery & Thakor, 2006: 281).
Yapısal blokların uygulanabilmesi için (Risk Yönetimi ve Gözetim Teknikleri Dairesi, 2003: 6):
- Kurum çapında entegre etkin (kredi, piyasa ve operasyonel) risk yönetimi sistemleri,
- Etkin iç kontrol sistemleri ve bağımsız dış denetim,
- Kurum çapında özkaynak değerlendirme sistemleri,
- Kurumsal yönetişim uygulamaları değerlendirme sistemi,
gerekmektedir.
Basel II’de kredi değerlemesinde; kredi müşterisinin riski ve kredi işlem riski belirleyici olmaktadır. Aşağıdaki şekilde bu ilişki gösterilmektedir:
ġekil 1. Basel II’de Kredi Değerlemesi (Kredi Riskinin Tespiti)
Kaynak: Aras, G., (2007), “Basel II Bankacılık Düzenlemelerinin Ekonomiye ve Reel Sektöre Yansımaları”, Deloitte CEO/CFO Serisi, İstanbul, s. 14.
Bu iki temel risk göstergesiyle aslında Basel II’nin firmaları ilgilendiren yönü daha iyi anlaşılmaktadır. Böylelikle, firmanın finansal tablolarından elde edilen bilgiler ya da diğer finansal bilgilerine bakılarak ve analiz edilerek kredi değerliliği konusunda karar verilmesi söz konusudur (Aras, 2007: 14).
Günümüzde bankalar ve finansal kurumlar, oldukça teknik kredi riski ölçüm modellerini geliştirmek için büyük çaba ve zaman harcamakta (Korkmaz, 2004: 2), ayrıca başarılı bankaların kredi verme fonksiyonunu yerine getirirken, aynı zamanda onların toplam riskini de minimize etme çabası içerisinde olduğu gözlemlenmektedir (Hempel & Simonson, 1999: 389).
Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010 8
Tüm yapılan bu çalışmalarla; kredi limitlerinin, yeni ürün fiyatlamalarının, müşteri seçimlerinin, risk bazlı oluşturulması ile birlikte kredi risk yönetimi, daha şeffaf ve daha iyi bilgi yönetiminin sağlanabildiği, raporlamadan ölçüme doğru gelişen bir alan haline gelmektedir (Aras, 2007: 14).
Basel II’de önemle üzerinde durulan derecelendirme (rating) notu ve kredi faizleri ilişkisi bir örnekle aşağıda gösterilmektedir (Türkiye Bankalar Birliği, 2004: 17).
ġekil 2. Derecelendirme ve Kredi Faizleri ĠliĢkisi
Kaynak: Türkiye Bankalar Birliği, (2004), “Risk Yönetimi ve Basel II’nin Kobi’lere Etkileri”, Türkiye Bankalar Birliği Yayınları, Yayın No: 228, Ankara, s. 17.
Bu bağlamda derecelendirme notu AAA olan firma ile CC olan firma arasında alınan aynı miktar krediye uygulanacak faiz oranı açısından %23,2 ve %33 gibi ciddi bir fark oluşmaktadır. Bu durum Basel II’nin getirmiş olduğu yeniliği de ortaya koymaktadır. Böylelikle aynı miktar krediye, firmanın dereceleme notuna göre farklı faiz oranları uygulanabilmektedir.
Uluslararası finans piyasalarına ilişkin düzenlemeler ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler doğrultusunda oluşturulan son Bankalar Kanunu (5411 Sayılı Bankalar Kanunu);
- Risk yönetimi,
- İç kontrol,
- İç denetim sistemleri,
- Denetim komitesi,
- Sermaye ve likidite yeterliliğine ilişkin hükümleri,
ayrı başlıklar halinde detaylı olarak ele almaktadır. Bu kapsamda Bankalar Kanunu (7, 23, 24, 29, 30, 31, 32, 45, 46 ve 66. maddeleriyle), sektörü yasal açıdan, denetim yönüyle disipline etmekte, sorumlular hakkında bağlayıcı hükümler içermektedir.
3. BASEL II KRĠTERLERĠNĠN BĠR ÜST SÜRÜMÜNE OLAN ĠHTĠYACIN KAÇINILMAZLIĞI
Küresel krizle birlikte Basel II Kriterlerine yönelik tartışmalarda alevlenmiştir. Ünlü iktisatçı Joseph Stiglitz, Basel II düzenlemelerinin temel felsefesini oluşturan özdenetimin ve derecelendirme şirketlerinin kredi notlarına dayalı yapının kendi başına bir oksimoron (iki zıt
9 Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010
anlamı birlikte taşıyan) olduğunun yaşanan küresel krizde belirginleştiğini dile getirmiştir (Candan, 2009: 80).
Basel II’ye getirilen önemli eleştirilerin başında, çok sayıda konuya getirilen standartların gerçekleştirilmesinin güçlüğü gelmektedir. Zira basitlik ile riske duyarlılığın birlikte gerçekleştirilmesi zordur. Ayrıca düzenlemelerin gereğinden fazla ciddiye alındığı, sistematik krizlerin sermaye yeterliliğinden ziyade likidite krizinden kaynaklandığı ileri sürülmektedir (Avcıbaşı, 2008: 18).
Basel II’ye getirilen bir eleştiri de, likidite riskini ölçmek ve riskler arası etkileşimi algılamak konusunda başarısız olduğu, ayrıca bankacılık sistemi dışında kontrol edilemeyen hedge fonlar, mortgage şirketleri ve girişim sermayesi gibi kurumların da atlandığı yönündedir (http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=78903, Erişim: 06.03.2010).
Riske Maruz Değer (RMD), finansal risklerin ve belirsizliklerin ölçülmesinde kullanılan bir model (Bolgün & Akçay, 2005: 389), olmasına karşın en zayıf noktası, “en kötü durumu” göstermemesidir. Olasılık dağılımları, belirlenen güven aralığı içindeki alanı temsil etmekte, bu alanın dışını göz ardı etmektedir. Oysaki olasılığın çok düşük olması onun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini göstermez.
Uygulamada RMD’i destekleyen test olarak, yaygın biçimde stres testleri kullanılmaktadır. RMD, normal piyasa şartları için, stres testi anormal piyasa şartları için geçerlidir (Sevil, 2001: 60). Diğer bir ifadeyle, stres testleri, sıra dışı kayıplara neden olabilecek hususları tespite yönelik olarak kullanılmaktadır (Jorion, 2000: 231). Ancak, anormal piyasa koşullarını önceden tahmin edebilme özelliğine karşın stres testleri ile de küresel krizin ıskalanmış olması Basel II’nin ciddi bir prestij kaybı olarak değerlendirilebilir.
Küresel krizi, kehanet derecesinde önceden tahmin eden Nouriel Roubini ise; yaşanan küresel krizi vurgulayarak, irrasyonel bolluğun ve düzenleme farklılıklarının olduğu bir dünyada Basel II’nin başarılı olma şansının zor olduğuna değinmektedir (Candan, 2009: 80).
Bu bağlamda, küresel krizin, Basel II Kriterleri olarak geliştirilmiş sistemin, olağan dönemlerde genel kabul gören yönlerinin yanı sıra olağanüstü dönemlerde birtakım yetersizlikleri de içerdiği gerçeğini ortaya koyduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında, bir bakıma küresel kriz, Basel II’nin defolarını ortaya çıkarmıştır.
Eleştirel yaklaşımlara karşılık, Basel Komite, 17.01.2009 tarihli “Proposed Enhancements to the Basel II Framework” bildirisinde; banka denetim ve gözetimi açısından Basel II’nin hala en yetkin metodoloji olduğunu, krize neden olan ters yöndeki birtakım teşvikleri kısıtlayıcı özellikler taşıdığını vurgulamaktadır (http://www.bis.org/publ/bcbs150.htm, Erişim: 20.04.2010). Ayrıca, Komite, Basel II Kriterlerinin, salt bankaların risk yönetimi süreçlerinin geliştirilmesine dönük doğru teşvikler içermekle kalmayıp aynı zamanda kurumsal yönetişim ve kontrol-uyum mekanizmalarına da katkıda bulunduğunu ileri sürmektedir.
Basel Komite, Basel II Kriterlerini savunmakla birlikte, çalışmalarını eleştirileri dikkate alan yönde sürdürmekte olduğunu vurgulayarak, sistemin kriz dönemlerini de içerisine alacak boyutta yeni açılımlara ihtiyacı olduğunu belirten yaklaşım içerisindedir.
Bu kapsamda, Basel Komite, sistemik öneme sahip kuruluşlardan kaynaklanan dışsallıkların azaltılmasını sağlamak üzere ek sermaye, likidite ya da diğer denetim tedbirleri ihtiyacını gözden geçirmekte olduğunu bildirmektedir (http://www.bis.org/publ/bcbs164.pdf, Erişim: 15.04.2010).
7 Kasım 2009 tarihli G-20 Londra Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanları toplantı tebliğinde; kriz öncesi dönemde finansal piyasaların inanılmaz hızla geliştiği, derinleştiği ve karmaşıklaştığı, buna karşın denetim ve gözetimden sorumlu kurumların bu hıza ayak uyduramadıkları konusunda görüş birliği bulunmaktadır (Yılmaz, 2010: 6).
Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010 10
Basel Komite, sermaye ve likidite standartlarının etkilerini değerlendirmek üzere, 2010 yılının ilk yarısında bir etki çalışması yapacaktır. Bu çalışmanın sonuçlarına dayanarak, uygun niteliğe sahip bir “toplam seviye” belirlenmek üzere, yasal minimum sermaye düzeyi ve bu dokümanlardaki veriler yeniden gözden geçirilecektir (http://www.bis.org/publ/bcbs165.pdf, Erişim: 15.04.2010).
Basel Komitesi, krizden çıkarılan dersler neticesinde “Strengthening the Resilience of the Banking Sector - Consultative Document” (Bankacılık Sektöründeki Dayanıklılığın Arttırılması-İstişare Metni) ile bankacılık sektöründeki şoklara karşı dayanıklılığın arttırılması için önerdiği reform paketini 17 Aralık 2009 tarihinde görüşe açmıştır (Risk Yönetimi Dairesi, Nisan 2010: 2).
Bahse konu İstişare Metninde yer alan programın temel hedefleri şöyle özetlenebilir:
- Olumsuz piyasa koşullarında ani düşüş gösterebilen sermaye tamponlarının güçlendirilmesi,
- Banka sermayelerinin kalitesinin artırılması,
- Basel II’ye destek olmak üzere bir kaldıraç oranı uygulamasının getirilmesi,
- Asgari sermaye gereksinimindeki döngüselliği azaltma ve karşılık ayrılması,
- Bankacılık sektörünün kuvvetlendirilmesi amacıyla ortaya koyduğu sermaye ve likidite düzenleme önerileri,
- Risk yönetiminin ve yönetişimin geliştirilmesine ek olarak, bankaların stres ortamlarına karşı dayanıklılığının artırılması.
Basel Komitesi’nce piyasa riski çerçevesinde yapılan son değişikliklerle 1996 yılından günümüze uygulanmakta olan mevcut riske maruz değer (RMD) hesaplama çerçevesinde değişikliğe giderek, piyasa riskine ilişkin sermaye gereksinimi hesaplamasına ilave (kredi) riski ve strese tabi RMD için de ayrıca sermaye yükümlülüğü uygulanmasını zorunlu hale getirmektedir.
Bu bağlamda, 2007 yılında başlayan ve etkisini 2008 yılında artırarak devam ettiren finansal kriz sürecinde, bankaların alım satım hesaplarında önemli zararlar oluştuğu, kaldıraç etkisinin arttığı ve piyasa riski hesaplamalarına getirilen yeni değişikliklerin krizden edinilen tecrübeler ışığında oluştuğu ifade edilebilir.
Değişikliklerin Ülkemize etkisi açısından değerlendirildiğinde ise, korelasyon alım satımı ve seküritizasyon/reseküritizasyon portföyleri henüz yoğun olarak görülmediğinden bu yöndeki değişikliklerin kısa vadede önemli etkileri beklenmemektedir. Bunun yanı sıra strese tabi RMD’nin hayata geçirilmesi halinde içsel model kullanma olasılığı bulunan bankaların bu uygulamadan etkilenebileceği, standart yöntemde ise sözkonusu hesaplamaya denk gelen bir rakam olmadığından standart yöntemi uygulayan bankaların değişiklikten etkilenmeyeceği görülmektedir. Standart yöntemin risklere karşı duyarlılığının zayıf olması, risklere karşı daha hassas ancak daha yüksek sermaye gereksinimi rakamları içermesi yönüyle içsel model uygulamasının tercih edilmemesi de bankacılık sektörümüzde eleştirel bakış açısıyla değerlendirilebilir.
Basel Komite’nin 2010 yılı sonuna kadar daha güçlü standartlar geliştirilmesi sürecini tamamlaması ve bu standartların da 2012 yılı sonuna kadar uygulamaya konulması öngörülmektedir (T.C. Merkez Bankası, 2009: 10).
BDDK tarafından gerçekleştirilen “Bankaların Basel II’ye Geçişine İlişkin İlerleme Anketi”nde Aralık 2009 itibarıyla verilen cevaplara göre; Bankacılık sektörünün %99’u Basel II çalışmalarını yürütecek üst yönetim ve birimlerini oluşturmuş, %82’si sorumlu personelini, %70’i ise komitelerini belirlemiştir (BDDK, 2010: i).
11 Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010
Bu bağlamda, anket sonuçları değerlendirildiğinde; Türk Bankacılık Sektörünün Basel II’ye geçiş sürecini çok büyük ölçüde tamamladığı, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri sürecini izleyen dönemde, Türk Bankacılık Sektörünün krizi fırsata çevirmede başarılı bir sınav vermesinde proaktif rol oynayan BDDK’nın, daha önce 1 Ocak 2009 olarak öngördüğü tam geçişi, ileri bir tarihe ertelenmesinde, küresel krizin etkisiyle ortaya çıkan eleştirel görüşleri de dikkate alarak, Basel Komite’nin yeniden yapılanmaya olan ihtiyacın gereklerini yerine getirmesini yakinen takip eden, ihtiyatlı bir yaklaşım sergilediği çıkarımı yapılabilir.
SONUÇ
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun, 6 Nisan 2010 tarihli, Basel II Çerçevesinde Hazırlanan Düzenleme Taslaklarına İlişkin Basın Açıklaması’na göre; Tüm dünyada yaşanan küresel krizin etkisiyle “Sermaye Ölçümü ve Sermaye Standartlarının Uluslararası Düzeyde Uyumlaştırılması” dokümanının gözden geçirilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyaca binaen gözden geçirme çalışmaları, Basel Bankacılık Denetim Komitesince hâlihazırda devam etmektedir (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, 6 Nisan 2010: 2).
Küresel krizle beraber dünya genelinde artan banka iflasları, denetim ve gözetim açısından, Basel II’nin de itibar kaybetmesine ve sorgulanma eşiğinin yükselmesine neden olmuştur. Bankacılık türev ürünlerinin alım satımında risk yönetiminin hiçe sayılması, yaşanan krizin bankacılığa ilişkin temel sıkıntısı olarak değerlendirildiğinde, Basel II’nin bu alanda da ciddi düzenlemelere ihtiyacı olduğu açıktır.
Basel Komite’nin, krizden çıkarılan dersler neticesinde “Strengthening the Resilience of the Banking Sector - Consultative Document” (Bankacılık Sektöründeki Dayanıklılığın Arttırılması-İstişare Metni) ile çözüme yönelik arayışlar içerisinde olduğu görülmektedir.
Son gelişmeler ışığında, BDDK tarafından gerçekleştirilen anket sonuçlarında da görüldüğü üzere, Türk Bankacılık Sektörü’nün Basel II’ye geçiş sürecini çok büyük ölçüde tamamladığı anlaşılmaktadır. Ancak küresel kriz ortamında yaşananlar çerçevesinde, eleştirel yaklaşımlara yönelik Basel Komite’nin çalışmalarına ilişkin sonucu beklediği ve tam geçişin bu sürecin sonrasında ortaya çıkacak yeni yapılanmaya uyumla gerçekleştireceği beklenebilir.
Öz anlatımla, Basel Komite’nin yöneltilen eleştirel yaklaşımlara karşılık vermek için, mevcut sisteme sahip çıkmakla birlikte, Basel II’nin bir üst sürümü diyebileceğimiz yeni bir yapılanmaya doğru rotasını çevirdiği, çözüme yönelik çabalar içerisinde olduğu vurgulanabilir. Holistic (bütüncül) yaklaşımla bir değerlendirme yapılırsa, sürdürülebilir bankacılık için tüm bu çalışmaların yeni bir yapılanmanın, Basel III Kriterleri’nin habercisi olduğu söylenebilir.
KAYNAKLAR
Aras, G., (2007), “Basel II Bankacılık Düzenlemelerinin Ekonomiye ve Reel Sektöre Yansımaları”, Deloitte CEO/CFO Serisi, İstanbul, 2-20.
Arslan, İ., (2008), “Basel Kriterleri ve Türk Bankacılık Sektörüne Etkileri”, S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 20, Konya, 49-66.
Atiker, M., (2005), “Basel I ve Basel II”, Konya Ticaret Odası Bilgi Raporu, Sayı: 41/08, Konya.
Avcıbaşı, F. T., (2008), Basel II’nin Türk Bankacılık Sistemi Üzerine Etkileri, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kahramanmaraş.
Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010 12
Bank for International Settlements, (2006), “Risk Management and Regulation in Banking”, Journal of Financial Intermediation, Vol: 15, 162-163.
Basel Bankacılık Denetim Komitesi, (2004), “Basel II’nin Uygulanmasına İlişkin Göz Önünde Tutulması Gereken Hususlar”, BDDK Yayınları, Ankara.
BDDK, (Ocak 2008), “CRD/Basel II Ülke Uygulamaları”, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu Çalışma Tebliği, Sayı: 1, Ankara.
BDDK, (Şubat 2010), Bankacılık Sektörü Basel II İlerleme Raporu, Ankara.
Bolgün, K. E. & Akçay, M. B., (2005), Risk Yönetimi, Scala Yayıncılık, İstanbul.
Candan, H. & Özün, A., (2006), Bankalarda Risk Yönetimi ve Basel II, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
Candan, H., (2009), “Kriz Sürecinde Basel II’de Öngörülen Değişiklikler”, Bankacılar Dergisi, Sayı: 68, Ankara, 80-84.
Çelik, P., (2004), Bankaların Risk Derecelendirmesi, TCMB Yayınları, Ankara.
Flannery, M. & Thakor, A. V., (2006), “Accounting, Transparency and Bank Stability”, Journal of Financial Intermediation, Vol: 15, 281-284.
Heid, F., (2007), “The Cyclical Effects of the Basel II Capital Requirements”, Journal of Banking&Finance, Vol: 31, 3885-3900.
Hempel, G. H. & Simonson, D. G., (1999), Bank Management, John Wiley&Sons, Inc., New York.
http://www.bis.org/publ/bcbs150.htm, Erişim: 20.04.2010.
http://www.bis.org/publ/bcbs164.pdf, Erişim: 15.04.2010.
http://www.bis.org/publ/bcbs165.pdf, Erişim: 15.04.2010.
http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=78903, Erişim: 06.03.2010.
Jacques, K. T., (2008), “Capital Shocks Bank Asset Allocation and the Revised Basel Accord”, Review of Financial Economics, Vol: 17, 79-91.
Jorion, P., (2000), Value at Risk: The Benchmark for Controlling Market Risk, McGraw-Hill Professional Book Group, USA.
Kevin Davis, “Basel II”, http://www.sbif.cl/sbifweb/internet/archivos/publicacion_2249.pdf, Erişim: 07.04.2010.
Korkmaz, T. K., (Temmuz-Ağustos 2004), “Bankalarda Kredi Riski Ölçümünde Alternatif Yöntemler”, Active Finans Dergisi, İstanbul.
Liebig, T., Porath, D., Weder, B. & Wedow, M., (2007), “Basel II and Bank Lending to Emerging Markets: Evidence from the German Banking Sector”, Journal of Banking&Finance, Vol: 31, 401-418.
Morton, G., (2003), Managing Bank Risk An Introduction to Broad Base Credit Engineering, Academic Press, Amsterdam.
13 Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010
Risk Yönetimi ve Gözetim Teknikleri Dairesi, (2003), “Yeni Sermaye Yeterliliği Uzlaşısı (Basel II) ve Geçiş Sürecine İlişkin Yol Haritası”, Türkiye Bankalar Birliği Bilgilendirme Raporu, Ankara.
Risk Yönetimi Dairesi, (Nisan 2010), “Piyasa Riski Ölçümleme Yöntemlerine İlişkin Analiz, BDDK Yayınları, Ankara.
Sevil, G., (2001), Finansal Risk Yönetimi Çerçevesinde Piyasa Volatilitesinin Tahmini ve Portföy VaR Hesaplamaları, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir.
T.C. Merkez Bankası, (Kasım 2009), Finansal İstikrar Raporu, Ankara.
Trichet, J. C., “Announcement of Basel II”, http://www.bis.org/review/r040628a.pdf, Erişim: 08.04.2010.
Türkiye Bankalar Birliği, (2004), “Risk Yönetimi ve Basel II’nin Kobi’lere Etkileri”, Türkiye Bankalar Birliği Yayınları, Yayın No: 228, Ankara.
Yılmaz, D., (15 Nisan 2010), “Küresel Krizler ve Ekonomik Yönetişim”, İnönü Üniversitesi, Malatya.
5411 Sayılı Bankalar Kanunu.
A. Aslan Şendoğdu
Dr. Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler M.Y.O,
E-posta: asendogdu@gmail.com
Yazı Bilgisi:
Alındığı tarih: 14 Mayıs 2010
Yayına kabul edildiği tarih: 05 Temmuz 2010
E-yayın tarihi: 13 Temmuz 2010
Yazıcı çıktı sayfa sayısı:10
Kaynak sayısı:33
Bankacılık ve Sigortacılık
AraĢtırmaları Dergisi
Cilt 1 sayı 2 (Haziran 2010), ss.4-13.
DOI
Telif Hakkı © Ankara Üniversitesi
Beypazarı Meslek Yüksekokulu
Basel II Kriterlerinin Dünü Bugünü ve Gelecek İçin Bir Üst Sürümüne Olan İhtiyacın Kaçınılmazlığı
A. Aslan ŞENDOĞDU
Selçuk Üniversitesi
ÖZET ABD’de başlayan ve dalga dalga tüm dünyaya yayılan küresel kriz bazı ezberleri de bozmuş ve önceden yerleşik sistemlerin sorgulanmasına yol açmıştır. Basel Komite’nin kuruluşunun geri planında yatan şey, 1974 yılında yaşanan Dünya Petrol Krizi sonrasında bankacılık sektöründe yaygın bir şekilde denetimin kalitesini artırmaktı. Bu yönüyle bankaların stabil dönemlerin yanı sıra özellikle krizlere karşı direnç düzeyinin artırılmasına yönelik tedbirlerin alınması amaçlanmıştı. Basel I ile öngörülen Sermaye Yeterliliği Rasyosu’nun eksikliklerine ilişkin eleştirel bakış, Basel II Kriterleri ile üçlü yapısal bloğun ortaya çıkmasına neden olmuş ve geliştirilmiş Sermaye Yeterliliği Rasyosuna ilave olarak denetsel gözden geçirme ve saydamlığın sağlanması, kamuoyunun bilgilendirilmesi ve piyasa disiplininin sağlanması hususları mevcut sisteme eklenmişti. Ancak, Basel II Kriterleri, stabil dönemlerde işleyen sisteminin, küresel kriz döneminde beklenen performansa ulaşamadığı yönünde ciddi eleştiriler almıştır. Basel Komite, yoğunlaşan eleştirileri dikkate almakta ve mevcut sistemi savunmanın yanı sıra ek tedbirlerle sistemin krizlere karşı direnç düzeyinin artırılmasına yönelik çalışmalar içerisinde olduklarını vurgulamaktadır. Türkiye özelinde ise, Basel I Kriterleri tedrici olarak uygulanmış, Basel II Kriterlerine tam geçiş için önceden öngörülen 1 Ocak 2009 tarihi, BDDK tarafından ileri bir tarihe ertelenmişti. Özellikle Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri sürecini izleyen dönemde, krizi fırsata çevirmede başarılı bir sınav veren Türk Bankacılık Sektörü, Basel II’ye tam geçiş gerekliliklerini çok büyük ölçüde tamamlamış olup, Basel Komite’nin küresel krizle ortaya çıkan defolarını gidermek için ihtiyaç duyduğu bir üst sürümü diye adlandırabileceğimiz versiyonunu beklemektedir. ANAHTAR SÖZCÜKLER Basel Komite, Basel II, Küresel Kriz. The Past and the Today of the Basel II Criteria and the Urgency of a new Version for Future ABSTRACT The Global crisis that has emerged in the USA and spreading throughout the world in full flood went beyond the ordinary and lead to questioning the settled systems. The background of the foundation of the Basel Committee is trying to enlarge the quality of audit used in the banking sector after the world oil crisis of 1974. With this way; they aimed at taking measures to increase the resistance level against especially the crisis and the stabile position. The critical viewpoint regarding the deficiency of the Capital Adequacy Ratio predicted by the Basel I caused the emerging of trinity and the Basel Criteria and in addition to the developed Capital Adequacy Ratio, the following issues were added to the current system; providing the supervisory review and transparency, public information, market discipline. But the emerging crucial critic is that the Basel II system that runs during the stabile periods does not run efficiently during the global crisis period. The Basel Committee considers the increasing critics and underlines that they are interested in taking the extra measures in order to increase the resistance level to prevent the system against the crisis in addition to the current system. Particularly in Turkey the Basel I Criteria were carried out gradually and the full transition date of January 1, 2009 of the Basel II Criteria was suspended to the following dates by the Banking Regulation and Supervision Agency. Principally during the following periods of November 2000 crisis and February crisis of 2001, the Turkish Banking Sector, successfully overcame the crisis and turned it to an opportunity, completed all of the transition processes and ready for the new version of the Basel Criteria for eliminating the defaults after the global crisis.
5 Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010
KEYWORDS Basel Committee, Basel II, Global Crisis at Risk. JEL Classification: G32, G38.
1. BASEL II KRĠTERLERĠNE UZANAN SÜREÇ
Basel Uyumu, bankaların rekabetçi yapıları ve finansal piyasaların gelişimi için önemli gereklilikleri ile banka piyasalarının denetim ve gözetiminde önemli bir adım olup (Davis, http://www.sbif.cl/sbifweb/internet/archivos/publicacion_2249.pdf, Erişim: 07.04.2010), 1970’li yılların ilk yarısında sabit kur sisteminin terk edilmesi ve 1974 yılında yaşanan petrol krizi sonucunda, uluslararası döviz ve bankacılık piyasalarında büyük dalgalanmalar yaratan sorunlara ortak bir çözüm bulma arayışı ile gündeme gelmiştir (Atiker, 2005: 1). Bu konjonktürel gelişim, bankacılıkta yaşanan sorunlara yönelik çözüm çabalarının orijinini oluşturmaktadır.
Bankacılık denetimiyle ilgili önemli hususların anlaşılmasının kolaylaştırılması ve dünya genelinde bankacılık denetiminin kalitesinin iyileştirilmesi amacıyla, Bank for International Settlements (BIS) bünyesinde, 1974 yılında Basel Bankacılık denetim komitesi kurulmuştur. Komite; Belçika, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Lüksemburg, Hollanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İngiltere ve ABD’nin üyesi olduğu 13 ülkenin merkez bankaları ve bankacılık denetim otoritelerinin yetkililerinden oluşmuştur (Candan & Özün, 2006: 8).
Komite, ulusal sermaye yeterliliği hesaplama yöntemlerini birbirleriyle uyumlu hale getirmek ve bu konuda asgarî bir standart oluşturmak amacıyla 1988 yılında, Basel I olarak adlandırılan “Sermaye Yeterliliği Uzlaşısı”nı yayımlamıştır (BDDK, 2008: 1). Basel Uyumu, banka gözetim ve denetiminde, bir bankanın kredi portföyünü sürdürebilmesi için kredilerinin güvencesi olarak formel değerlendirme ve yaklaşım süreci kurması zorunluluğudur (Morton, 2003: 7).
1988 Basel Sermaye Uzlaşısı, kredi riskleri için %8 asgari sermaye yeterliliği oranının belirlendiği bir temel metin olup, bu yönüyle, uluslararası ölçekte bankacılık sisteminde denetime yönelik en ciddi ilk adımdır.
Basel I Kriterlerini, Türkiye’de benimsemiş, bu standardı kademeli bir geçiş süreci ile (1989 yılında %5, 1990 yılında %6, 1991 yılında %7 ve 1998 yılında %8 olarak) uygulamıştır (Arslan, 2008: 51).
Basel I’in yetersizlikleri şu temel noktalarda toplanabilir;
- Bankacılık risklerini gerçekçi bir şekilde ölçmede yetersiz kalması,
- Finansal piyasalardaki fiyat dalgalanmalarını yeterince dikkate almaması,
- Bankaların portföy oluşturma davranışlarındaki farklılıkları gözetememesi.
Görüldüğü üzere; yetersizliklerin incelenerek, Basel I’in kapsamının geliştirilmesi ve daha hassas risk ölçüm ve yönetim metotlarına yer verebilecek şekilde yeniden yapılanması bir zorunluluk halini almıştı.
26 Haziran 2004 tarihinde G-10 ülkeleri ve Avrupa Merkez Bankası Başkanı Jean Claude Trichet, Basel II bildirisini deklare etmiştir. Bildiride Trichet, Basel II ile özellikle 21. yüzyıl bankacılığında, risk yönetimi ve sermaye düzenlemelerinde denetimin temel alınacağını belirtmiş, finansal sistemin bir bütün olarak stabilitesinin güçlendirilmesiyle ilgili
Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010 6
olarak bankaların sağlamlık ve güvenliğinin artırılacağını vurgulamıştır (Trichet,
http://www.bis.org/review/r040628a.pdf, Erişim: 08.04.2010).
Basel I’in aksine, Basel II’de risk temelli sermaye standartları düzenlenerek, kredi
derecelendirilmesi üzerine inşa edilen sermaye gereksinimi kabul edilmiştir (Jacques, 2008: 79).
Basel Komite’nin revize ettiği sermaye uyumu, modern risk yönetim teknikleri ile hesaplanan
ve değerlendirilen, bankaların gerçek riskleri ile bağlantılı sermaye gereksinimini düzenlemekle
ilgili olup (Liebig, Porath, Weder & Wedow, 2007: 402), sermaye gereksinimi, bankaların
denetim ve düzenlemelerinde kilit rol oynamaktadır (Heid, 2007: 3885).
Bu bağlamda, Basel I Kriterlerinin eksikleri ve bankalar için güvenlik zırhı oluşturmada
yetersizlikleri göz önüne alındığında, daha kapsamlı risk yönetimi ve denetim mekanizmalarını
içeren Basel II Kriterlerinin ortaya çıktığı söylenebilir.
2. BASEL II KRĠTERLERĠ
Basel II Kriterlerinde, bankaların asgari sermaye gereklerini hesaplamada dikkate
alacakları kredi ve faaliyet riskini ölçebilmeleri için basitten gelişmişe doğru bir metodolojinin
kullanılabilmesi öngörülmekte (Çelik, 2004: 44), bankalar, denetim otoritesinin gözetiminde
olmak üzere kendi risk profillerine ve faaliyetlerine göre uygun yaklaşımları tercih
edebilmektedirler.
Basel II’de detaylı olarak üzerinde durulan risk kategorileri; kredi, piyasa ve
operasyonel olmak üzere üç grupta incelenebilir. Aşağıda bu riskleri ölçmek üzere kullanılan
yaklaşım ve modeller ana başlıkları ile yer almaktadır:
1- Kredi Riski;
- Kredi Riski Modelleri (Creditmetrics, Moddy’s KMV, CreditRisk+, Credit
Portfolio View vb.),
- Standart Yaklaşım (Standard Approach),
- İçsel Derecelendirme Yaklaşımı (Internal Ratings Approach).
2- Piyasa Riski;
- Standart Metot (Standard Method),
- Dahili (İçsel) Model (Internal Model),
- Riske Maruz Değer (Value at Risk),
- Stres Testleri (Stress Tests).
3- Operasyonel Risk;
- Temel Gösterge Yaklaşımı (Basic Indicator Approach),
- Standart Yaklaşım (Standard Approach),
- İleri Ölçüm Yaklaşımı (Advanced Measurement Approach).
Kredi riski ve piyasa riskine ilaveten operasyonel riskin, sermaye yeterliliği standart
oranının paydasına eklenmesi, Basel II’nin getirdiği en dikkat çekici yenilik olarak
değerlendirilebilir. Buna göre;
Özkaynaklar
Sermaye Yeterliliği = %8
Kredi Riski+Piyasa Riski+Operasyonel Risk
7 Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010
Basel II’nin üzerinde durduğu öncelikli hususların başında, bankalarda risk yönetiminin teşvik edilip geliştirilmesi gelmekte (Bank for International Settlements, 2006: 162), buna göre birbirini destekleyen üç yapısal bloğun kullanılmasıyla gelişmiş risk yönetiminin uygulanması gerekmektedir.
Birinci Yapısal Blok; asgari sermaye yükümlülüklerinin, bankalarda yeterli sermaye ve risk yönetimine sahip olunması gerekliliğine ek olarak, İkinci Yapısal Blok; denetsel gözden geçirme ve Üçüncü Yapısal Blok; şeffaflık ve piyasa disiplinin artırılmasını öngörmektedir (Basel Bankacılık Denetim Komitesi, 2004: 9).
Üç yapısal blok, birbiriyle yakından ilgili olmasının yanı sıra daha büyük bilgi şeffaflığı anahtar rol oynayarak, piyasa disiplinini de kolaylaştırabilir (Flannery & Thakor, 2006: 281).
Yapısal blokların uygulanabilmesi için (Risk Yönetimi ve Gözetim Teknikleri Dairesi, 2003: 6):
- Kurum çapında entegre etkin (kredi, piyasa ve operasyonel) risk yönetimi sistemleri,
- Etkin iç kontrol sistemleri ve bağımsız dış denetim,
- Kurum çapında özkaynak değerlendirme sistemleri,
- Kurumsal yönetişim uygulamaları değerlendirme sistemi,
gerekmektedir.
Basel II’de kredi değerlemesinde; kredi müşterisinin riski ve kredi işlem riski belirleyici olmaktadır. Aşağıdaki şekilde bu ilişki gösterilmektedir:
ġekil 1. Basel II’de Kredi Değerlemesi (Kredi Riskinin Tespiti)
Kaynak: Aras, G., (2007), “Basel II Bankacılık Düzenlemelerinin Ekonomiye ve Reel Sektöre Yansımaları”, Deloitte CEO/CFO Serisi, İstanbul, s. 14.
Bu iki temel risk göstergesiyle aslında Basel II’nin firmaları ilgilendiren yönü daha iyi anlaşılmaktadır. Böylelikle, firmanın finansal tablolarından elde edilen bilgiler ya da diğer finansal bilgilerine bakılarak ve analiz edilerek kredi değerliliği konusunda karar verilmesi söz konusudur (Aras, 2007: 14).
Günümüzde bankalar ve finansal kurumlar, oldukça teknik kredi riski ölçüm modellerini geliştirmek için büyük çaba ve zaman harcamakta (Korkmaz, 2004: 2), ayrıca başarılı bankaların kredi verme fonksiyonunu yerine getirirken, aynı zamanda onların toplam riskini de minimize etme çabası içerisinde olduğu gözlemlenmektedir (Hempel & Simonson, 1999: 389).
Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010 8
Tüm yapılan bu çalışmalarla; kredi limitlerinin, yeni ürün fiyatlamalarının, müşteri seçimlerinin, risk bazlı oluşturulması ile birlikte kredi risk yönetimi, daha şeffaf ve daha iyi bilgi yönetiminin sağlanabildiği, raporlamadan ölçüme doğru gelişen bir alan haline gelmektedir (Aras, 2007: 14).
Basel II’de önemle üzerinde durulan derecelendirme (rating) notu ve kredi faizleri ilişkisi bir örnekle aşağıda gösterilmektedir (Türkiye Bankalar Birliği, 2004: 17).
ġekil 2. Derecelendirme ve Kredi Faizleri ĠliĢkisi
Kaynak: Türkiye Bankalar Birliği, (2004), “Risk Yönetimi ve Basel II’nin Kobi’lere Etkileri”, Türkiye Bankalar Birliği Yayınları, Yayın No: 228, Ankara, s. 17.
Bu bağlamda derecelendirme notu AAA olan firma ile CC olan firma arasında alınan aynı miktar krediye uygulanacak faiz oranı açısından %23,2 ve %33 gibi ciddi bir fark oluşmaktadır. Bu durum Basel II’nin getirmiş olduğu yeniliği de ortaya koymaktadır. Böylelikle aynı miktar krediye, firmanın dereceleme notuna göre farklı faiz oranları uygulanabilmektedir.
Uluslararası finans piyasalarına ilişkin düzenlemeler ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler doğrultusunda oluşturulan son Bankalar Kanunu (5411 Sayılı Bankalar Kanunu);
- Risk yönetimi,
- İç kontrol,
- İç denetim sistemleri,
- Denetim komitesi,
- Sermaye ve likidite yeterliliğine ilişkin hükümleri,
ayrı başlıklar halinde detaylı olarak ele almaktadır. Bu kapsamda Bankalar Kanunu (7, 23, 24, 29, 30, 31, 32, 45, 46 ve 66. maddeleriyle), sektörü yasal açıdan, denetim yönüyle disipline etmekte, sorumlular hakkında bağlayıcı hükümler içermektedir.
3. BASEL II KRĠTERLERĠNĠN BĠR ÜST SÜRÜMÜNE OLAN ĠHTĠYACIN KAÇINILMAZLIĞI
Küresel krizle birlikte Basel II Kriterlerine yönelik tartışmalarda alevlenmiştir. Ünlü iktisatçı Joseph Stiglitz, Basel II düzenlemelerinin temel felsefesini oluşturan özdenetimin ve derecelendirme şirketlerinin kredi notlarına dayalı yapının kendi başına bir oksimoron (iki zıt
9 Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010
anlamı birlikte taşıyan) olduğunun yaşanan küresel krizde belirginleştiğini dile getirmiştir (Candan, 2009: 80).
Basel II’ye getirilen önemli eleştirilerin başında, çok sayıda konuya getirilen standartların gerçekleştirilmesinin güçlüğü gelmektedir. Zira basitlik ile riske duyarlılığın birlikte gerçekleştirilmesi zordur. Ayrıca düzenlemelerin gereğinden fazla ciddiye alındığı, sistematik krizlerin sermaye yeterliliğinden ziyade likidite krizinden kaynaklandığı ileri sürülmektedir (Avcıbaşı, 2008: 18).
Basel II’ye getirilen bir eleştiri de, likidite riskini ölçmek ve riskler arası etkileşimi algılamak konusunda başarısız olduğu, ayrıca bankacılık sistemi dışında kontrol edilemeyen hedge fonlar, mortgage şirketleri ve girişim sermayesi gibi kurumların da atlandığı yönündedir (http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=78903, Erişim: 06.03.2010).
Riske Maruz Değer (RMD), finansal risklerin ve belirsizliklerin ölçülmesinde kullanılan bir model (Bolgün & Akçay, 2005: 389), olmasına karşın en zayıf noktası, “en kötü durumu” göstermemesidir. Olasılık dağılımları, belirlenen güven aralığı içindeki alanı temsil etmekte, bu alanın dışını göz ardı etmektedir. Oysaki olasılığın çok düşük olması onun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini göstermez.
Uygulamada RMD’i destekleyen test olarak, yaygın biçimde stres testleri kullanılmaktadır. RMD, normal piyasa şartları için, stres testi anormal piyasa şartları için geçerlidir (Sevil, 2001: 60). Diğer bir ifadeyle, stres testleri, sıra dışı kayıplara neden olabilecek hususları tespite yönelik olarak kullanılmaktadır (Jorion, 2000: 231). Ancak, anormal piyasa koşullarını önceden tahmin edebilme özelliğine karşın stres testleri ile de küresel krizin ıskalanmış olması Basel II’nin ciddi bir prestij kaybı olarak değerlendirilebilir.
Küresel krizi, kehanet derecesinde önceden tahmin eden Nouriel Roubini ise; yaşanan küresel krizi vurgulayarak, irrasyonel bolluğun ve düzenleme farklılıklarının olduğu bir dünyada Basel II’nin başarılı olma şansının zor olduğuna değinmektedir (Candan, 2009: 80).
Bu bağlamda, küresel krizin, Basel II Kriterleri olarak geliştirilmiş sistemin, olağan dönemlerde genel kabul gören yönlerinin yanı sıra olağanüstü dönemlerde birtakım yetersizlikleri de içerdiği gerçeğini ortaya koyduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında, bir bakıma küresel kriz, Basel II’nin defolarını ortaya çıkarmıştır.
Eleştirel yaklaşımlara karşılık, Basel Komite, 17.01.2009 tarihli “Proposed Enhancements to the Basel II Framework” bildirisinde; banka denetim ve gözetimi açısından Basel II’nin hala en yetkin metodoloji olduğunu, krize neden olan ters yöndeki birtakım teşvikleri kısıtlayıcı özellikler taşıdığını vurgulamaktadır (http://www.bis.org/publ/bcbs150.htm, Erişim: 20.04.2010). Ayrıca, Komite, Basel II Kriterlerinin, salt bankaların risk yönetimi süreçlerinin geliştirilmesine dönük doğru teşvikler içermekle kalmayıp aynı zamanda kurumsal yönetişim ve kontrol-uyum mekanizmalarına da katkıda bulunduğunu ileri sürmektedir.
Basel Komite, Basel II Kriterlerini savunmakla birlikte, çalışmalarını eleştirileri dikkate alan yönde sürdürmekte olduğunu vurgulayarak, sistemin kriz dönemlerini de içerisine alacak boyutta yeni açılımlara ihtiyacı olduğunu belirten yaklaşım içerisindedir.
Bu kapsamda, Basel Komite, sistemik öneme sahip kuruluşlardan kaynaklanan dışsallıkların azaltılmasını sağlamak üzere ek sermaye, likidite ya da diğer denetim tedbirleri ihtiyacını gözden geçirmekte olduğunu bildirmektedir (http://www.bis.org/publ/bcbs164.pdf, Erişim: 15.04.2010).
7 Kasım 2009 tarihli G-20 Londra Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanları toplantı tebliğinde; kriz öncesi dönemde finansal piyasaların inanılmaz hızla geliştiği, derinleştiği ve karmaşıklaştığı, buna karşın denetim ve gözetimden sorumlu kurumların bu hıza ayak uyduramadıkları konusunda görüş birliği bulunmaktadır (Yılmaz, 2010: 6).
Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010 10
Basel Komite, sermaye ve likidite standartlarının etkilerini değerlendirmek üzere, 2010 yılının ilk yarısında bir etki çalışması yapacaktır. Bu çalışmanın sonuçlarına dayanarak, uygun niteliğe sahip bir “toplam seviye” belirlenmek üzere, yasal minimum sermaye düzeyi ve bu dokümanlardaki veriler yeniden gözden geçirilecektir (http://www.bis.org/publ/bcbs165.pdf, Erişim: 15.04.2010).
Basel Komitesi, krizden çıkarılan dersler neticesinde “Strengthening the Resilience of the Banking Sector - Consultative Document” (Bankacılık Sektöründeki Dayanıklılığın Arttırılması-İstişare Metni) ile bankacılık sektöründeki şoklara karşı dayanıklılığın arttırılması için önerdiği reform paketini 17 Aralık 2009 tarihinde görüşe açmıştır (Risk Yönetimi Dairesi, Nisan 2010: 2).
Bahse konu İstişare Metninde yer alan programın temel hedefleri şöyle özetlenebilir:
- Olumsuz piyasa koşullarında ani düşüş gösterebilen sermaye tamponlarının güçlendirilmesi,
- Banka sermayelerinin kalitesinin artırılması,
- Basel II’ye destek olmak üzere bir kaldıraç oranı uygulamasının getirilmesi,
- Asgari sermaye gereksinimindeki döngüselliği azaltma ve karşılık ayrılması,
- Bankacılık sektörünün kuvvetlendirilmesi amacıyla ortaya koyduğu sermaye ve likidite düzenleme önerileri,
- Risk yönetiminin ve yönetişimin geliştirilmesine ek olarak, bankaların stres ortamlarına karşı dayanıklılığının artırılması.
Basel Komitesi’nce piyasa riski çerçevesinde yapılan son değişikliklerle 1996 yılından günümüze uygulanmakta olan mevcut riske maruz değer (RMD) hesaplama çerçevesinde değişikliğe giderek, piyasa riskine ilişkin sermaye gereksinimi hesaplamasına ilave (kredi) riski ve strese tabi RMD için de ayrıca sermaye yükümlülüğü uygulanmasını zorunlu hale getirmektedir.
Bu bağlamda, 2007 yılında başlayan ve etkisini 2008 yılında artırarak devam ettiren finansal kriz sürecinde, bankaların alım satım hesaplarında önemli zararlar oluştuğu, kaldıraç etkisinin arttığı ve piyasa riski hesaplamalarına getirilen yeni değişikliklerin krizden edinilen tecrübeler ışığında oluştuğu ifade edilebilir.
Değişikliklerin Ülkemize etkisi açısından değerlendirildiğinde ise, korelasyon alım satımı ve seküritizasyon/reseküritizasyon portföyleri henüz yoğun olarak görülmediğinden bu yöndeki değişikliklerin kısa vadede önemli etkileri beklenmemektedir. Bunun yanı sıra strese tabi RMD’nin hayata geçirilmesi halinde içsel model kullanma olasılığı bulunan bankaların bu uygulamadan etkilenebileceği, standart yöntemde ise sözkonusu hesaplamaya denk gelen bir rakam olmadığından standart yöntemi uygulayan bankaların değişiklikten etkilenmeyeceği görülmektedir. Standart yöntemin risklere karşı duyarlılığının zayıf olması, risklere karşı daha hassas ancak daha yüksek sermaye gereksinimi rakamları içermesi yönüyle içsel model uygulamasının tercih edilmemesi de bankacılık sektörümüzde eleştirel bakış açısıyla değerlendirilebilir.
Basel Komite’nin 2010 yılı sonuna kadar daha güçlü standartlar geliştirilmesi sürecini tamamlaması ve bu standartların da 2012 yılı sonuna kadar uygulamaya konulması öngörülmektedir (T.C. Merkez Bankası, 2009: 10).
BDDK tarafından gerçekleştirilen “Bankaların Basel II’ye Geçişine İlişkin İlerleme Anketi”nde Aralık 2009 itibarıyla verilen cevaplara göre; Bankacılık sektörünün %99’u Basel II çalışmalarını yürütecek üst yönetim ve birimlerini oluşturmuş, %82’si sorumlu personelini, %70’i ise komitelerini belirlemiştir (BDDK, 2010: i).
11 Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010
Bu bağlamda, anket sonuçları değerlendirildiğinde; Türk Bankacılık Sektörünün Basel II’ye geçiş sürecini çok büyük ölçüde tamamladığı, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri sürecini izleyen dönemde, Türk Bankacılık Sektörünün krizi fırsata çevirmede başarılı bir sınav vermesinde proaktif rol oynayan BDDK’nın, daha önce 1 Ocak 2009 olarak öngördüğü tam geçişi, ileri bir tarihe ertelenmesinde, küresel krizin etkisiyle ortaya çıkan eleştirel görüşleri de dikkate alarak, Basel Komite’nin yeniden yapılanmaya olan ihtiyacın gereklerini yerine getirmesini yakinen takip eden, ihtiyatlı bir yaklaşım sergilediği çıkarımı yapılabilir.
SONUÇ
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun, 6 Nisan 2010 tarihli, Basel II Çerçevesinde Hazırlanan Düzenleme Taslaklarına İlişkin Basın Açıklaması’na göre; Tüm dünyada yaşanan küresel krizin etkisiyle “Sermaye Ölçümü ve Sermaye Standartlarının Uluslararası Düzeyde Uyumlaştırılması” dokümanının gözden geçirilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyaca binaen gözden geçirme çalışmaları, Basel Bankacılık Denetim Komitesince hâlihazırda devam etmektedir (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, 6 Nisan 2010: 2).
Küresel krizle beraber dünya genelinde artan banka iflasları, denetim ve gözetim açısından, Basel II’nin de itibar kaybetmesine ve sorgulanma eşiğinin yükselmesine neden olmuştur. Bankacılık türev ürünlerinin alım satımında risk yönetiminin hiçe sayılması, yaşanan krizin bankacılığa ilişkin temel sıkıntısı olarak değerlendirildiğinde, Basel II’nin bu alanda da ciddi düzenlemelere ihtiyacı olduğu açıktır.
Basel Komite’nin, krizden çıkarılan dersler neticesinde “Strengthening the Resilience of the Banking Sector - Consultative Document” (Bankacılık Sektöründeki Dayanıklılığın Arttırılması-İstişare Metni) ile çözüme yönelik arayışlar içerisinde olduğu görülmektedir.
Son gelişmeler ışığında, BDDK tarafından gerçekleştirilen anket sonuçlarında da görüldüğü üzere, Türk Bankacılık Sektörü’nün Basel II’ye geçiş sürecini çok büyük ölçüde tamamladığı anlaşılmaktadır. Ancak küresel kriz ortamında yaşananlar çerçevesinde, eleştirel yaklaşımlara yönelik Basel Komite’nin çalışmalarına ilişkin sonucu beklediği ve tam geçişin bu sürecin sonrasında ortaya çıkacak yeni yapılanmaya uyumla gerçekleştireceği beklenebilir.
Öz anlatımla, Basel Komite’nin yöneltilen eleştirel yaklaşımlara karşılık vermek için, mevcut sisteme sahip çıkmakla birlikte, Basel II’nin bir üst sürümü diyebileceğimiz yeni bir yapılanmaya doğru rotasını çevirdiği, çözüme yönelik çabalar içerisinde olduğu vurgulanabilir. Holistic (bütüncül) yaklaşımla bir değerlendirme yapılırsa, sürdürülebilir bankacılık için tüm bu çalışmaların yeni bir yapılanmanın, Basel III Kriterleri’nin habercisi olduğu söylenebilir.
KAYNAKLAR
Aras, G., (2007), “Basel II Bankacılık Düzenlemelerinin Ekonomiye ve Reel Sektöre Yansımaları”, Deloitte CEO/CFO Serisi, İstanbul, 2-20.
Arslan, İ., (2008), “Basel Kriterleri ve Türk Bankacılık Sektörüne Etkileri”, S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 20, Konya, 49-66.
Atiker, M., (2005), “Basel I ve Basel II”, Konya Ticaret Odası Bilgi Raporu, Sayı: 41/08, Konya.
Avcıbaşı, F. T., (2008), Basel II’nin Türk Bankacılık Sistemi Üzerine Etkileri, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kahramanmaraş.
Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010 12
Bank for International Settlements, (2006), “Risk Management and Regulation in Banking”, Journal of Financial Intermediation, Vol: 15, 162-163.
Basel Bankacılık Denetim Komitesi, (2004), “Basel II’nin Uygulanmasına İlişkin Göz Önünde Tutulması Gereken Hususlar”, BDDK Yayınları, Ankara.
BDDK, (Ocak 2008), “CRD/Basel II Ülke Uygulamaları”, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu Çalışma Tebliği, Sayı: 1, Ankara.
BDDK, (Şubat 2010), Bankacılık Sektörü Basel II İlerleme Raporu, Ankara.
Bolgün, K. E. & Akçay, M. B., (2005), Risk Yönetimi, Scala Yayıncılık, İstanbul.
Candan, H. & Özün, A., (2006), Bankalarda Risk Yönetimi ve Basel II, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
Candan, H., (2009), “Kriz Sürecinde Basel II’de Öngörülen Değişiklikler”, Bankacılar Dergisi, Sayı: 68, Ankara, 80-84.
Çelik, P., (2004), Bankaların Risk Derecelendirmesi, TCMB Yayınları, Ankara.
Flannery, M. & Thakor, A. V., (2006), “Accounting, Transparency and Bank Stability”, Journal of Financial Intermediation, Vol: 15, 281-284.
Heid, F., (2007), “The Cyclical Effects of the Basel II Capital Requirements”, Journal of Banking&Finance, Vol: 31, 3885-3900.
Hempel, G. H. & Simonson, D. G., (1999), Bank Management, John Wiley&Sons, Inc., New York.
http://www.bis.org/publ/bcbs150.htm, Erişim: 20.04.2010.
http://www.bis.org/publ/bcbs164.pdf, Erişim: 15.04.2010.
http://www.bis.org/publ/bcbs165.pdf, Erişim: 15.04.2010.
http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=78903, Erişim: 06.03.2010.
Jacques, K. T., (2008), “Capital Shocks Bank Asset Allocation and the Revised Basel Accord”, Review of Financial Economics, Vol: 17, 79-91.
Jorion, P., (2000), Value at Risk: The Benchmark for Controlling Market Risk, McGraw-Hill Professional Book Group, USA.
Kevin Davis, “Basel II”, http://www.sbif.cl/sbifweb/internet/archivos/publicacion_2249.pdf, Erişim: 07.04.2010.
Korkmaz, T. K., (Temmuz-Ağustos 2004), “Bankalarda Kredi Riski Ölçümünde Alternatif Yöntemler”, Active Finans Dergisi, İstanbul.
Liebig, T., Porath, D., Weder, B. & Wedow, M., (2007), “Basel II and Bank Lending to Emerging Markets: Evidence from the German Banking Sector”, Journal of Banking&Finance, Vol: 31, 401-418.
Morton, G., (2003), Managing Bank Risk An Introduction to Broad Base Credit Engineering, Academic Press, Amsterdam.
13 Bankacılık ve Sigortacılık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1, Sayı: 2, Haziran 2010
Risk Yönetimi ve Gözetim Teknikleri Dairesi, (2003), “Yeni Sermaye Yeterliliği Uzlaşısı (Basel II) ve Geçiş Sürecine İlişkin Yol Haritası”, Türkiye Bankalar Birliği Bilgilendirme Raporu, Ankara.
Risk Yönetimi Dairesi, (Nisan 2010), “Piyasa Riski Ölçümleme Yöntemlerine İlişkin Analiz, BDDK Yayınları, Ankara.
Sevil, G., (2001), Finansal Risk Yönetimi Çerçevesinde Piyasa Volatilitesinin Tahmini ve Portföy VaR Hesaplamaları, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir.
T.C. Merkez Bankası, (Kasım 2009), Finansal İstikrar Raporu, Ankara.
Trichet, J. C., “Announcement of Basel II”, http://www.bis.org/review/r040628a.pdf, Erişim: 08.04.2010.
Türkiye Bankalar Birliği, (2004), “Risk Yönetimi ve Basel II’nin Kobi’lere Etkileri”, Türkiye Bankalar Birliği Yayınları, Yayın No: 228, Ankara.
Yılmaz, D., (15 Nisan 2010), “Küresel Krizler ve Ekonomik Yönetişim”, İnönü Üniversitesi, Malatya.
5411 Sayılı Bankalar Kanunu.
A. Aslan Şendoğdu
Dr. Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler M.Y.O,
E-posta: asendogdu@gmail.com
Yazı Bilgisi:
Alındığı tarih: 14 Mayıs 2010
Yayına kabul edildiği tarih: 05 Temmuz 2010
E-yayın tarihi: 13 Temmuz 2010
Yazıcı çıktı sayfa sayısı:10
Kaynak sayısı:33
KÖYDEN ŞEHRE GÖç VE ŞEHİRLEŞME
Türkiye'nin Gelişme Eğilimleri
Konferansı, 10-15 Haziran 1974
Hacettepe Üniversitesi - ANKARA
KÖYDEN ŞEHRE GÖç VE ŞEHİRLEŞME
(ÇEVRE SORUNLARI, ÖZELLİKLE TOPRAK AÇıSıNDAN)
Prof. Fehmi YAVUZ
GİRİş:
Köy ve şehir ayırımı, ileri ülkelerde önemini ve ağırlığını yitirmektedir.
Dünya nüfusunu 2/3'nü barındıran geri kalmış ülkelerde ise bu
ayırım sürüp gidiyor; alınan önlemler, gösterilen planlı çabalar özlenen
ve beklenen sonucu vermiyor; köylük yerlerin çoraklaşmasından,
kentlerin de köyleşmesinden söz ediliyor. Bu olumsuz gelişme, şehirleşme
ile sanayileşmenin birlikte yürürnemesinin ürünüdür. Öte yandan
ileri ülkelerin üç-beş yüzyıl önce başlattıkları Rönesans, Reform,
Bilim ve Teknolojiyi geliştirme çabalarının sonucu olarak, sorun olmaktan
çıkardıkları, bunalım yaratan olayların tümü ile geri kalmış
ülkeler birden karşı karşıya bulunuyorlar. Örneğin bu ülkelerde sanayileşme
başta olmak üzere, eğitim, sağlık, beslenme, ulaştmna, haberleşme,
bayındırlık, konut gibi sosyo-ekonomik sorunlar her geçen gün
üst üste yığılmaktadır.
20 yıl ara ile patlak veren iki Cihan Savaşı, insanlar, toplumlar,
ülkeler arasındaki ilişkilerin, doğa - insan ilişkilerinin çok daha
başka yol ve yöntemlerle ele alınması, değerlendirilmesi gereğini
ortaya koydu. Başka sözlerle, insanın insanı, kimi ülkelerin dünya kaynaklarını
alabildiğine sömürmesine karşı' çıkanlar arttı. Bireysel Çlkarların
toplamının, toplumun çıkarlarına eşit olduğu ve herkes kendi
gelirini artırırsa, toplumun çıkarının da artacağı görüş ve felsefesi
çağdı~ı bir nitelik kazanmağa başladı. Hızlı nüfus artışının insanoğlunun
bu sonuca varmasında büyük etkisi oldu. İnsan hakları bildirileri
yayınlandı, Birleşmiş Milletler Örgütü kuruldu.
Hızlı nüfus artışı, ileri ve geri ülkelerin tüm sorunlarının başında
yer alıyor. Artış payının geri kalmış ülkelerde yüksek olması, sorunu
2 FEHMİ YAVUZ
daha da ağırlaştırıyor. Nüfus hemen her ülkede, daha çok köylerde artar.
Bir bakıma, artan nüfusun yer değiştirmesi anlamına gelen şehirleşme,
geri kalmış ülkelerde daha hızlı oluyor. Kısaca, köy itiyor,
şehir ise gelenlerin tümüne, insanca yaşama olanağı sağlama gücünden
yoksun bulunuyor. Anayasalarda yer alan, insanların çalışacağı
ve yaşayacağı yeri seçme özg!irlüğü, şehirleşmeyi polis tedbirleriyle
düzenlemek yolunu tıkamıştır. İnsanoğlu bu hakkına kavuşmak, feodal
toplum yapısını kırmak için kanlı savaşlar vermiştir. Öyle ise sosyo
-ekonomik önlemlerle, köy ve kent arasında denge kurmak, nerede
yaşarsa yaşasın, herkesin insan haklarından yararlanmasını sağlama
yollarını aramak zorunluğu ile karşı karşıya bulunuyoruz.
Konferansta Türkiye'nin 1974-2024yıllarını kapsayan 50 yıl içindeki
gelişme eğilimlerinin tartışılması söz konusudur. Biz bu süreyi
çok buluyoruz. Oldukça oturmuş, durmuş bir sosyo-ekonomik ve de
politik yapıya kavuşmuş olan ileri ülkeler için bile bu süre çok uzundur.
Örneğin Batı ülkelerinde bilim ve teknolojiyi her 10 yılda bir değiştirmekten,
yenilemekten söz ediliyor. ~ugün bilinen faktörlerin çoğundan
fütüroloji bilginleri yararlanmak ta güçlük çekiyorlar. Yeniden
ortaya çıkabilecek nedenlerin ise bütün tahminleri alt-üst etmesi
her zaman beklenmelidir. Örneğin petrol sılahının kullanılmasıyla yaratılan
bunalım, başta Roma Kulübünün öncülüğü ile yapılanlar olmak
üzere, dünyanın geleceği hakkındaki tahminleri değersiz hale getirmiştir.
Sistemli spekülasyon anlamına gelen, fütürolojinin 50 yıl için
değil, 10-20yıl gibi kısa süreler için yapılması, gerçeklerden tüm uzaklaşmayı
bir ölçüde önler. Ankara'daki nüfus artışı çarpıcı bir örnektir.
1928 yılında Alman Şehircilik Uzmanı Jansen ile, yarışmaya giren iki
uzmana, başkent nüfusunun 50 yıl sonra 300 bin olacağını, zamanın
yöneticileri bildirmişti. 50 yılın dolmasına 4 yıl kala, Ankara'nın
nüfusu 1.5 milyona ulaşmıştır.
Biz köyden şehre göç ve şehirleşme konusunu daha çok toprak
açısından ele almak istiyoruz.
TOPRAtaN KÖY VE KENT AÇıSıNDAN TAŞIDIGI ÖNEM:
Toprak hemen herşeyi verir ve canlılar evreninin dünyamızdaki
.sınırlarını çizer. insanoğlunun ve bütün canlıların yaşamı Biosphare
denilen ve en derin denizlerin dibi ile, en yüksek dağların doruğu arasındadır.
Ve 20.000 metre derinliği geçmez. Madenler topraktan çıkarılır,
sular toprak üzerinde durur, ya da akar. Hayvanlar ve bitkiler,
hammaddeler onun üzuinde üretilir. Konumuz bakımından toprağın
KÖYDEN ŞEHRE GÖç VE ŞEHİRLEŞME :i
en önemli özelliği üretilmemesidir. Dünya üzerindeki topraklar sınırlıdır.
Ülkelerin topraklarını, başka ülkelere saldırarak çoğaltma olanağı
da kalmamış gibidir. Öyle ise insanlık açısından, dünya topraklarından,
ülkeler a,çısından da kendi sınırları içindeki topraklardan akıllıca
yarnrlanmak zorunluğu vardır. Bu zorunluk, hızlı artan nüfus
karşısında her geçen gün elle tutulur, gözle görülür bir biçimde ortaya
çıkıyor.
İnsanoğlu doğa'dan, topraklardan, 20. yüzyılın ortalarına kadar
akıllıca yararlanmak gereğini duymamıştır. Bu akılsızca yararlanmanın
adına şimdi yağma, talan ekonomisi, fırsatçılık diyoruz. Hele toprk
alış-verişinin mendil, saat, otomobiL.. gibi piyasa ekonomisi kurallarına
göre yapılması durumu daha da ağırlaştırılmış bulunuyor.
Ülkemizin toprakları da yağma ekonomisi ölçülerine göre işletilmiştir
ve işletilmektedir. Bunun başka adı: "Birşey vermeden çok şey
almak" tutkusudur. Ormanlar bu kurala göre işletilir. Toprağa verilmesi
gereken gübre tezek olarak yakılır, erozyonu önlemek için gereken
çaba gösterilemez, mer'alar aşırı derecede otlatma konusu olursa...
çevre kirlenecek, doğa-insan ilişkileri düzenini yitirecektir. Bunun
olumsuz sonucundan bütün canlılar payını alacaklar ve de almaktadır.
Toprakların yok edilmesinin, kısırlaştırılamasının başka bir alanı
da çoğunlukla kentlerdir. Konut, işyerleri, fabrikalar, geniş yollar,
ha va alanları ... için her yıl binlerce dönüm toprak tarımdan alınarak
kısırlaştırılıyor. Bir tarım uzmanı 13 yıl önce, bu nedenle her yıl yitirdığimiz
toprakların toplamını 250 bin dönüm olarak tahmin etmişti.
O) Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği, Mimarlar Odasının
bir yayınına göre: "önümüzdeki 20 yılda şehirlerde yerleşecek 32
milyon yeni insan, barınma, iş, ulaşım ve sosyal hizmet gibi şehirsel
aian olarak kişi başına 110 metrekare arazi ihtiyacı hesabıyla 3 milyar
520 milyon metrekare şehirsel alana yayılacaktır." (2) Bu rakama
köyler, şehirlerarası yollar, hava alanları, kıyılarımızda turizme ayrılan
topraklar ve benzerleri girmiyor.
Bu gidiş, beslenme alanının daralması yanında köyden şehre olan
akını hızlandırmaktadır. Toprakların giderek azalması, mer'aların
traktörlerle sürülüp ekime açılması, kalanlarının, besleme güçlerinin
(ıı Yusuf Saim Atasağun, Türk Ekonomisinde Zirai İstihsalin Onemi ve artınıması
Imkanlan, V. İskan ve eŞhircilik Haftası Konferansıarı, S.B.F. Yayını, Ankara,
1962, s. 182.
(2) Sorunlarımız. İsteklerimiz, 1973 S. 18.
4 FEHMİ YAVUZ
çok üstünde otlatmaya konu olması, erozyon nedeniyle, başta dağ ve
orman köylüleri olmak üzere tarımla ve hayvancılıkla uğraşanlar için
kentlere akın tek kurtuluş yolu olmaktadır.
TOPRAK FİYATLARI ARTIYOR:
Ülkemizde toprak fiyatları bugün hiçbir engele çarpmadan artıyor.
İkinci Dünya Savaşına kadar yalnız Ankara'da arsa, (taşınmaz
mal) fiyatlarında, spekülasyon ölçülerine varan bir artıştan söz ediliyordu.
Bunun nedeni Ankara dışındaki hiçbir kentte aşırı nüfus artışının
olmamasıdır. O dönemde İstanbul başta olmak üzere, hemen
bütün şehir ve kasabalarda bir durgunluk görülür, ülke ölçüsünde bir
şehirleşme yoktur. İkinci Dünya Savaşından sonra şehirleşmenin, arsa
ve emlak spekülasyonunun yaygınlaştığını görüyoruz. Son yıllarda
yurt dışında çalışan işçiler, biriktirdikleri paralarla tarla, bağ, bahçe,
dükkan, mağaza, ev satınalma yoluna gittiklerinden, fiyat artışları
hem hızlanmış, hem de şehir ve kasaba sınırlarını aşarak, köylük yerlere
de yayılmıştır. Bu gidişe "DUR" denmezse, emlak fiyatlarındaki
art~şın nerelere varabileceğini şu satırlardan izleyelim:
"İhtiyatlı bir kabulle metrekaresi 50 liradan halkımızın arsa spekülatörlerine
ödeyeceği para 20 yılda 76 milyar lirayı bulur. Bu, bugünün
para değeri ile önümüze serilen rakamdır. çoğu zaman diğerlerinden
daha fazla artan arsa fiyatlarını düşününce, 20 yıl sonra şeleşmeye
açılan yeni arazilerdeki vurgunculuğu astronomik rakamlarla
ifade etmek zorunda kalacağız. Yukarıdaki rakamlarla halen şehir
içinde bulunan arazilerde hızlı şehirleşme ve kamu yatırımları aracılığı
ile çok büyük bir hızla artan yüz milyonlarca arsa spekülasyonunu,
üç tarafı deniz ile çevrili yurdumuzun sahil şeritlerinin turizm adına
yağmasını, kamu yatırımlarının yapıldığı kırsal alanlarda fiyatı
yükselen arazi değerlerini eklersek ne kadar vahim bir olayla karşılaştığımızı
anlarız." (3)
Batı ülkelerinde de şehirleşme ile arsa fiyatlarındaki artış at başı
gitmiştir. Aradaki fark, onların sanayileşmeyi gerçekleştirmelerine
karşın bizim bunu yapmaktaki başarısızlığımızdan doğuyor. Batı ülkelerinde,
Sanayi Devrimi adı verilen dönemde, köyden kente gelenler,
çalışma koşulları ağır da olsa, bir işe girebiliyorlardı. Sömürgeler ise,
ham madde kaynağı, sanayi ürünlerine pazar olmanın yanında, köyden
kopan gençlere çalışma, yeteneklerini gösterme, zengin olma bal3)
Sorunlarınıız, isteklerimiz, 1973,Adıgeçen Mimarlar Odası Yayını, B. 18.
KÖYDEN ŞEHRE GÖÇ VE ŞEHİRLEŞME 5
kımından, çoğu kez sınırsız denebilecek, olanaklarla dolu idi. 200 yıldanberi
sömürge olmayan Birleşik Amerika topraklarının bu alandaki
rolünü de unutmamak gerekir.
Emlak fiyatları açısından sanayileşme ve sömürgecilik şöyle değerlendirilebilir:
Batıda sanayiciler, herhangi bir yoldan para biriktiren
kişiler, durmadan gelişen, olanaklarla dolu olan iş hayatına, endüstri
alanına para yatırmağı genellikle çıkarlarına daha uygun buluyorlardı;
başka sözlerle, emlake para yatıarak servet yapmak, zengin
olmak, için seçenek listes~in başlarında değil, sonlarında yer alıyordu.
Ülkemizde ve öteki geri kalmış ülkelerde ise durum çok başkadır.
Ve emlak alış-verişine, servet yapmak bakımından üstün bir öncelik
tanınır. Örneğin büyüklü, küçüklü pek çok iş adamının ülkemizde,
emlake büyük. paralar yatırdığı, kıyı yağmasına katıldığı bilinen
bir gerçektir. Para biriktirenlerin, eline topluca para geçenlerin (ikramiye
alan emekliler gibi) de en kısa yoldan kat, daire, arsa ... almak
için çırpındıkları her zaman görülür. Hele bankalarda biriken paraların
satınalma gücünün, birkaç yıl içinde yarıya düşebileceği korkusu
çoğunluğu bu yola itmektedir. -
Enflasyon emlak fiyatlarını artıran çok önemli bir kamçıdır. Genel
durumu şöyle özetleyebiliriz: Emlak alış verişinin, servet yapmak,
para kazanmak isteyenler bakımından seçenek listesinin başlarında
yer alması, talebi artırmakta ve fiyatları durmadan yükseltmekte ;artan
fiyatlar bu alana yeni çekicilik eklernekte ve talebin katlanıp katmerlenmesi
sonucunu yaratmaktadır. Bu kısır döngü içinde bir yandan
planlı şehirciliğimiz bunalımlardan kurtulamıyor, dar boğazlardan
çıkamıyor, öte yandan sanayileşme gerçekleşmiyor. Konumuz açısından,
köyden gelenler şehirlerin sorunlarını ağırlaştırmanın yanında,
çoğunlukla umduklarını bulamıyorlar, kalkınmaya katkılı olamıyorlar.
Üretilemiyen bir tekel malı olması, toprak hakkında piyasa ekonomisinin
dışında ve değişik ilkelerin uygulanmasını gerektirir. Yalnız
taşınan malların piyasa değeri olduğu gerçeğini kabul etmek, başarı
ile uygulanacak bir arsa (emlak) politikasının ilk adımıdır. Bundan
sonraki adımları şöyle özetleyebiliriz: çoğu kez sahibinin hiçbir emeği
ürünü olmayan fiyat artışlarından toplumun büyük paylar alması
gerekir. Şehir toprakları ka~ulaştırılmalı ve toprak mülkiyeti ile, üzerindeki
yapınin mülkiyeti ayrı şeyler olarak kabul edilmelidir. Bugün
toprağa (emlake) akan paraların sanayileşmeye, ülkenin kalkınması
açısından gerekli olan alanlara kayması için her çareye başvurulmalı6
FEHMİ YAVUZ
dır. Böylece ~ehirleşmenin daha çok yozlaşması önlecek ve sanayileşrnek
için olumlu adımlar atılmış olacaktır. Şehirleşmemizin başlangıcında
bulunuyoruz. Bu konuda geç kalmış sayılmayız. Yitirilecek zaman
olmadığını bilmek, sorunların çözüm sınırını aşmasının, sosyoekonomik
açıdan, daha ileri giderek, politik açıdan yaratabileceği bunalınılan
da önceden görmek zorundayız.
KÖY VE KENT ARASINDA DENGE KURMA Çı\Bı\.Lı\RI :
Her ülkede sanayiinin venü!usun dengesiz dağılışından :sözedilir.
Yine her ülkede az gelişmiş, gelişmemiş, çok gelişmiş bölgeler vardır.
Bu alandaki sorunlara çözüm bulmak için Bölıe Planlaması yol ve
yöntemlerine başvurulduğunu da biliyoruz.
Ülkemizde geri kalmış bölge denince Doğu ve Güneydoğu akla gelir..
Bir genelleme yaprak kıyılardan içerilere, Batıdan doğuya, düzlüklerden
yükseklere gidildikçe geriliğin göze çarpacak ölçülere ulaştığım
söyleyebiliriz. Cumhuriyetle hirlikte başkentin Ankara'ya taşın-
~ası ile dengesizlik bir ölçüde önlenmiş sayılır. Öte yandan Bölge
Planlaması, büyük şehirlerimizin sorunlan ile ilgili çabalar, araştırma
düzeyinde kalmış ve uygulama olanağına kavuşmamıştır.
Cumhuriyetin ilanından 15 gün önce çıkanlan Mübadele, İmar ve
İskan Kanununun ı. maddesi ile, bu adı taşıyan bir Bakanlık kurulmuş
ve yeni Bakanlığa: "Lozan Mübadele Anlaşması gereğince göç
edecek olanların taşınması, barınması işleri" yamnda kapsamı çok
geniş olan şu görevler de verilmiştir :
- Tahrip edilmiş olan yerlerde konutlan yanmış, yıkılmış olanların
yerleştirilmesi ve refaha kavuşturulması,
- Göçebe aşiretlerin yerleştirilmesi,
- Memleketin harap olan mahallerinin iman.
Bu Bakanlık 14 ay kadar sonra kaldırılmıştır. 1958 yılında İmar
ve İskan Bakanlığı kuruluncaya kadar, İskan işlerinin (Toprak ve İskan
demek belki daha doğru 'olur) İçişleri, Sağlık ve Sosyal Yardım
Tarım Bakanlıkları, Başbakanlİk arasında el değiştirdiğini görüyoruz.
İmardan ise belediyesi bulunan yerlerde, bu örgütler sorumlu tutulmuştur.
Köy ve kentlerle ilgili konulardan, örgütlerden söz ederek fazla
dağılmak istemiyoruz. Köy Kanunumian başlayarak ,aşarın kaldırılma-
Bı,sıtma savaşında elde edilen başarı, toprak mahsulleri ofisinin kuKÖYDEN
ŞEHRE GÖç VE ŞEHİRLEŞME .7
rulması, Şeker Endüstrisinin geliştirilmesi, Zirai Donatım Kurumu,
Et ve Balık Kurumu, Köy Enstitülerİ. .. 1960'dan önceki dönemin başlıca
ürünleridir. 1960yılında girilen planlı kalkınma döneminde, özellikle
Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı uygulamaları arasında, toplum
kalkınması köy kalkınmasına eşit tutulmuştur. Köyişleri Bakanlığı
da bu dönemde kurulmuştur.
Kentler için çıkarılan kanunların, kurulan örgütlerin sayısı oldukça
kabarıktır. 1924 yılında Köy Kanununun çıkarıldığı günlerde
Belediye Vergi ve Resimleri Kanunu, 1928 de Ankara'nın imarı için
özel Kanun, 1930'da Belediye Kanunu, 1933'de Belediye Yapı ve Yollar
Kanunu ile Belediyeler Bankası Kanunu çıkarılmıştır. Belediyeler
Bankası durmadan gelişerek, 1945 de İller Bankası adını aldıktan
sonra daha geniş görevler yüklenmiş ve özellikle belediyeler için bir
teknik ve mali yardım kurumu olmuştur. Eskiyen Belediye Vergi ve
Resimleri Kanununun yerini 1948'de Belediye Gelirleri Kanunu almış,
günümüze dek, gecekondularla ilgili yarım düzineden fazla kanun çıkarılmıştır.
Belediye ve köylerle ilgili bir düzineden fazla Kanun tasarısının,
Yıllardanberi kanunlaşması bekleniyor. Bu arada çıkarılan kimi kanunlarla
belediyelerin borçları bağışlanmak, ya da hazineye aktarılmak
suretiyle (terkin-tahkim) ferahlık yaratılırken kimi kanunlarla
da bunalımları artırılmıştır. Örneğin 1 Mart 1971 de yürürlüğe giren
Emlak Vergisi Kanunu, belediyelerin Temizlik ve Aydınlatma Resmi
kaynağını kurutmuştur. Yalnız İstanbul Belediyesinin bu yüzden iki
yılda 260 milyon TL. gelirden yoksun kaldığını öğreniyoruz." (4)
Köyler bakımından çarpıcı bir örnek salmanın tavanıdır. İkinci
Dünya Savaşından kısa bır süre önce, salmanın tavanı 20 TL. olarak
saptanmıştı. Para, enflasyon nedeniyle satınalma gücünü yitirmiş,
salma hem verim, hem de adalet açısından yetersiz ve değersiz bir duruma
gelmiştir.
Örgütlenme bakımından, son günlerde merkez köylerinden, köykentlerden,
İl Mahalli İdare Planlamasından (İLMİP) söz ediliyor.
Merkez köyanlayışı yerini köy-kentlere bırakabilir. Başta İl Özel İdareleri
olmak üzere, bir ilin sınırları içindeki belediyelerin kaynaklarını
birleştirerek planlı kalkınmaya katkılarını artırma amacına yönelen
(İLMİP) unutulmak üzeredir. Bunun nedeni gelir projeksiyonu
yapılamaması ve köylerin kapsam dışı bırakılmasıdrr.
(4) Beleq.iye . İstanbul, Aylık Dergi, Mart - Nisan ı974, s. ll.
8 FEHMİ YAVUZ
Andığımız, ya da anmadığımız, şehirleşme, köyden şehre akınla
ilgili çabaların, bütün içindeki yerlerinin belli ilkelere göre saptanması
gerekir. Yıllardanberi araştırma alanında saplanıp kalan bölge
planlaması çalışmalarını uygulamaya kavuşturmak, Birinci Beş Yıllık
Kalkınma Planı döneminde başarı ile uygulanan toplum kalkınmasını
(köy kalkınmasını) yeniden canlandırmak yolları ~ranmalı .
ve tartışılmalıdır. .
TOPRAKLA İLGİLİ ÇABALAR:
Başta Anayasamız olmak üzere, günümüzedek çıkarılan bütün
kanunlar, tutarlı ve yeterli bir arsa (emlak) politikasının temellerini
atmaktan uzak kalmıştır. Bugüne dek hep arsa ve emlak fiyatlarındaki
artışa seyirci kalmak ve pahalı emlakten nasıl vergi alırız, şehircilikte,
konut politikası uygulamada, gecekonduculuğu önlemede, endüstrinin,
turizmin gereksindiği toprakları sağlamada nasıl yararlanırız
... gibi çok sakat bir yol izlenmiştir. Ayrıntılara girmeden, Kat
Mülkiyeti Kanununun, Emlak Vergisi Kanununun, Arsa Ofisi Kanununun
ve benzerlerinden hiçbirinin emlak fiyatlarını durdurmağa,
geriletmeğe yönelmediğini, fiyat artışına seyirci kaldığını söyleyebiliriz.
Bu ortam içinde emlak fiyatları hiçbir engele çarpmadan artıyor
ve şehirleşmemizin, köy-kent ilişkilerinin, sanayileşmenin, turizmin
geleceğini karartan boyutlara ulaşıyor.
Anayasanın özünde ve kimi maddelerinin sözünde toprakların
kamu yararına kullanılması, spekülasyonun önlenmesi konularında,
umut parıltıları tümden yok sayılmaz. Örneğin, Milli Birlik Komitesi
Anayasanın 36 ncı maddesine şöyle bir fıkranın eklenmesini önermişti:
"Devlet arsa mülkiyetinin toplum yararına aykırı olarak kullanılmasını
önleyici tedbirleri alır". Konu Anayasa Komisyonunda, Kurucu
Meclis Karma Komisyonunda ayrı ayrı tartışıldıktan sonra, böyle
bir fıkranın eklenmemesi sonucuna varılmıştır. Kurucu Meclis Karma
Komisyonunun gerekçesi şöyledir:
"Bilhassa büyük şehjrlerde toplum zararına olarak gelişen arsa
spekülasyonuna son verecek tedbirleri almanın devletin görevlerinden
olduğu hususunda görüş birliğine varılmıştır. Ancak bir taraftan Anayasadaki
mevcut hükümlerin bu hususta kafi olduğu, diğer yandan
da eklenecek böyle bir fıkranın diğer hükümlerin tefsiri bakımından
bazı mahzurlar yaratacağı gözönünde bulundurularak ihtilaflı fıkranın
tasarıda yer almamasının daha uygun düşeceği mütalaa edilmiştir.
Zira 36. maddenin son fıkrasında genelolarak mülkiyet hakkının
kullanılması toplum yararına aykın olamaz. hükmü mevcuttur. J
KÖYDEN ŞEHREGÖÇ VE ŞEHİRLEŞME 9
Arsalar hakkında ayrı bi~ hükmün Anayasda yer alması diğer
mülkiyet konuları bakımından Devletin aynı ödev ve yetkiye sahip
olmadığı zehabını da yaratabilir."
Bu satırlar arsa spekülasyonu ile savaşın Devletin-ödev ve yetkileri
arasında bulunduğunu açıkça gösteriyor. Öyleyse spekalasyon
kavramınl açıklığa kavuşturarak, bununla savaş ödevinin hangi yetkilerle
ve nasıl başıatılıp amaca ulaşılacağı hususu, günümüzedek savsak}
anmıştır demek abartma olmaz.
SONUÇ:
Ülke ölçüsünde dengeli bir yerleşme düzeni kurarak, insan gücünden,
teknolojiden, doğal kaynaklardan akıllıca yararlanmak, kalkınmanın
hızla 'gerçekleşmesi, toplumun yıkıcı bunalımlardan korunması
açısından çok önemlidir. Köylünün şehirlere doğru akın etmesi önlenemez
ve önlenmemelidir. Ancak bunun hızını ve yönünü ayarlamak
yolları tutulabilir. Tarım işçiliği çok ağırdır; endüstri ve servis sektörlerinden
çok daha az gelir sağlar. Öyle ise tarımsal alanlardaki yaşama
koşullarını çekilir duruma getirmek, kurulacak bir kentler hiyerarşisi
ile, insanların hergün artan gereksinmelerini kolayca karşılama
olanakları yaratmak gerekir. Anayasa ve ilgili kanunlar eşitlikten,
türlü özgürlüklerden söz edebilir. Gerçekten bir köylü ve şehirli
ayırımının sürüp gitmesi ve bunun statüko farkı olarak ortaya çıkması
ile özlenen dengeli yerleşme düzeni kurulamaz. Örneğin köyler, belediye
örgütüne kavuşmak için çırpınmaktadır. Bu amaca ulaşan köyler
salmadan ,imeceden kurtuluyor ve devletin yaptığı yardımlardan pay
alıyor. Komşu köy, ya da mahallelerle birleşme yolu ile, nüfusunu
2000'e yükseıterek statü değiştiren, küçük belediye olabilenler, yalnız
İller Bankası aracılığı ile, nüfusa göre dağıtılan paylardan 100.000TL.
alıyor. (2000X 50 = 100.000). Salmanın tavanı olan 20 TL.'yi, zengin
ve fakir tüm aileler için uygulayan 200 haneli bir kÖy idaresinin bu
kaynaktan elde edeceği gelir ise 4000 TL. dir. (20X 200 == 4.000) 1971
yılı köy bütçeleri ortalamasının 10.000TL.'nin üstüne bile_çıkamaması
(9200 TL.) bu acı gerçeği yansıtmağg yeter.
Toprak, emlak fiyatlarının artmasının yarattığı sosyo-ekonomik
sakıncalara değindik. Anyasa da hükümetlere mülkiyet hakkının toplum
zararına kullanılmasını önleme ödev ve yetkisini veriyor. Toprağın,
taşınmaz malın öteki mülkiyet alanlarından çok ayrı durumu ol.
duğu bilincine varmak zorunluğu ortadadır. Taşınmaz malların piyasası
yoktur, çünkü bunları, çok bulunan yerlerden az olan yerlere ta- • i
FEHM! YAVUZ
şıyarak, piyasalan etkileme olanağından yoksunuz. Hele taşınmaz mal
sahiplerine dokunulmazlık ölçülerine varan, sınırsız haklar tanımak,
kamu yararlanyla hiç bağdaşmaz.
Geri kalmış ülkelerin, başka ülkelerin kaynaklarını, hammaddelerini
pazarlannı sömürme olanağından yoksun bulunmaları, servetlerini
artırmak, kısa yoldan zengin olmak isteyenler için, emlak alışverişini
seçenek listelerinin üst basamağına çıkarmış bulunuyor. Bu
ülkelerde kamu yararının ciddi önlemlerle korunması daha çok ağırlık
kazanmaktadır. Yetkili ve sorumluların, politikacıların kamu yararını
özdenlikle koruma ile, emlak alış-verişinden çıkar sağlama yollanndan
birini, ya da ötekisini seçmeleri, çözüme ulaşmayı olumsuz, ya
da olumlu yönde büyük ölçüde etkilemektedir.
Konferansı, 10-15 Haziran 1974
Hacettepe Üniversitesi - ANKARA
KÖYDEN ŞEHRE GÖç VE ŞEHİRLEŞME
(ÇEVRE SORUNLARI, ÖZELLİKLE TOPRAK AÇıSıNDAN)
Prof. Fehmi YAVUZ
GİRİş:
Köy ve şehir ayırımı, ileri ülkelerde önemini ve ağırlığını yitirmektedir.
Dünya nüfusunu 2/3'nü barındıran geri kalmış ülkelerde ise bu
ayırım sürüp gidiyor; alınan önlemler, gösterilen planlı çabalar özlenen
ve beklenen sonucu vermiyor; köylük yerlerin çoraklaşmasından,
kentlerin de köyleşmesinden söz ediliyor. Bu olumsuz gelişme, şehirleşme
ile sanayileşmenin birlikte yürürnemesinin ürünüdür. Öte yandan
ileri ülkelerin üç-beş yüzyıl önce başlattıkları Rönesans, Reform,
Bilim ve Teknolojiyi geliştirme çabalarının sonucu olarak, sorun olmaktan
çıkardıkları, bunalım yaratan olayların tümü ile geri kalmış
ülkeler birden karşı karşıya bulunuyorlar. Örneğin bu ülkelerde sanayileşme
başta olmak üzere, eğitim, sağlık, beslenme, ulaştmna, haberleşme,
bayındırlık, konut gibi sosyo-ekonomik sorunlar her geçen gün
üst üste yığılmaktadır.
20 yıl ara ile patlak veren iki Cihan Savaşı, insanlar, toplumlar,
ülkeler arasındaki ilişkilerin, doğa - insan ilişkilerinin çok daha
başka yol ve yöntemlerle ele alınması, değerlendirilmesi gereğini
ortaya koydu. Başka sözlerle, insanın insanı, kimi ülkelerin dünya kaynaklarını
alabildiğine sömürmesine karşı' çıkanlar arttı. Bireysel Çlkarların
toplamının, toplumun çıkarlarına eşit olduğu ve herkes kendi
gelirini artırırsa, toplumun çıkarının da artacağı görüş ve felsefesi
çağdı~ı bir nitelik kazanmağa başladı. Hızlı nüfus artışının insanoğlunun
bu sonuca varmasında büyük etkisi oldu. İnsan hakları bildirileri
yayınlandı, Birleşmiş Milletler Örgütü kuruldu.
Hızlı nüfus artışı, ileri ve geri ülkelerin tüm sorunlarının başında
yer alıyor. Artış payının geri kalmış ülkelerde yüksek olması, sorunu
2 FEHMİ YAVUZ
daha da ağırlaştırıyor. Nüfus hemen her ülkede, daha çok köylerde artar.
Bir bakıma, artan nüfusun yer değiştirmesi anlamına gelen şehirleşme,
geri kalmış ülkelerde daha hızlı oluyor. Kısaca, köy itiyor,
şehir ise gelenlerin tümüne, insanca yaşama olanağı sağlama gücünden
yoksun bulunuyor. Anayasalarda yer alan, insanların çalışacağı
ve yaşayacağı yeri seçme özg!irlüğü, şehirleşmeyi polis tedbirleriyle
düzenlemek yolunu tıkamıştır. İnsanoğlu bu hakkına kavuşmak, feodal
toplum yapısını kırmak için kanlı savaşlar vermiştir. Öyle ise sosyo
-ekonomik önlemlerle, köy ve kent arasında denge kurmak, nerede
yaşarsa yaşasın, herkesin insan haklarından yararlanmasını sağlama
yollarını aramak zorunluğu ile karşı karşıya bulunuyoruz.
Konferansta Türkiye'nin 1974-2024yıllarını kapsayan 50 yıl içindeki
gelişme eğilimlerinin tartışılması söz konusudur. Biz bu süreyi
çok buluyoruz. Oldukça oturmuş, durmuş bir sosyo-ekonomik ve de
politik yapıya kavuşmuş olan ileri ülkeler için bile bu süre çok uzundur.
Örneğin Batı ülkelerinde bilim ve teknolojiyi her 10 yılda bir değiştirmekten,
yenilemekten söz ediliyor. ~ugün bilinen faktörlerin çoğundan
fütüroloji bilginleri yararlanmak ta güçlük çekiyorlar. Yeniden
ortaya çıkabilecek nedenlerin ise bütün tahminleri alt-üst etmesi
her zaman beklenmelidir. Örneğin petrol sılahının kullanılmasıyla yaratılan
bunalım, başta Roma Kulübünün öncülüğü ile yapılanlar olmak
üzere, dünyanın geleceği hakkındaki tahminleri değersiz hale getirmiştir.
Sistemli spekülasyon anlamına gelen, fütürolojinin 50 yıl için
değil, 10-20yıl gibi kısa süreler için yapılması, gerçeklerden tüm uzaklaşmayı
bir ölçüde önler. Ankara'daki nüfus artışı çarpıcı bir örnektir.
1928 yılında Alman Şehircilik Uzmanı Jansen ile, yarışmaya giren iki
uzmana, başkent nüfusunun 50 yıl sonra 300 bin olacağını, zamanın
yöneticileri bildirmişti. 50 yılın dolmasına 4 yıl kala, Ankara'nın
nüfusu 1.5 milyona ulaşmıştır.
Biz köyden şehre göç ve şehirleşme konusunu daha çok toprak
açısından ele almak istiyoruz.
TOPRAtaN KÖY VE KENT AÇıSıNDAN TAŞIDIGI ÖNEM:
Toprak hemen herşeyi verir ve canlılar evreninin dünyamızdaki
.sınırlarını çizer. insanoğlunun ve bütün canlıların yaşamı Biosphare
denilen ve en derin denizlerin dibi ile, en yüksek dağların doruğu arasındadır.
Ve 20.000 metre derinliği geçmez. Madenler topraktan çıkarılır,
sular toprak üzerinde durur, ya da akar. Hayvanlar ve bitkiler,
hammaddeler onun üzuinde üretilir. Konumuz bakımından toprağın
KÖYDEN ŞEHRE GÖç VE ŞEHİRLEŞME :i
en önemli özelliği üretilmemesidir. Dünya üzerindeki topraklar sınırlıdır.
Ülkelerin topraklarını, başka ülkelere saldırarak çoğaltma olanağı
da kalmamış gibidir. Öyle ise insanlık açısından, dünya topraklarından,
ülkeler a,çısından da kendi sınırları içindeki topraklardan akıllıca
yarnrlanmak zorunluğu vardır. Bu zorunluk, hızlı artan nüfus
karşısında her geçen gün elle tutulur, gözle görülür bir biçimde ortaya
çıkıyor.
İnsanoğlu doğa'dan, topraklardan, 20. yüzyılın ortalarına kadar
akıllıca yararlanmak gereğini duymamıştır. Bu akılsızca yararlanmanın
adına şimdi yağma, talan ekonomisi, fırsatçılık diyoruz. Hele toprk
alış-verişinin mendil, saat, otomobiL.. gibi piyasa ekonomisi kurallarına
göre yapılması durumu daha da ağırlaştırılmış bulunuyor.
Ülkemizin toprakları da yağma ekonomisi ölçülerine göre işletilmiştir
ve işletilmektedir. Bunun başka adı: "Birşey vermeden çok şey
almak" tutkusudur. Ormanlar bu kurala göre işletilir. Toprağa verilmesi
gereken gübre tezek olarak yakılır, erozyonu önlemek için gereken
çaba gösterilemez, mer'alar aşırı derecede otlatma konusu olursa...
çevre kirlenecek, doğa-insan ilişkileri düzenini yitirecektir. Bunun
olumsuz sonucundan bütün canlılar payını alacaklar ve de almaktadır.
Toprakların yok edilmesinin, kısırlaştırılamasının başka bir alanı
da çoğunlukla kentlerdir. Konut, işyerleri, fabrikalar, geniş yollar,
ha va alanları ... için her yıl binlerce dönüm toprak tarımdan alınarak
kısırlaştırılıyor. Bir tarım uzmanı 13 yıl önce, bu nedenle her yıl yitirdığimiz
toprakların toplamını 250 bin dönüm olarak tahmin etmişti.
O) Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği, Mimarlar Odasının
bir yayınına göre: "önümüzdeki 20 yılda şehirlerde yerleşecek 32
milyon yeni insan, barınma, iş, ulaşım ve sosyal hizmet gibi şehirsel
aian olarak kişi başına 110 metrekare arazi ihtiyacı hesabıyla 3 milyar
520 milyon metrekare şehirsel alana yayılacaktır." (2) Bu rakama
köyler, şehirlerarası yollar, hava alanları, kıyılarımızda turizme ayrılan
topraklar ve benzerleri girmiyor.
Bu gidiş, beslenme alanının daralması yanında köyden şehre olan
akını hızlandırmaktadır. Toprakların giderek azalması, mer'aların
traktörlerle sürülüp ekime açılması, kalanlarının, besleme güçlerinin
(ıı Yusuf Saim Atasağun, Türk Ekonomisinde Zirai İstihsalin Onemi ve artınıması
Imkanlan, V. İskan ve eŞhircilik Haftası Konferansıarı, S.B.F. Yayını, Ankara,
1962, s. 182.
(2) Sorunlarımız. İsteklerimiz, 1973 S. 18.
4 FEHMİ YAVUZ
çok üstünde otlatmaya konu olması, erozyon nedeniyle, başta dağ ve
orman köylüleri olmak üzere tarımla ve hayvancılıkla uğraşanlar için
kentlere akın tek kurtuluş yolu olmaktadır.
TOPRAK FİYATLARI ARTIYOR:
Ülkemizde toprak fiyatları bugün hiçbir engele çarpmadan artıyor.
İkinci Dünya Savaşına kadar yalnız Ankara'da arsa, (taşınmaz
mal) fiyatlarında, spekülasyon ölçülerine varan bir artıştan söz ediliyordu.
Bunun nedeni Ankara dışındaki hiçbir kentte aşırı nüfus artışının
olmamasıdır. O dönemde İstanbul başta olmak üzere, hemen
bütün şehir ve kasabalarda bir durgunluk görülür, ülke ölçüsünde bir
şehirleşme yoktur. İkinci Dünya Savaşından sonra şehirleşmenin, arsa
ve emlak spekülasyonunun yaygınlaştığını görüyoruz. Son yıllarda
yurt dışında çalışan işçiler, biriktirdikleri paralarla tarla, bağ, bahçe,
dükkan, mağaza, ev satınalma yoluna gittiklerinden, fiyat artışları
hem hızlanmış, hem de şehir ve kasaba sınırlarını aşarak, köylük yerlere
de yayılmıştır. Bu gidişe "DUR" denmezse, emlak fiyatlarındaki
art~şın nerelere varabileceğini şu satırlardan izleyelim:
"İhtiyatlı bir kabulle metrekaresi 50 liradan halkımızın arsa spekülatörlerine
ödeyeceği para 20 yılda 76 milyar lirayı bulur. Bu, bugünün
para değeri ile önümüze serilen rakamdır. çoğu zaman diğerlerinden
daha fazla artan arsa fiyatlarını düşününce, 20 yıl sonra şeleşmeye
açılan yeni arazilerdeki vurgunculuğu astronomik rakamlarla
ifade etmek zorunda kalacağız. Yukarıdaki rakamlarla halen şehir
içinde bulunan arazilerde hızlı şehirleşme ve kamu yatırımları aracılığı
ile çok büyük bir hızla artan yüz milyonlarca arsa spekülasyonunu,
üç tarafı deniz ile çevrili yurdumuzun sahil şeritlerinin turizm adına
yağmasını, kamu yatırımlarının yapıldığı kırsal alanlarda fiyatı
yükselen arazi değerlerini eklersek ne kadar vahim bir olayla karşılaştığımızı
anlarız." (3)
Batı ülkelerinde de şehirleşme ile arsa fiyatlarındaki artış at başı
gitmiştir. Aradaki fark, onların sanayileşmeyi gerçekleştirmelerine
karşın bizim bunu yapmaktaki başarısızlığımızdan doğuyor. Batı ülkelerinde,
Sanayi Devrimi adı verilen dönemde, köyden kente gelenler,
çalışma koşulları ağır da olsa, bir işe girebiliyorlardı. Sömürgeler ise,
ham madde kaynağı, sanayi ürünlerine pazar olmanın yanında, köyden
kopan gençlere çalışma, yeteneklerini gösterme, zengin olma bal3)
Sorunlarınıız, isteklerimiz, 1973,Adıgeçen Mimarlar Odası Yayını, B. 18.
KÖYDEN ŞEHRE GÖÇ VE ŞEHİRLEŞME 5
kımından, çoğu kez sınırsız denebilecek, olanaklarla dolu idi. 200 yıldanberi
sömürge olmayan Birleşik Amerika topraklarının bu alandaki
rolünü de unutmamak gerekir.
Emlak fiyatları açısından sanayileşme ve sömürgecilik şöyle değerlendirilebilir:
Batıda sanayiciler, herhangi bir yoldan para biriktiren
kişiler, durmadan gelişen, olanaklarla dolu olan iş hayatına, endüstri
alanına para yatırmağı genellikle çıkarlarına daha uygun buluyorlardı;
başka sözlerle, emlake para yatıarak servet yapmak, zengin
olmak, için seçenek listes~in başlarında değil, sonlarında yer alıyordu.
Ülkemizde ve öteki geri kalmış ülkelerde ise durum çok başkadır.
Ve emlak alış-verişine, servet yapmak bakımından üstün bir öncelik
tanınır. Örneğin büyüklü, küçüklü pek çok iş adamının ülkemizde,
emlake büyük. paralar yatırdığı, kıyı yağmasına katıldığı bilinen
bir gerçektir. Para biriktirenlerin, eline topluca para geçenlerin (ikramiye
alan emekliler gibi) de en kısa yoldan kat, daire, arsa ... almak
için çırpındıkları her zaman görülür. Hele bankalarda biriken paraların
satınalma gücünün, birkaç yıl içinde yarıya düşebileceği korkusu
çoğunluğu bu yola itmektedir. -
Enflasyon emlak fiyatlarını artıran çok önemli bir kamçıdır. Genel
durumu şöyle özetleyebiliriz: Emlak alış verişinin, servet yapmak,
para kazanmak isteyenler bakımından seçenek listesinin başlarında
yer alması, talebi artırmakta ve fiyatları durmadan yükseltmekte ;artan
fiyatlar bu alana yeni çekicilik eklernekte ve talebin katlanıp katmerlenmesi
sonucunu yaratmaktadır. Bu kısır döngü içinde bir yandan
planlı şehirciliğimiz bunalımlardan kurtulamıyor, dar boğazlardan
çıkamıyor, öte yandan sanayileşme gerçekleşmiyor. Konumuz açısından,
köyden gelenler şehirlerin sorunlarını ağırlaştırmanın yanında,
çoğunlukla umduklarını bulamıyorlar, kalkınmaya katkılı olamıyorlar.
Üretilemiyen bir tekel malı olması, toprak hakkında piyasa ekonomisinin
dışında ve değişik ilkelerin uygulanmasını gerektirir. Yalnız
taşınan malların piyasa değeri olduğu gerçeğini kabul etmek, başarı
ile uygulanacak bir arsa (emlak) politikasının ilk adımıdır. Bundan
sonraki adımları şöyle özetleyebiliriz: çoğu kez sahibinin hiçbir emeği
ürünü olmayan fiyat artışlarından toplumun büyük paylar alması
gerekir. Şehir toprakları ka~ulaştırılmalı ve toprak mülkiyeti ile, üzerindeki
yapınin mülkiyeti ayrı şeyler olarak kabul edilmelidir. Bugün
toprağa (emlake) akan paraların sanayileşmeye, ülkenin kalkınması
açısından gerekli olan alanlara kayması için her çareye başvurulmalı6
FEHMİ YAVUZ
dır. Böylece ~ehirleşmenin daha çok yozlaşması önlecek ve sanayileşrnek
için olumlu adımlar atılmış olacaktır. Şehirleşmemizin başlangıcında
bulunuyoruz. Bu konuda geç kalmış sayılmayız. Yitirilecek zaman
olmadığını bilmek, sorunların çözüm sınırını aşmasının, sosyoekonomik
açıdan, daha ileri giderek, politik açıdan yaratabileceği bunalınılan
da önceden görmek zorundayız.
KÖY VE KENT ARASINDA DENGE KURMA Çı\Bı\.Lı\RI :
Her ülkede sanayiinin venü!usun dengesiz dağılışından :sözedilir.
Yine her ülkede az gelişmiş, gelişmemiş, çok gelişmiş bölgeler vardır.
Bu alandaki sorunlara çözüm bulmak için Bölıe Planlaması yol ve
yöntemlerine başvurulduğunu da biliyoruz.
Ülkemizde geri kalmış bölge denince Doğu ve Güneydoğu akla gelir..
Bir genelleme yaprak kıyılardan içerilere, Batıdan doğuya, düzlüklerden
yükseklere gidildikçe geriliğin göze çarpacak ölçülere ulaştığım
söyleyebiliriz. Cumhuriyetle hirlikte başkentin Ankara'ya taşın-
~ası ile dengesizlik bir ölçüde önlenmiş sayılır. Öte yandan Bölge
Planlaması, büyük şehirlerimizin sorunlan ile ilgili çabalar, araştırma
düzeyinde kalmış ve uygulama olanağına kavuşmamıştır.
Cumhuriyetin ilanından 15 gün önce çıkanlan Mübadele, İmar ve
İskan Kanununun ı. maddesi ile, bu adı taşıyan bir Bakanlık kurulmuş
ve yeni Bakanlığa: "Lozan Mübadele Anlaşması gereğince göç
edecek olanların taşınması, barınması işleri" yamnda kapsamı çok
geniş olan şu görevler de verilmiştir :
- Tahrip edilmiş olan yerlerde konutlan yanmış, yıkılmış olanların
yerleştirilmesi ve refaha kavuşturulması,
- Göçebe aşiretlerin yerleştirilmesi,
- Memleketin harap olan mahallerinin iman.
Bu Bakanlık 14 ay kadar sonra kaldırılmıştır. 1958 yılında İmar
ve İskan Bakanlığı kuruluncaya kadar, İskan işlerinin (Toprak ve İskan
demek belki daha doğru 'olur) İçişleri, Sağlık ve Sosyal Yardım
Tarım Bakanlıkları, Başbakanlİk arasında el değiştirdiğini görüyoruz.
İmardan ise belediyesi bulunan yerlerde, bu örgütler sorumlu tutulmuştur.
Köy ve kentlerle ilgili konulardan, örgütlerden söz ederek fazla
dağılmak istemiyoruz. Köy Kanunumian başlayarak ,aşarın kaldırılma-
Bı,sıtma savaşında elde edilen başarı, toprak mahsulleri ofisinin kuKÖYDEN
ŞEHRE GÖç VE ŞEHİRLEŞME .7
rulması, Şeker Endüstrisinin geliştirilmesi, Zirai Donatım Kurumu,
Et ve Balık Kurumu, Köy Enstitülerİ. .. 1960'dan önceki dönemin başlıca
ürünleridir. 1960yılında girilen planlı kalkınma döneminde, özellikle
Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı uygulamaları arasında, toplum
kalkınması köy kalkınmasına eşit tutulmuştur. Köyişleri Bakanlığı
da bu dönemde kurulmuştur.
Kentler için çıkarılan kanunların, kurulan örgütlerin sayısı oldukça
kabarıktır. 1924 yılında Köy Kanununun çıkarıldığı günlerde
Belediye Vergi ve Resimleri Kanunu, 1928 de Ankara'nın imarı için
özel Kanun, 1930'da Belediye Kanunu, 1933'de Belediye Yapı ve Yollar
Kanunu ile Belediyeler Bankası Kanunu çıkarılmıştır. Belediyeler
Bankası durmadan gelişerek, 1945 de İller Bankası adını aldıktan
sonra daha geniş görevler yüklenmiş ve özellikle belediyeler için bir
teknik ve mali yardım kurumu olmuştur. Eskiyen Belediye Vergi ve
Resimleri Kanununun yerini 1948'de Belediye Gelirleri Kanunu almış,
günümüze dek, gecekondularla ilgili yarım düzineden fazla kanun çıkarılmıştır.
Belediye ve köylerle ilgili bir düzineden fazla Kanun tasarısının,
Yıllardanberi kanunlaşması bekleniyor. Bu arada çıkarılan kimi kanunlarla
belediyelerin borçları bağışlanmak, ya da hazineye aktarılmak
suretiyle (terkin-tahkim) ferahlık yaratılırken kimi kanunlarla
da bunalımları artırılmıştır. Örneğin 1 Mart 1971 de yürürlüğe giren
Emlak Vergisi Kanunu, belediyelerin Temizlik ve Aydınlatma Resmi
kaynağını kurutmuştur. Yalnız İstanbul Belediyesinin bu yüzden iki
yılda 260 milyon TL. gelirden yoksun kaldığını öğreniyoruz." (4)
Köyler bakımından çarpıcı bir örnek salmanın tavanıdır. İkinci
Dünya Savaşından kısa bır süre önce, salmanın tavanı 20 TL. olarak
saptanmıştı. Para, enflasyon nedeniyle satınalma gücünü yitirmiş,
salma hem verim, hem de adalet açısından yetersiz ve değersiz bir duruma
gelmiştir.
Örgütlenme bakımından, son günlerde merkez köylerinden, köykentlerden,
İl Mahalli İdare Planlamasından (İLMİP) söz ediliyor.
Merkez köyanlayışı yerini köy-kentlere bırakabilir. Başta İl Özel İdareleri
olmak üzere, bir ilin sınırları içindeki belediyelerin kaynaklarını
birleştirerek planlı kalkınmaya katkılarını artırma amacına yönelen
(İLMİP) unutulmak üzeredir. Bunun nedeni gelir projeksiyonu
yapılamaması ve köylerin kapsam dışı bırakılmasıdrr.
(4) Beleq.iye . İstanbul, Aylık Dergi, Mart - Nisan ı974, s. ll.
8 FEHMİ YAVUZ
Andığımız, ya da anmadığımız, şehirleşme, köyden şehre akınla
ilgili çabaların, bütün içindeki yerlerinin belli ilkelere göre saptanması
gerekir. Yıllardanberi araştırma alanında saplanıp kalan bölge
planlaması çalışmalarını uygulamaya kavuşturmak, Birinci Beş Yıllık
Kalkınma Planı döneminde başarı ile uygulanan toplum kalkınmasını
(köy kalkınmasını) yeniden canlandırmak yolları ~ranmalı .
ve tartışılmalıdır. .
TOPRAKLA İLGİLİ ÇABALAR:
Başta Anayasamız olmak üzere, günümüzedek çıkarılan bütün
kanunlar, tutarlı ve yeterli bir arsa (emlak) politikasının temellerini
atmaktan uzak kalmıştır. Bugüne dek hep arsa ve emlak fiyatlarındaki
artışa seyirci kalmak ve pahalı emlakten nasıl vergi alırız, şehircilikte,
konut politikası uygulamada, gecekonduculuğu önlemede, endüstrinin,
turizmin gereksindiği toprakları sağlamada nasıl yararlanırız
... gibi çok sakat bir yol izlenmiştir. Ayrıntılara girmeden, Kat
Mülkiyeti Kanununun, Emlak Vergisi Kanununun, Arsa Ofisi Kanununun
ve benzerlerinden hiçbirinin emlak fiyatlarını durdurmağa,
geriletmeğe yönelmediğini, fiyat artışına seyirci kaldığını söyleyebiliriz.
Bu ortam içinde emlak fiyatları hiçbir engele çarpmadan artıyor
ve şehirleşmemizin, köy-kent ilişkilerinin, sanayileşmenin, turizmin
geleceğini karartan boyutlara ulaşıyor.
Anayasanın özünde ve kimi maddelerinin sözünde toprakların
kamu yararına kullanılması, spekülasyonun önlenmesi konularında,
umut parıltıları tümden yok sayılmaz. Örneğin, Milli Birlik Komitesi
Anayasanın 36 ncı maddesine şöyle bir fıkranın eklenmesini önermişti:
"Devlet arsa mülkiyetinin toplum yararına aykırı olarak kullanılmasını
önleyici tedbirleri alır". Konu Anayasa Komisyonunda, Kurucu
Meclis Karma Komisyonunda ayrı ayrı tartışıldıktan sonra, böyle
bir fıkranın eklenmemesi sonucuna varılmıştır. Kurucu Meclis Karma
Komisyonunun gerekçesi şöyledir:
"Bilhassa büyük şehjrlerde toplum zararına olarak gelişen arsa
spekülasyonuna son verecek tedbirleri almanın devletin görevlerinden
olduğu hususunda görüş birliğine varılmıştır. Ancak bir taraftan Anayasadaki
mevcut hükümlerin bu hususta kafi olduğu, diğer yandan
da eklenecek böyle bir fıkranın diğer hükümlerin tefsiri bakımından
bazı mahzurlar yaratacağı gözönünde bulundurularak ihtilaflı fıkranın
tasarıda yer almamasının daha uygun düşeceği mütalaa edilmiştir.
Zira 36. maddenin son fıkrasında genelolarak mülkiyet hakkının
kullanılması toplum yararına aykın olamaz. hükmü mevcuttur. J
KÖYDEN ŞEHREGÖÇ VE ŞEHİRLEŞME 9
Arsalar hakkında ayrı bi~ hükmün Anayasda yer alması diğer
mülkiyet konuları bakımından Devletin aynı ödev ve yetkiye sahip
olmadığı zehabını da yaratabilir."
Bu satırlar arsa spekülasyonu ile savaşın Devletin-ödev ve yetkileri
arasında bulunduğunu açıkça gösteriyor. Öyleyse spekalasyon
kavramınl açıklığa kavuşturarak, bununla savaş ödevinin hangi yetkilerle
ve nasıl başıatılıp amaca ulaşılacağı hususu, günümüzedek savsak}
anmıştır demek abartma olmaz.
SONUÇ:
Ülke ölçüsünde dengeli bir yerleşme düzeni kurarak, insan gücünden,
teknolojiden, doğal kaynaklardan akıllıca yararlanmak, kalkınmanın
hızla 'gerçekleşmesi, toplumun yıkıcı bunalımlardan korunması
açısından çok önemlidir. Köylünün şehirlere doğru akın etmesi önlenemez
ve önlenmemelidir. Ancak bunun hızını ve yönünü ayarlamak
yolları tutulabilir. Tarım işçiliği çok ağırdır; endüstri ve servis sektörlerinden
çok daha az gelir sağlar. Öyle ise tarımsal alanlardaki yaşama
koşullarını çekilir duruma getirmek, kurulacak bir kentler hiyerarşisi
ile, insanların hergün artan gereksinmelerini kolayca karşılama
olanakları yaratmak gerekir. Anayasa ve ilgili kanunlar eşitlikten,
türlü özgürlüklerden söz edebilir. Gerçekten bir köylü ve şehirli
ayırımının sürüp gitmesi ve bunun statüko farkı olarak ortaya çıkması
ile özlenen dengeli yerleşme düzeni kurulamaz. Örneğin köyler, belediye
örgütüne kavuşmak için çırpınmaktadır. Bu amaca ulaşan köyler
salmadan ,imeceden kurtuluyor ve devletin yaptığı yardımlardan pay
alıyor. Komşu köy, ya da mahallelerle birleşme yolu ile, nüfusunu
2000'e yükseıterek statü değiştiren, küçük belediye olabilenler, yalnız
İller Bankası aracılığı ile, nüfusa göre dağıtılan paylardan 100.000TL.
alıyor. (2000X 50 = 100.000). Salmanın tavanı olan 20 TL.'yi, zengin
ve fakir tüm aileler için uygulayan 200 haneli bir kÖy idaresinin bu
kaynaktan elde edeceği gelir ise 4000 TL. dir. (20X 200 == 4.000) 1971
yılı köy bütçeleri ortalamasının 10.000TL.'nin üstüne bile_çıkamaması
(9200 TL.) bu acı gerçeği yansıtmağg yeter.
Toprak, emlak fiyatlarının artmasının yarattığı sosyo-ekonomik
sakıncalara değindik. Anyasa da hükümetlere mülkiyet hakkının toplum
zararına kullanılmasını önleme ödev ve yetkisini veriyor. Toprağın,
taşınmaz malın öteki mülkiyet alanlarından çok ayrı durumu ol.
duğu bilincine varmak zorunluğu ortadadır. Taşınmaz malların piyasası
yoktur, çünkü bunları, çok bulunan yerlerden az olan yerlere ta- • i
FEHM! YAVUZ
şıyarak, piyasalan etkileme olanağından yoksunuz. Hele taşınmaz mal
sahiplerine dokunulmazlık ölçülerine varan, sınırsız haklar tanımak,
kamu yararlanyla hiç bağdaşmaz.
Geri kalmış ülkelerin, başka ülkelerin kaynaklarını, hammaddelerini
pazarlannı sömürme olanağından yoksun bulunmaları, servetlerini
artırmak, kısa yoldan zengin olmak isteyenler için, emlak alışverişini
seçenek listelerinin üst basamağına çıkarmış bulunuyor. Bu
ülkelerde kamu yararının ciddi önlemlerle korunması daha çok ağırlık
kazanmaktadır. Yetkili ve sorumluların, politikacıların kamu yararını
özdenlikle koruma ile, emlak alış-verişinden çıkar sağlama yollanndan
birini, ya da ötekisini seçmeleri, çözüme ulaşmayı olumsuz, ya
da olumlu yönde büyük ölçüde etkilemektedir.
İnşaatta asıl hareket seçim sonrası
İnşaatta asıl hareket seçim sonrası
RAHİME BAŞ UÇAR
İç piyasanın ateşi, inşaat sektörü dizginlenerek söndürülmeye çalışılıyor. Ancak sadece inşaatçılar değil, çimentodan boyaya, hazır betondan armatüre birçok alt sektör de seçim sonrası için hızlı büyüme planları yapıyor...
MERKEZ Bankası, bu yılın ocak ve mart aylarında bankaların
munzam karşılıklarını artırarak, iç piyasada özellikle konut ve otomotiv
satışlarının ateşini düşürme istediğini ortaya koydu. BDDK
(Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu) da konut kredisi
tutarlarını evin bedelinin yüzde 75'iyle sınırlayarak, tüketicinin elini
taşın altına daha çok koymasını sağlamaya çalıştı.
Bu iki uygulamanın konut talebini yavaşlatması bekleniyor. Henüz
konut kredilerinde ciddi bir yavaşlama yok. Ancak bankacılık
ve inşaat sektörü ile tüketici mesajı almış durumda: "Frene bas, hızını
azalt!" Bu mesaj alındı ama gerçekten işler böyle mi yürüyor?
İnşaat sektörünü sürükleyen müteahhitlerle konuşulduğunda
olumsuz bir beklenti yok. Bilakis hem yeni projelere başlıyorlar
hem de gelecekten umutlular.
Oysa gerek altyapı gerekse üst yapı projeleriyle inşaat, ekonominin
lokomotif sektörlerinden biri. Boyadan çimentoya, hazır betondan
vitrifiyeye onlarca sektörü sürüklüyor.
RAHİME BAŞ UÇAR
İç piyasanın ateşi, inşaat sektörü dizginlenerek söndürülmeye çalışılıyor. Ancak sadece inşaatçılar değil, çimentodan boyaya, hazır betondan armatüre birçok alt sektör de seçim sonrası için hızlı büyüme planları yapıyor...
MERKEZ Bankası, bu yılın ocak ve mart aylarında bankaların
munzam karşılıklarını artırarak, iç piyasada özellikle konut ve otomotiv
satışlarının ateşini düşürme istediğini ortaya koydu. BDDK
(Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu) da konut kredisi
tutarlarını evin bedelinin yüzde 75'iyle sınırlayarak, tüketicinin elini
taşın altına daha çok koymasını sağlamaya çalıştı.
Bu iki uygulamanın konut talebini yavaşlatması bekleniyor. Henüz
konut kredilerinde ciddi bir yavaşlama yok. Ancak bankacılık
ve inşaat sektörü ile tüketici mesajı almış durumda: "Frene bas, hızını
azalt!" Bu mesaj alındı ama gerçekten işler böyle mi yürüyor?
İnşaat sektörünü sürükleyen müteahhitlerle konuşulduğunda
olumsuz bir beklenti yok. Bilakis hem yeni projelere başlıyorlar
hem de gelecekten umutlular.
Oysa gerek altyapı gerekse üst yapı projeleriyle inşaat, ekonominin
lokomotif sektörlerinden biri. Boyadan çimentoya, hazır betondan
vitrifiyeye onlarca sektörü sürüklüyor.
27 Nisan 2011 Çarşamba
YENİ BİR ŞİRKET MODELİ; EVLİLİK ŞİRKETİ Turgay Gültekin
YENİ BİR ŞİRKET MODELİ; EVLİLİK ŞİRKETİ
Dilimize Arapça’dan giren ve ticaret anlamına gelen şirket ile ortak anlamına gelen şerik sözcüğünün 2002 yılından beri yeni bir türü var artık. Evlilik şirketi.
Günümüz toplumunun sosyal bir yarası olan evliliklerin sona ermesi halinde en büyük sorun haline gelen mal paylaşımı bu düzenleme ile bir nebze olsun giderilmeye çalışılmıştır.
Gerçektende evliliğin boşanma veya iptal gibi nedenlerle sona ermesi halinde en büyük sorun malların paylaşılmasıdır. Hatta kimi zaman çocukların geleceğine ilişkin kararlardan daha öncelikli hale gelmektedir.
Ülkemizde mevcut davaların (hırsızlık,cinayet,tazminat vb. davalarının ) gerisinde çoğu zaman gayrimenkul olduğu göz önüne alındığında, evlilik gibi bir kurumun boşanma ile sona ermesi halinde edinilen malların sorun yaratması doğaldır. Yeni düzenlemenin özellikle mağdur durumda olan kadına bir takım haklar sağlamış olması olumlu bir yeniliktir.
Peki evlilik şirketinden önce durum nasıldı?
1 Ocak 2002 öncesinde eşler arasında geçerli yasal mal rejimi “mal ayrılığı rejimi” idi. Ancak o zaman da eşler dilerse farklı mal rejimini seçebilmekteydiler. Eğer eşler bir rejim seçmemişler ise geçerli olan mal rejimi “mal ayrılığı” rejimidir.
Bu rejimde ise, herkesin malı kendisine ait olmaktadır. Mal ayrılığının temel özelliği eşlerin her birinin kendisine ait olan mallar üzerinde, diğer eşin hiçbir tasarruf hakkı olmaksızın söz sahibi olmasıdır.
Örneğin; Ayşe hanım ile Mehmet bey boşandıklarında, Mehmet beye ait olan daire yine Mehmet Bey’e, Ayşe Hanım’a ait olan işyeri yine Ayşe Hanım’a ait olmakta idi.
Bu malların evlilik öncesi mi, yoksa sonrası mı edinildiği bu bağlamda hiçbir öneme sahip olmayacaktır.
Mal Rejimi Miladından sonra durum nasıldır?
1 Ocak 2002 den itibaren eşler “mal ayrılığı”na değil, “edilmiş mallara katılma rejimi” ne tabi oldular. Diğer bir ifadeyle yasal mal rejimi eskiden “mal ayrılığı rejimi” iken artık “edinilmiş mallara katılma rejimi”.
Elbette eşler dilerlerse bu yeni mal rejimi yerine, yine Kanun’da yer alan bir başka mal rejimini de seçebilirler. Ne var ki, böylesi bir seçim yapmamaları halinde yasal mal rejimine tabi olacaklardır.
Öyleyse nedir yasal mal rejimi ?
M.K ’un 218. md. sinde düzenlenen bu rejime göre, edinilmiş mallar ile eşlerden her birinin kişisel malları bu rejim kapsamındadır.
Yasal mal rejimi olan bu rejimde eşler, tüm malları üzerinde diledikleri gibi tasarruf edebilirler. Yani taşınmaz hangi eş adına kayıtlı ise, onun bu malı diğerinin muvafakatını almadan dilediği gibi tasarruf etmesine imkan vardır.
Eşler evlilik sırasında veya daha sonra herhangi bir mal rejimi seçmemişler ise, edinilmiş mallara katılma rejimini seçmiş sayılırlar. Yasal mal rejiminin tek istisnası, M.K’ un 223. maddesinde belirtilen eşlerin birlikte paydaş oldukları taşınmazların durumudur.
Bu durumda eşlerden birinin paylı mülkiyet konusu taşınmazdaki payını tasarruf etmek istemesi halinde (satış, bağış, ipotek, ifraz vb. tasarruflar) diğer eşin rızasını almak zorundadır. Eşin bu işleme ilişkin rızası noterden veya tapu sicilinden yapılabilir.
Bu rejim yasal mal rejimi olduğundan tapu siciline bu yolda herhangi bir kayıt yapılmaz.
Bu rejim eşlerin evlilik sırasında edindikleri mallar ile kişisel malları da kapsamaktadır. Ancak, aksine anlaşma yapılmadıkça yasanın yürürlük tarihinden (01.01.2002) sonra edinilen mallar bu rejim kapsamındadır.
Evliliğin devamı süresince eşlerin kendi adına taşınmaz alım-satımı yapması mümkündür.
Mal Rejimi Nasıl Seçilir?
Mal rejimi sözleşmesi, evlenmeden önce veya sonra yapılabilir. Taraflar mal rejimini ancak kanunda yazılı sınırlar içinde seçebilir, kaldırabilir veya değiştirebilir. Tarafların mal rejimi sözleşmesi, noterde düzenleme veya onaylama şeklinde yapılır. Sözleşmenin ayrıca mahkemenin tasvibine sunulmasına gerek bulunmamaktadır.
Evlenme başvurusu sırasında da hangi mal rejimini seçtiklerini yazılı olarak bildirebilirler.
:
Diğer Mal rejimleri
Yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejiminin dışında eşlerin seçebilecekleri diğer rejimler ise, mal ayrılığı, paylaşmalı mal ayrılığı ve mal ortaklığı rejimleridir.
Mal Ayrılığı
Mal ayrılığı rejiminde, eşlerin tüm malları kişisel malıdır. Eşlerden her birinin malı, diğer eş için 3. şahıs malları gibidir. Bu rejimde eşlerden her biri yasal sınırlar içinde kendi mal varlığı üzerinde yönetim, yararlanma ve tasarruf hakkını korur. (M.K 242)
Mal ayrılığı rejiminde de eşler dilerse paylı mülkiyet olarak bir malı tasarruf edebilirler. Ancak burada da her eşin hissesi ayrı bir mal statüsündedir.
Paylaşmalı Mal Ayrılığı
MK. 244 md. sine göre; eşlerden her biri, yasal sınırlar içinde kendi mal varlığı üzerinde yönetim, yararlanma ve tasarruf haklarını korur.
Bu rejimin mal ayrılığından farkı, evliliğin iptal veya boşanma kararı ile sona ermesinde ortaya çıkmaktadır.
Paylaşmalı mal ayrılığı rejimini seçen eşlerin boşanması halinde, aile konutunda kalma hakkını elde eden eşin, bu hakkın tapu siciline şerh edilmesini isteme hakkı vardır.
Eşlerden birinin ölümü halinde diğer eş miras taksimi sırasında birlikte yaşanan konutun mülkiyetini, intifa hakkını veya oturma (sükna) hakkını isteyebilir. Tarafların anlaşması halinde düzenlenecek miras taksim sözleşmesi gereğince sağ kalan eş adına tescil yapılabilecektir. Mirasçıların anlaşamaması halinde bu hususa mahkemece karar verilecektir.
Mal Ortaklığı
Genel mal ortaklığında eşlerin kanun gereğince kişisel mal sayılanlar dışındaki malları ile gelirleri ortaklık mallarını oluşturur. Eşler ortaklık mallarına bölünmemiş bir bütün olarak sahip olurlar. Hiçbir eş, ortaklık payı üzerinde tek başına tasarruf yapamaz. (M.K 257)
Mal ortaklığına tescilinden sonra, iştirak halinde mülkiyet hükümleri uygulanacağından temlik, rehin, taksim gibi işlemleri eşler ancak birlikte yapabilirler.
Mal ortaklığı rejiminde eşlerden birinin ölümü veya evlilik sırasında başka bir mal rejiminin seçilmesi halinde ortaklık malları yarı yarıya paylaşılacaktır. Ölüm halinde taşınmazın yarı payı sağ kalan eş adına tescil edilecek, diğer yarısı ölenin mirasçılarına intikal edecektir. Sağ kalan eş yarı pay dışında miras payından da hisse alacaktır. Örneğin; (A) ile (B) ‘nin 3 çocuğu var ise, (A) nın ölümü halinde (B), mal ortaklığından dolayı ½ pay alırken, ölen eşin ½ payından da ¼ hisse alacaktır. Bu durumda eşin payı 5/8 olmaktadır.
Dilimize Arapça’dan giren ve ticaret anlamına gelen şirket ile ortak anlamına gelen şerik sözcüğünün 2002 yılından beri yeni bir türü var artık. Evlilik şirketi.
Günümüz toplumunun sosyal bir yarası olan evliliklerin sona ermesi halinde en büyük sorun haline gelen mal paylaşımı bu düzenleme ile bir nebze olsun giderilmeye çalışılmıştır.
Gerçektende evliliğin boşanma veya iptal gibi nedenlerle sona ermesi halinde en büyük sorun malların paylaşılmasıdır. Hatta kimi zaman çocukların geleceğine ilişkin kararlardan daha öncelikli hale gelmektedir.
Ülkemizde mevcut davaların (hırsızlık,cinayet,tazminat vb. davalarının ) gerisinde çoğu zaman gayrimenkul olduğu göz önüne alındığında, evlilik gibi bir kurumun boşanma ile sona ermesi halinde edinilen malların sorun yaratması doğaldır. Yeni düzenlemenin özellikle mağdur durumda olan kadına bir takım haklar sağlamış olması olumlu bir yeniliktir.
Peki evlilik şirketinden önce durum nasıldı?
1 Ocak 2002 öncesinde eşler arasında geçerli yasal mal rejimi “mal ayrılığı rejimi” idi. Ancak o zaman da eşler dilerse farklı mal rejimini seçebilmekteydiler. Eğer eşler bir rejim seçmemişler ise geçerli olan mal rejimi “mal ayrılığı” rejimidir.
Bu rejimde ise, herkesin malı kendisine ait olmaktadır. Mal ayrılığının temel özelliği eşlerin her birinin kendisine ait olan mallar üzerinde, diğer eşin hiçbir tasarruf hakkı olmaksızın söz sahibi olmasıdır.
Örneğin; Ayşe hanım ile Mehmet bey boşandıklarında, Mehmet beye ait olan daire yine Mehmet Bey’e, Ayşe Hanım’a ait olan işyeri yine Ayşe Hanım’a ait olmakta idi.
Bu malların evlilik öncesi mi, yoksa sonrası mı edinildiği bu bağlamda hiçbir öneme sahip olmayacaktır.
Mal Rejimi Miladından sonra durum nasıldır?
1 Ocak 2002 den itibaren eşler “mal ayrılığı”na değil, “edilmiş mallara katılma rejimi” ne tabi oldular. Diğer bir ifadeyle yasal mal rejimi eskiden “mal ayrılığı rejimi” iken artık “edinilmiş mallara katılma rejimi”.
Elbette eşler dilerlerse bu yeni mal rejimi yerine, yine Kanun’da yer alan bir başka mal rejimini de seçebilirler. Ne var ki, böylesi bir seçim yapmamaları halinde yasal mal rejimine tabi olacaklardır.
Öyleyse nedir yasal mal rejimi ?
M.K ’un 218. md. sinde düzenlenen bu rejime göre, edinilmiş mallar ile eşlerden her birinin kişisel malları bu rejim kapsamındadır.
Yasal mal rejimi olan bu rejimde eşler, tüm malları üzerinde diledikleri gibi tasarruf edebilirler. Yani taşınmaz hangi eş adına kayıtlı ise, onun bu malı diğerinin muvafakatını almadan dilediği gibi tasarruf etmesine imkan vardır.
Eşler evlilik sırasında veya daha sonra herhangi bir mal rejimi seçmemişler ise, edinilmiş mallara katılma rejimini seçmiş sayılırlar. Yasal mal rejiminin tek istisnası, M.K’ un 223. maddesinde belirtilen eşlerin birlikte paydaş oldukları taşınmazların durumudur.
Bu durumda eşlerden birinin paylı mülkiyet konusu taşınmazdaki payını tasarruf etmek istemesi halinde (satış, bağış, ipotek, ifraz vb. tasarruflar) diğer eşin rızasını almak zorundadır. Eşin bu işleme ilişkin rızası noterden veya tapu sicilinden yapılabilir.
Bu rejim yasal mal rejimi olduğundan tapu siciline bu yolda herhangi bir kayıt yapılmaz.
Bu rejim eşlerin evlilik sırasında edindikleri mallar ile kişisel malları da kapsamaktadır. Ancak, aksine anlaşma yapılmadıkça yasanın yürürlük tarihinden (01.01.2002) sonra edinilen mallar bu rejim kapsamındadır.
Evliliğin devamı süresince eşlerin kendi adına taşınmaz alım-satımı yapması mümkündür.
Mal Rejimi Nasıl Seçilir?
Mal rejimi sözleşmesi, evlenmeden önce veya sonra yapılabilir. Taraflar mal rejimini ancak kanunda yazılı sınırlar içinde seçebilir, kaldırabilir veya değiştirebilir. Tarafların mal rejimi sözleşmesi, noterde düzenleme veya onaylama şeklinde yapılır. Sözleşmenin ayrıca mahkemenin tasvibine sunulmasına gerek bulunmamaktadır.
Evlenme başvurusu sırasında da hangi mal rejimini seçtiklerini yazılı olarak bildirebilirler.
:
Diğer Mal rejimleri
Yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejiminin dışında eşlerin seçebilecekleri diğer rejimler ise, mal ayrılığı, paylaşmalı mal ayrılığı ve mal ortaklığı rejimleridir.
Mal Ayrılığı
Mal ayrılığı rejiminde, eşlerin tüm malları kişisel malıdır. Eşlerden her birinin malı, diğer eş için 3. şahıs malları gibidir. Bu rejimde eşlerden her biri yasal sınırlar içinde kendi mal varlığı üzerinde yönetim, yararlanma ve tasarruf hakkını korur. (M.K 242)
Mal ayrılığı rejiminde de eşler dilerse paylı mülkiyet olarak bir malı tasarruf edebilirler. Ancak burada da her eşin hissesi ayrı bir mal statüsündedir.
Paylaşmalı Mal Ayrılığı
MK. 244 md. sine göre; eşlerden her biri, yasal sınırlar içinde kendi mal varlığı üzerinde yönetim, yararlanma ve tasarruf haklarını korur.
Bu rejimin mal ayrılığından farkı, evliliğin iptal veya boşanma kararı ile sona ermesinde ortaya çıkmaktadır.
Paylaşmalı mal ayrılığı rejimini seçen eşlerin boşanması halinde, aile konutunda kalma hakkını elde eden eşin, bu hakkın tapu siciline şerh edilmesini isteme hakkı vardır.
Eşlerden birinin ölümü halinde diğer eş miras taksimi sırasında birlikte yaşanan konutun mülkiyetini, intifa hakkını veya oturma (sükna) hakkını isteyebilir. Tarafların anlaşması halinde düzenlenecek miras taksim sözleşmesi gereğince sağ kalan eş adına tescil yapılabilecektir. Mirasçıların anlaşamaması halinde bu hususa mahkemece karar verilecektir.
Mal Ortaklığı
Genel mal ortaklığında eşlerin kanun gereğince kişisel mal sayılanlar dışındaki malları ile gelirleri ortaklık mallarını oluşturur. Eşler ortaklık mallarına bölünmemiş bir bütün olarak sahip olurlar. Hiçbir eş, ortaklık payı üzerinde tek başına tasarruf yapamaz. (M.K 257)
Mal ortaklığına tescilinden sonra, iştirak halinde mülkiyet hükümleri uygulanacağından temlik, rehin, taksim gibi işlemleri eşler ancak birlikte yapabilirler.
Mal ortaklığı rejiminde eşlerden birinin ölümü veya evlilik sırasında başka bir mal rejiminin seçilmesi halinde ortaklık malları yarı yarıya paylaşılacaktır. Ölüm halinde taşınmazın yarı payı sağ kalan eş adına tescil edilecek, diğer yarısı ölenin mirasçılarına intikal edecektir. Sağ kalan eş yarı pay dışında miras payından da hisse alacaktır. Örneğin; (A) ile (B) ‘nin 3 çocuğu var ise, (A) nın ölümü halinde (B), mal ortaklığından dolayı ½ pay alırken, ölen eşin ½ payından da ¼ hisse alacaktır. Bu durumda eşin payı 5/8 olmaktadır.
BİR ÇOK BELEDİYELER HUKUK’A UYMUYOR, CEZASINI TAPU’LAR ÇEKİYOR..Zafer Akkaya
BİR ÇOK BELEDİYELER HUKUK’A UYMUYOR, CEZASINI TAPU’LAR ÇEKİYOR..Zafer Akkaya
Vergi usûl kanunu ve Emlak Vergisi Kanununa göre yayınlanan Maliye Bakanlığının 48 seri nolu Harçlar Kanunu genel Tebliğine rağmen Belediyeler keyfi davranarak hem vatandaşların sızlanmalarına hem de tapu işlemlerinin yavaş yürümesine sebep oluyorlar
Tapu işlemlerinde alınan harçlarla ilgili mükellef ile vergi daireleri arasında yaşanan tapu harcı ihtilaflarının sona erdirilmesi amacıyla Belediyeler’ce Emlak Vergisi kanunu hükümlerine göre her yıl belirlenen emlak vergisi değerlerinin yine Belediyeler tarafından elektronik ortamlarda ve eksiksiz olarak tapu dairelerine gönderilmesi Maliye Bakanlığınca 13.9.2005 tarih,25935 sayılı resmi gazetede yayınlanan 48 seri no’lu harçlar kanunu genel tebliği ile emredilmiştir.
Ancak ,bu uygulama ,Çoğu Belediyeler tarafından gerek hantal çalışma şartları ve gerekse vatandaşa tapu işlemi yapabilmesi için ilişik kestirilmesi amacıyla ve hatta o tarihe kadarki her türlü alacaklarını tahsiline zorlamak açısından bir nevi şantaj vesilesi olarak kullanma amacıyla yürütülmemektedir.
Yani, Belediyeler Maliye Bakanlığının tebliğine uyup,her yıl göndermeleri gereken emlak vergi değer listelerini göndermekten imtina ederek,Tapu işlemi yaptıracak vatandaşın,kendilerine bizzat gelmesini zorla sağlıyor.Kendilerine gelen vatandaşa da emlak vergi değerini vermeden Belediyenin ne kadar alacağı var ise,tamamını tahsil etme karşılığında Tapu’nun istediği vergi değer yazısını veriyor.
PEKİ,TAPU İDARELERİ BU KONUDA NE YAPIYOR!
Biraz eleştirel yaklaşacak olursak, hiç bir şey. Yani, Tapu idareleri Belediyeleri bu konuda zorlamıyor.Denilebilir ki,Belediyelerden ısrarla istediğimiz halde bir türlü bu bilgileri alamıyoruz.Buda mazeret olmamalı.Zira,Kaymakamlık ,Valilik,Genel Müdürlük veya Maliye Bakanlığı gibi her merci’ye şikayet edilerek çözülebilir.
Belediyelerin bu durumu kullanmalarına somut bir örnek verecek olursak ;
İstanbul’da Beşiktaş Belediyesi, bu bilgileri vermediği gibi,Tapu işlemi için mecburen Belediyeye giden vatandaşa önce şüphe ile bakarak ,beyanınıza göre gayrimenkulünüzün metrajını düşük göstermişsiniz demek suretiyle başlıyor işe.
Vatandaş,hayır efendim ben 20-30 yıldır aynı beyanı veriyorum.Hatta benim gayrimenkulüm katirtifaklı veya katmülkiyetli sizde bulunan projesini inceleyin.Yada ben getireyim bakınız bir hatamız yok dese de nafile..
Bu belge ve bilgiler yetmez,biz size bir randevu vereceğiz.Bizim memurlarımız gelecek,gayrimenkulünüzü ölçüp,biçecek eksik verdiğiniz metrajlar için geriye dönük 5 yıl için cezalı olarak fark çıkaracağız,bunu ödeyeceksiniz ki , emlak vergisine tabi değer yazısını verelim.
Vatandaş, nasıl olur, Ben bugün tapu işlemimi yapmam lazım. Çıkarın ne çıkaracaksanız onu ödeyeyim.Verin yazımı Tapu’ya göstereyim bari, dese de, birkaç gün sonraya randevu veriliyor.Memurlar ölçüm için randevu günü gayrimenkulün bulunduğu yere geliyor.İçeriden ölçüyor,dışarıdan ölçüyor,ortaya bir metraj çıkarıyor.Bu metraj ne beyannamelerdeki metraj,ne de iskanı alınmış binanın projesindeki metraj.Memurun çıkarttığı metraj olarak kayıt ediliyor.Bu metraj üzerinde geriye dönük 5 yıllık da cezası ile birlikte bir emlak vergisi çıkarılıyor.Vatandaş mecburen ağlaya sızlaya bu rakamları ödeyerek ,isyanlar içerisinde beyan değer yazısını alıyor.İşlemini bitirmek üzere Tapu’ya gidiyor.
Haa..bu arada Belediyenin ölçüme gelen elemanlarından bahsetmedim.Bu elemanlar öyle bildiğiniz gibi mühendis,mimar gibi teknik elemanlar değil,masasından kalkmış beklide metre tutmasını bilmeyen, bürüt veya net alanı hesap edemeyen memurlar.Çünkü bildikleri işin dışında görev veriliyor memurlara.
Bu aşamalardan geçmiş bir vatandaşın işlemini Tapu yarım saatte bitirirse ne olur,bir satte bitirirse ne olur.Artık Tapu’ya karşı,Belediyeye karşı,Bürokrasiye karşı ne düşüneceğini siz takdir edin.
ÇÖZÜM YOKMUDUR!
Elbette her zaman için vardır. Hatta bu konu bugün çözülür ise,yarın gelen vatandaşlar bu duruma düşmez .O halde belki Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünün Maliye Bakanlığı ile bir kez daha temasa geçerek,Belediyeler Tebliğin uygulanmasına zorlanarak emlak vergi değerlerini ister elektronik ortamda isterse sair yöntemlerle Tapu Müdürlüklerine ulaşması sağlanabilir kanaatindeyim.
Yoksa, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, ne kadar başarılı çalışmalar yaparsa yapsın vatandaş ve hizmet odaklı değişiklikler yaparsa yapsın,bu vatandaşa yansımayacak,vatandaş isyanını sürdürmeye devam edecektir.
Bütün bunların suçu yine Tapu Müdürlüklerine çıkacaktır.
DAĞ FARE DOĞURDU…
DAĞ FARE DOĞURDU…
Yabancı Sermayeli Şirketlerin Taşınmaz Mülkiyeti Ve Sınırlı Aynî Hak Edinimine İlişkin Yönetmelik 06.10.2010 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi.
Herkes eski Yönetmeliğe göre daha kolaylaştırıcı düzenlemeler beklerken, yeni Yönetmelik sektörde tam bir hayal kırıklığı yarattı.
Eski Yönetmelik zaten evlere şenlik düzenlemeler içeriyordu. İlk çıktığında yabancı sermayeli şirketlere saç baş yoldurtması yetmemiş gibi, şimdide sözüm ona durumu kolaylaştıralım derken daha da işi zorlaştırdı. Neden mi?
İki aşamalı işlemden geçeceksiniz
Önce hemen belirtelim yeni yönetmelik işlemleri iki aşamalı hale getirdi. Engel koşucusu gibi önce taşınmazın askeri bölgeler ve özel güvenlik bölgelerinde olup olmadığını öğreneceksin. Bunu geçmeyi başarırsan, ülke güvenliği açısından sakınca varmı, yokmu boynunu büküp o kararı bekleyeceksin. Ülke güvenliğinin kıstası ne? Burada ne esas alınacak belli değil. Yani karar vericinin iki dudağının ucunda. Şayet ülke güvenliğine aykırı olduğuna karar verilirse vay haline. Tasfiyeye tabisin. Şimdi biz hem gel kardeşim bu ülkeye yatırım yap diyoruz. Daha sonrada neredeyse senede bir yaptığımız yeni düzenlemelerle yabancı yatırımcının önüne bir sürü engel koyuyoruz.
Taahhütname vereceksiniz
Yeni Yönetmelik düzenlemeleri , süreler açısından bakıldığında olumlu görünse de, taahhütname alımı ile yabancı yatırımcıya aba altından sopa gösteriyor. Bu taahhütname uygulaması bürokrasinin ileride kendini kurtarmak için yaptığı klasik bir uygulama. Şayet ben bir şey atlarsam işte senin taahhüdün var diyecek.
2003 yılında yürürlüğe giren Doğrudan Yatırımlar Kanunundan sonra Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü çok liberal bir düzenleme ile yabancı sermayeli şirketlerinde aynen Türk şirketleri gibi, tapu işlemleri yapmasına imkân sağladı. Doğrusuda buydu. Meşhur eski Yönetmeliğin 12.11.2008 yılında yürürlüğe girmesine kadar 5 yıl bu işlemler böyle serbestçe yapıldı da ne oldu ?. Ülke güvenliğine bir şey mi oldu.?
Borsada işlem gören şirketlerde düzenleme kapsamında
Yeni Yönetmeliğin getirdiği en önemli değişikliklerden biriside borsada işlem gören şirketlerinde izin kapsamına alınması .Şirket hisselerinin borsada işlem görmesi halinde , borsada işlem gören hisselerden şirket sermayesinin %10'una veya daha fazlasına sahip yabancı ortakların isimlerini veya unvanlarını, tabiiyetlerini ve ortaklık oranlarını içeren, Merkezi Kayıt Kuruluşundan alınan mevcut durumu gösteren belgenin izin başvuruusnda Valilile verilmesi gerekiyor. Borsa gibi herzaman hisse oranları değişebilecek bir ortamda ,bu hisse devirleri nasıl takip edilecek ve izin işlemleri nasıl yapılacak merak konusu.
Kanuna göre sadece taşınmaz edinimi izne tabi
Tapu Kanununun 36 maddesi ile yabancı sermayeli şirketlere ilişkin yapılan düzenlemeler, Anayasa Mahkemesinin 16.4.2008 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanan iptal kararı gereğince yapıldı. Zaten işlerde bundan sonra karıştı. Ancak mevcut ve önceki Yönetmelik, kanun koyucunun da iradesini aşan mevzuata aykırı düzenlemeler içeriyor. Kanun sadece taşınmaz edinimini izne tabi tutarken. Yönetmelik sınırlı ayni hakları da Kanuna aykırı bir biçimde izin kapsamına alıyor. Biz eski Yönetmelik yürürlüğe girdiğinde bu düzenlemenin Kanuna aykırı olduğunu her ortamda dile getirdik. Sadece taşınmaz ve taşınmaz niteliğindeki bağımsız sürekli haklar için izin alınması gerektiğini söyledik. Yeni Yönetmelikle bunun düzeleceğini bekliyorduk. Ancak yeni çıkan Yönetmelikte aynı mantık devam etti. Sadece lütfedilip ipotek için doğrudan tapu sicil müdürlüğüne müracaat hakkı getirildi. Peki ipotek sınırlı ayni hak değimli ? Madem sınırlı ayni haklar için valilik izni alınacaksa ipoteği nasıl bunun dışında tutarsınız. Yönetmeliği hazırlayanlar arasında sanırım hukukçu veya Tapu Kadastrodan bir yetkili yok. Çünkü onlar olsa bu ayrımı yaparlardı. Yazık. İşin doğrusu bağımsız ve sürekli nitelikteki sınırlı ayni haklar dışında böyle bir izne ihtiyaç olmaması. Zaten eski ve yeni Yönetmeliğin en büyük çelişkilerinden biriside bu.
Şüphesiz her ülke yabancıların taşınmaz tasarruflarında sosyal,ekonomik ,siyasi,güvenlik nedeniyle belli sınırlamalar getirebilir.Buna kimsenin diyeceği bir şey yok. Önemli olan yabancı sermaye gibi hassas ve önemli bir konuda kuralları sık değiştirmeyelim, yada ikide bir değişecek kural koymayalım. Söz konusu yönetmelik gibi işi kolaylaştıracağım derken yeni zorluklar yaratmayalım.
Lisanslı Emlak Müşavirliği Kanunu Neden Çıkmalı
Lisanslı Emlak Müşavirliği Kanunu Neden Çıkmalı
Metin Yeşil
İstanbul Ticaret Odasınca hazırlanan Lisanslı Emlak Müşavirliği ve Lisanslı Emlak Komisyonculuğu Kanun Tasarısı Taslağı Bayındırlık ve İskan Bakanı Sayın Mustafa Demire sunuldu Taslak önemli değişiklikleri içeriyor.
Lisanslı Emlak Müşavirliği Kanunu Neden Çıkmalı
İstanbul Ticaret Odasınca hazırlanan Lisanslı Emlak Müşavirliği ve Lisanslı Emlak Komisyonculuğu Kanun Tasarısı Taslağı Bayındırlık ve İskan Bakanı Sayın Mustafa Demire sunuldu Taslak önemli değişiklikleri içeriyor. Bu taslağın önemli bir tarafı sektör temsilcilerince taslağın onaylanarak imzalanmış olmasıdır. Bu Kanun Taslağının önemli bir ihtiyaçtan doğduğu bir gerçek.
İTO 24 Nolu Gayrimenkul Hizmetleri Meslek Komitesini ve taslağa destek veren tüm sektör temsilcilerini bu çalışmasından dolayı kutluyoruz. Tabi önemli olan konunun takip edilip,i htiyaçlara cevap veren bu taslağın bir an önce yasalaşması.
Tapu sicil hizmeti
Şimdi konuya girmeden biraz tapu sicil hizmeti üzerinde duralım. Tapu sicil hizmeti, basit bir tanımlamayla taşınmaza yönelik akit ve tescil işlemleridir.
Gayrimenkule yönelik akit ve tescil işlemleri ülkemizde devlet tarafından yerine getiriliyor.
Bugün değil, tam 1847 yılından bu yana 164 yıldır bu hizmet devlet tarafından sunulmaktadır. Bu hizmetin devlet tarafından sunulmasının en önemli üç temel nedeni var. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
a) Gayrimenkulun önemli ve değerli bir varlık olması.(Son krizin ABD de konut finansmanına yönelik kredilerden kaynaklanmış olması bize gayrimenkulun önemini bir daha göstermiştir.)
b) Hizmetin geniş bir vatandaş kitlesini ilgilendirmesi, (Tapu sicil müdürlükleri yılda yaklaşık 13 milyon vatandaşa hizmet vermekte, yaklaşık 6 milyon işlem yapılmaktadır.)
c) Hizmet kusurundan dolayı telafisi zor zararların doğabilmesi. (Bu nedenle devlet bu hizmeti sunarken doğacak zararları da doğrudan üstlenmiş, bir ölçüde işlemlerin sigortası olmuştur).
d) Devletin vergi, harç döner sermaye adı altında bu hizmetten önemli bir gelir elde etmesi.
Tapu sicil hizmeti sunulurken şüphesiz bazı olumsuzluklarda olabiliyor.
Devlet kurumlarında yaşanan genel olumsuzluklardan, şüphesiz tapu sicil müdürlüklerini ayırmak mümkün değildir. Her kurumda hata yapanlar olabilir. Ancak hataları tüm kuruma mal etmek çalışan işini doğru yapanlara haksızlık olur.
Olumsuzlukları değerlendirirken yapılan işlem hacmi ve hizmet sunulanların oranına bakmak doğru olacaktır. Yukarıda verilen işlem hacmi karşısında olumsuzlukların oranının ne olduğu önemlidir. Ayrıca bu olumsuzluklar tapuya kadastroya olan güveni hiçbir zaman sarsacak boyutta olmamış, bu güne kadar tapular delinmemiştir. Vatandaş tapuyu güvenilir bir belge olarak görüyor ve şüphe etmiyorsa, bu görevlerini zor şartlarda yapan tapu çalışanlarının sayesindedir.
Verelim kurtulalım mantığı
Son yıllarda yazılı ve görsel basında yer alan bazı olumsuz haberlere bakılarak bu işleri tapu daireleri yapamıyor öyleyse verelim noterler yapsın gibi bir yaklaşım doğru bir yaklaşım değildir.
Tapu hizmetleri öyle ver kurtul mantığı ile bir yerlere devredilemez. Bu mantıkla hareket ederseniz taşları yerinden oynatır, yürüyen bir sistemi de işlemez hale getirirsiniz. İşte o zaman, 164 yıldır, tapu çalışanlarınca bu güne kadar deldirilmesine müsaade edilmeyen tapuyu deldirirsiniz. Kimse bu vebalin altından kalkamaz.
Sistemde değişiklik yapılacaksa hesabını kitabını iyi yapmak,sonucunu iyi kurgulamak gerekir.Yoksa, işlemleri verelim noterler yapsın ,Avrupa da da bu işi noterler yapıyor şeklinde kolaycı bir yaklaşım ,ileride telafisi imkansız zararlara neden olacaktır.Biz Avrupa’ dan farklıyız..
Avrupa ile neden farklıyız
Her şeyimizde Avrupa’yı örnek alıyoruz. Şüphesiz girmeyi devlet politikası haline getirdiğimiz Avrupa’yı örnek alacağız. Ancak, bu örnek almayı birebir aynen uygulama olarak değerlendirmemek gerekir. Farklı yapıya aynı sistemi uygulamak, yanlış ve geri dönülmesi güç sonuçlar doğuracaktır. Bizim nedense Avrupalının aynısını yapmak gibi bir hastalığımız var. Bu az gelişmişliğin verdiği bir eziklik sanırım. Bu hastalık hali geçmişte de vardı. Zaman zaman da nüksediyor.Noterlere devirde bu hastalığın bir tezahürü olsa gerek.
Şimdi Avrupa ile aramızda ne fark var ona bir bakalım.
a) Avrupa da kırsal kesimin genel nüfusa oranı yaklaşık %10, bizde ise hale % 25 ‘ lar seviyesinde Bizde kırsal kesimden kente göç süreci hala devam ediyor ve yaklaşık bir 20 –30 yıl daha bu süreç. Devam edecek. Nüfus artış oranımız neredeyse Avrupa’nın iki katı. Bu durumlar taşınmaz işlem hızını artıran önemli bir faktör. Avrupa da ülkemiz gibi hızlı bir işlem hızı yok. Bizde bazen sabah alınan taşınmaz ertesi gün satılıyor veya başka bir işleme konu oluyor. Bunu Avrupa da göremezsiniz.
b) Avrupa da gayrimenkul bir yatırım aracı değil. Kimse üçe alırım, değerlenir beşe satarım diye düşünmüyor. Bizde gayrimenkul hem yatırım, hem de enflasyona karşı korunma aracı olarak görülüyor.
c) Avrupa da devlet vatandaşının sosyal güvenliğini garanti etmiş, doğru bir şekilde uyguluyor. Bizlerse işler iyi giderken para biriktirmek yerine, taşınmaz biriktirmek peşindeyiz. Hepimiz imkânımız olduğunda ileriyi düşünerek bir gayrimenkul almak kiraya vermek isteriz.
d) Avrupa da vatandaşın tapu derdi yok. Onlar mülkiyete değil, daha çok kullanıma önem veriyorlar. Taşınmaz kullandıkları ölçüde onlar için bir değer ifade ediyor. Bu nedenle Avrupa da mülkiyet değişiklikleri sık değil. Daha çok kullanıma yönelik sözleşmeler ağırlıkta. Sanırım
bizlerin geninde var, bizler ihtiyacımız olsun olmasın, kullanalım veya kullanmayalım bit tapumuz olsun istiyoruz.
e) Avrupa da, taşınmazlar genellikle uzun vadeli kredilerle alındığı için, borç bitene kadar tapular bankada kalıyor. Bu nedenle borç bitene kadar, Avrupalı tapu senedini dahi görmüyor. Bizde vatandaş tapu senedini eline almazsa rahat etmiyor.
Bu ve benzeri birçok nedenle biz Avrupa’dan farklıyız. Bu farklılıklar bizde gayrimenkule yönelik işlem sayısını, çeşidini ve hızını arttırıyor. Şimdi bu farklılıklara rağmen, Avrupa’ da ki sistemi aynen uygulayalım, bu işi noterlere devredelim derseniz, Rahmetli Prof Dr İsmet Sungurbey Hocanın dediği gibi, zücaciye dükkanına filin girmesi gibi bir sonuçla karşılaşırsınız.
Mevcut yürüyen bir düzeni bozarsanız ,sonra bozulan düzeni de yeniden kuramazsınız..Bu nedenle yeni maceralara gerek olmadan ,mevcut sistemin ıslah edilmesi,sistemde sorunları ortadan kaldıracak mekanizmaların geliştirilmesi gereklidir.Bu anlamda ITO tarafından hazırlanan Lisanslı Emlak Müşavirliği ve Lisanslı Emlak Komisyonculuğu Kanun Tasarı Taslağı Yasalaştığında ,sistemin düzeltilmesi yönünde önemli araç olacaktır.
Neden Lisanslı Müşavirlik
Bugünkü sistemin mükemmel olduğunu, çok iyi yürüdüğünü de kimse söyleyemez. Ancak olumsuzlukları gidermek İçin bizim şartlarımıza uygun yeni sistemler geliştirebiliriz.Bu mümkün .
İşlemler ve belge düzeni hakkında iş sahiplerinin yeterli bilgiye sahip olmaması, önemli olumsuzluk nedenlerinden birisidir.
Tapu işlemleri, gümrük müşavirlerinin yaptığı gümrük işlemlerinden, mali müşavirliklerin sunduğu muhasebe işlemlerinden daha basit midir? Değildir. Niye değildir bakalım.
Hemen belirtelim, tapu işlemleri hukuki,teknik ,idari ve mali bilgiyi gerektiren işlemlerdir.
Tapu işlemleri neden hukuki bilgiyi gerektiriyor
Türk Medeni Kanununun büyük bir bölümü doğrudan tapu sicil uygulamakları ile ilgidir. Bunun yanında .Borçlar,Kamulaştırma,İmar,İcra İflas,gibi yüzlerce kanunda tapu siciline yönelik hükümler yer almaktadır.Bu kanunlar sürekli değişiyor.Bu kanunların yanında ,tüzük yönetmelik,genelge gibi mevzuatında bilinmesi ve takibi gerekiyor.
Tapu işlemleri neden mali bilgiyi gerektiriyor
İş sahipleri tapu işlemlerinde harç, vergi, döner sermaye adı altında çeşitli ödemeler yapıyor. Bu ödemelerin bazısı sabit, bazısı oransal. Harca esas alınacak değerlerle, oranlar değişebiliyor. Bu nedenle iş sahiplerinin işlemlerin mali yönünü ve değişiklikleri bilmesi ve takip etmesi gerekiyor.
Tapu işlemleri neden idari bilgiyi gerektiriyor
Tapu işlemleri sadece tapu dairelerinde değil, belediye, vergi dairesi, ticaret sicil memurluğu adli idari yargı gibi pek çok kurumla ilgili işlem yapmayı gerektiriyor. Hatta bazı işlemlerde (özellikle yabancı ve yabancı sermayeli şirketler) emniyet ve askeri makamlarla dahi yazışmalar yapılıyor.
Şimdi biz diyoruz ki, vatandaş tüm bu bilgi donanımına sahip olacak, işlerini takip edecek.
Konunun uzmanı olmayan iş sahiplerinden bu donanıma sahip olunması beklenemez. Bu konuda yapılacak bilgilendirmeler de yeterli olmamaktadır. Bu nedenle tapu işlemlerinde belge düzeninin sağlanması, işlemlerin takip ve sonuçlandırılması, bu işte uzmanlaşmış ‘’Lisanslı Tapu Müşavirliği Büroları ‘’ tarafından yerine getirilmelidir. Böylece tapu kayıtları işlem öncesinde sağlıklı olarak incelenecek, belge düzeni kontrol edilecek, işlemler sağlıklı olarak sonuçlandırılacaktır. Böylece tapu sicil müdürlüklerinde yığılma olmayacak, bundan kaynaklanan sızlanma ve şikâyetlerde en aza inecektir.
Hazırlanan yasa tasarısı taslağı olumlu bir gelişmedir.
Hizmet alanların takip ve danışmanlık hizmetini Lisanslı Müşavirliklerinden alması, sorunları önemli şekilde giderecektir. Üstelik günümüzde, mali müşavirlik, gümrük müşavirliği,gibi benzer örnekleri varken, hala tereddüt etmek ,tapu işlemlerinin önemini bilmemektir.
Tapu işlemlerinin notere devri gibi, bünyemize uymayan, tapu sicil müdürlüğü ile noterler arasında vatandaşa mekik dokutacak olan, sahtekar ve dolandırıcıların avuçlarını ovuşturup heyecanla beklediği arayışlar yerine, İTO tarafından hazırlanan sektöründe onayını alan Lisanslı Emlak Müşavirliği ve Lisanslı Emlak Komisyonculuğu Kanun Tasarı Taslağının Yasalaşması için sektör olarak elimizden geleni yapalım.
Metin Yeşil
İstanbul Ticaret Odasınca hazırlanan Lisanslı Emlak Müşavirliği ve Lisanslı Emlak Komisyonculuğu Kanun Tasarısı Taslağı Bayındırlık ve İskan Bakanı Sayın Mustafa Demire sunuldu Taslak önemli değişiklikleri içeriyor.
Lisanslı Emlak Müşavirliği Kanunu Neden Çıkmalı
İstanbul Ticaret Odasınca hazırlanan Lisanslı Emlak Müşavirliği ve Lisanslı Emlak Komisyonculuğu Kanun Tasarısı Taslağı Bayındırlık ve İskan Bakanı Sayın Mustafa Demire sunuldu Taslak önemli değişiklikleri içeriyor. Bu taslağın önemli bir tarafı sektör temsilcilerince taslağın onaylanarak imzalanmış olmasıdır. Bu Kanun Taslağının önemli bir ihtiyaçtan doğduğu bir gerçek.
İTO 24 Nolu Gayrimenkul Hizmetleri Meslek Komitesini ve taslağa destek veren tüm sektör temsilcilerini bu çalışmasından dolayı kutluyoruz. Tabi önemli olan konunun takip edilip,i htiyaçlara cevap veren bu taslağın bir an önce yasalaşması.
Tapu sicil hizmeti
Şimdi konuya girmeden biraz tapu sicil hizmeti üzerinde duralım. Tapu sicil hizmeti, basit bir tanımlamayla taşınmaza yönelik akit ve tescil işlemleridir.
Gayrimenkule yönelik akit ve tescil işlemleri ülkemizde devlet tarafından yerine getiriliyor.
Bugün değil, tam 1847 yılından bu yana 164 yıldır bu hizmet devlet tarafından sunulmaktadır. Bu hizmetin devlet tarafından sunulmasının en önemli üç temel nedeni var. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
a) Gayrimenkulun önemli ve değerli bir varlık olması.(Son krizin ABD de konut finansmanına yönelik kredilerden kaynaklanmış olması bize gayrimenkulun önemini bir daha göstermiştir.)
b) Hizmetin geniş bir vatandaş kitlesini ilgilendirmesi, (Tapu sicil müdürlükleri yılda yaklaşık 13 milyon vatandaşa hizmet vermekte, yaklaşık 6 milyon işlem yapılmaktadır.)
c) Hizmet kusurundan dolayı telafisi zor zararların doğabilmesi. (Bu nedenle devlet bu hizmeti sunarken doğacak zararları da doğrudan üstlenmiş, bir ölçüde işlemlerin sigortası olmuştur).
d) Devletin vergi, harç döner sermaye adı altında bu hizmetten önemli bir gelir elde etmesi.
Tapu sicil hizmeti sunulurken şüphesiz bazı olumsuzluklarda olabiliyor.
Devlet kurumlarında yaşanan genel olumsuzluklardan, şüphesiz tapu sicil müdürlüklerini ayırmak mümkün değildir. Her kurumda hata yapanlar olabilir. Ancak hataları tüm kuruma mal etmek çalışan işini doğru yapanlara haksızlık olur.
Olumsuzlukları değerlendirirken yapılan işlem hacmi ve hizmet sunulanların oranına bakmak doğru olacaktır. Yukarıda verilen işlem hacmi karşısında olumsuzlukların oranının ne olduğu önemlidir. Ayrıca bu olumsuzluklar tapuya kadastroya olan güveni hiçbir zaman sarsacak boyutta olmamış, bu güne kadar tapular delinmemiştir. Vatandaş tapuyu güvenilir bir belge olarak görüyor ve şüphe etmiyorsa, bu görevlerini zor şartlarda yapan tapu çalışanlarının sayesindedir.
Verelim kurtulalım mantığı
Son yıllarda yazılı ve görsel basında yer alan bazı olumsuz haberlere bakılarak bu işleri tapu daireleri yapamıyor öyleyse verelim noterler yapsın gibi bir yaklaşım doğru bir yaklaşım değildir.
Tapu hizmetleri öyle ver kurtul mantığı ile bir yerlere devredilemez. Bu mantıkla hareket ederseniz taşları yerinden oynatır, yürüyen bir sistemi de işlemez hale getirirsiniz. İşte o zaman, 164 yıldır, tapu çalışanlarınca bu güne kadar deldirilmesine müsaade edilmeyen tapuyu deldirirsiniz. Kimse bu vebalin altından kalkamaz.
Sistemde değişiklik yapılacaksa hesabını kitabını iyi yapmak,sonucunu iyi kurgulamak gerekir.Yoksa, işlemleri verelim noterler yapsın ,Avrupa da da bu işi noterler yapıyor şeklinde kolaycı bir yaklaşım ,ileride telafisi imkansız zararlara neden olacaktır.Biz Avrupa’ dan farklıyız..
Avrupa ile neden farklıyız
Her şeyimizde Avrupa’yı örnek alıyoruz. Şüphesiz girmeyi devlet politikası haline getirdiğimiz Avrupa’yı örnek alacağız. Ancak, bu örnek almayı birebir aynen uygulama olarak değerlendirmemek gerekir. Farklı yapıya aynı sistemi uygulamak, yanlış ve geri dönülmesi güç sonuçlar doğuracaktır. Bizim nedense Avrupalının aynısını yapmak gibi bir hastalığımız var. Bu az gelişmişliğin verdiği bir eziklik sanırım. Bu hastalık hali geçmişte de vardı. Zaman zaman da nüksediyor.Noterlere devirde bu hastalığın bir tezahürü olsa gerek.
Şimdi Avrupa ile aramızda ne fark var ona bir bakalım.
a) Avrupa da kırsal kesimin genel nüfusa oranı yaklaşık %10, bizde ise hale % 25 ‘ lar seviyesinde Bizde kırsal kesimden kente göç süreci hala devam ediyor ve yaklaşık bir 20 –30 yıl daha bu süreç. Devam edecek. Nüfus artış oranımız neredeyse Avrupa’nın iki katı. Bu durumlar taşınmaz işlem hızını artıran önemli bir faktör. Avrupa da ülkemiz gibi hızlı bir işlem hızı yok. Bizde bazen sabah alınan taşınmaz ertesi gün satılıyor veya başka bir işleme konu oluyor. Bunu Avrupa da göremezsiniz.
b) Avrupa da gayrimenkul bir yatırım aracı değil. Kimse üçe alırım, değerlenir beşe satarım diye düşünmüyor. Bizde gayrimenkul hem yatırım, hem de enflasyona karşı korunma aracı olarak görülüyor.
c) Avrupa da devlet vatandaşının sosyal güvenliğini garanti etmiş, doğru bir şekilde uyguluyor. Bizlerse işler iyi giderken para biriktirmek yerine, taşınmaz biriktirmek peşindeyiz. Hepimiz imkânımız olduğunda ileriyi düşünerek bir gayrimenkul almak kiraya vermek isteriz.
d) Avrupa da vatandaşın tapu derdi yok. Onlar mülkiyete değil, daha çok kullanıma önem veriyorlar. Taşınmaz kullandıkları ölçüde onlar için bir değer ifade ediyor. Bu nedenle Avrupa da mülkiyet değişiklikleri sık değil. Daha çok kullanıma yönelik sözleşmeler ağırlıkta. Sanırım
bizlerin geninde var, bizler ihtiyacımız olsun olmasın, kullanalım veya kullanmayalım bit tapumuz olsun istiyoruz.
e) Avrupa da, taşınmazlar genellikle uzun vadeli kredilerle alındığı için, borç bitene kadar tapular bankada kalıyor. Bu nedenle borç bitene kadar, Avrupalı tapu senedini dahi görmüyor. Bizde vatandaş tapu senedini eline almazsa rahat etmiyor.
Bu ve benzeri birçok nedenle biz Avrupa’dan farklıyız. Bu farklılıklar bizde gayrimenkule yönelik işlem sayısını, çeşidini ve hızını arttırıyor. Şimdi bu farklılıklara rağmen, Avrupa’ da ki sistemi aynen uygulayalım, bu işi noterlere devredelim derseniz, Rahmetli Prof Dr İsmet Sungurbey Hocanın dediği gibi, zücaciye dükkanına filin girmesi gibi bir sonuçla karşılaşırsınız.
Mevcut yürüyen bir düzeni bozarsanız ,sonra bozulan düzeni de yeniden kuramazsınız..Bu nedenle yeni maceralara gerek olmadan ,mevcut sistemin ıslah edilmesi,sistemde sorunları ortadan kaldıracak mekanizmaların geliştirilmesi gereklidir.Bu anlamda ITO tarafından hazırlanan Lisanslı Emlak Müşavirliği ve Lisanslı Emlak Komisyonculuğu Kanun Tasarı Taslağı Yasalaştığında ,sistemin düzeltilmesi yönünde önemli araç olacaktır.
Neden Lisanslı Müşavirlik
Bugünkü sistemin mükemmel olduğunu, çok iyi yürüdüğünü de kimse söyleyemez. Ancak olumsuzlukları gidermek İçin bizim şartlarımıza uygun yeni sistemler geliştirebiliriz.Bu mümkün .
İşlemler ve belge düzeni hakkında iş sahiplerinin yeterli bilgiye sahip olmaması, önemli olumsuzluk nedenlerinden birisidir.
Tapu işlemleri, gümrük müşavirlerinin yaptığı gümrük işlemlerinden, mali müşavirliklerin sunduğu muhasebe işlemlerinden daha basit midir? Değildir. Niye değildir bakalım.
Hemen belirtelim, tapu işlemleri hukuki,teknik ,idari ve mali bilgiyi gerektiren işlemlerdir.
Tapu işlemleri neden hukuki bilgiyi gerektiriyor
Türk Medeni Kanununun büyük bir bölümü doğrudan tapu sicil uygulamakları ile ilgidir. Bunun yanında .Borçlar,Kamulaştırma,İmar,İcra İflas,gibi yüzlerce kanunda tapu siciline yönelik hükümler yer almaktadır.Bu kanunlar sürekli değişiyor.Bu kanunların yanında ,tüzük yönetmelik,genelge gibi mevzuatında bilinmesi ve takibi gerekiyor.
Tapu işlemleri neden mali bilgiyi gerektiriyor
İş sahipleri tapu işlemlerinde harç, vergi, döner sermaye adı altında çeşitli ödemeler yapıyor. Bu ödemelerin bazısı sabit, bazısı oransal. Harca esas alınacak değerlerle, oranlar değişebiliyor. Bu nedenle iş sahiplerinin işlemlerin mali yönünü ve değişiklikleri bilmesi ve takip etmesi gerekiyor.
Tapu işlemleri neden idari bilgiyi gerektiriyor
Tapu işlemleri sadece tapu dairelerinde değil, belediye, vergi dairesi, ticaret sicil memurluğu adli idari yargı gibi pek çok kurumla ilgili işlem yapmayı gerektiriyor. Hatta bazı işlemlerde (özellikle yabancı ve yabancı sermayeli şirketler) emniyet ve askeri makamlarla dahi yazışmalar yapılıyor.
Şimdi biz diyoruz ki, vatandaş tüm bu bilgi donanımına sahip olacak, işlerini takip edecek.
Konunun uzmanı olmayan iş sahiplerinden bu donanıma sahip olunması beklenemez. Bu konuda yapılacak bilgilendirmeler de yeterli olmamaktadır. Bu nedenle tapu işlemlerinde belge düzeninin sağlanması, işlemlerin takip ve sonuçlandırılması, bu işte uzmanlaşmış ‘’Lisanslı Tapu Müşavirliği Büroları ‘’ tarafından yerine getirilmelidir. Böylece tapu kayıtları işlem öncesinde sağlıklı olarak incelenecek, belge düzeni kontrol edilecek, işlemler sağlıklı olarak sonuçlandırılacaktır. Böylece tapu sicil müdürlüklerinde yığılma olmayacak, bundan kaynaklanan sızlanma ve şikâyetlerde en aza inecektir.
Hazırlanan yasa tasarısı taslağı olumlu bir gelişmedir.
Hizmet alanların takip ve danışmanlık hizmetini Lisanslı Müşavirliklerinden alması, sorunları önemli şekilde giderecektir. Üstelik günümüzde, mali müşavirlik, gümrük müşavirliği,gibi benzer örnekleri varken, hala tereddüt etmek ,tapu işlemlerinin önemini bilmemektir.
Tapu işlemlerinin notere devri gibi, bünyemize uymayan, tapu sicil müdürlüğü ile noterler arasında vatandaşa mekik dokutacak olan, sahtekar ve dolandırıcıların avuçlarını ovuşturup heyecanla beklediği arayışlar yerine, İTO tarafından hazırlanan sektöründe onayını alan Lisanslı Emlak Müşavirliği ve Lisanslı Emlak Komisyonculuğu Kanun Tasarı Taslağının Yasalaşması için sektör olarak elimizden geleni yapalım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Emlakçılık güven isleyen bir meslek olduğu herkes tarafından kabul gören bir gerçek. Yeni emlakçılık hayatına merhaba diyecek olan emlakçı...
-
T.C. ÇEVRE VE ORMAN BAKANLIĞI ÇEVRESEL ETKİ DEĞERLENDİRMESİ VE PLANLAMA GENEL MÜDÜRLÜĞÜ ÇED VE PLAN İZLEME KONTROL DAİRESİ BAŞKANLIĞI 8/8/2...