YAPI DENETİMİ KANUN TASARISI TASLAĞI VE İMAR KANUNU İLE BAZI KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TASLAĞINA İLİŞKİN TMMOB GÖRÜŞÜ

YAPI DENETİMİ KANUN TASARISI TASLAĞI VE İMAR KANUNU İLE BAZI KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TASLAĞINA İLİŞKİN TMMOB GÖRÜŞÜ
 
"Yapı Denetimi Kanun Tasarısı Taslağı" ve "İmar Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Taslağı" üzerine TMMOB görüşü 31 Mayıs 2013 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı`na gönderildi.

YAPI DENETİMİ HAKKINDA KANUN TASLAĞI - İMAR KANUNU İLE BAZI KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TASLAĞI DEĞERLENDİRME RAPORU
  
Genel Değerlendirme
T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü‘nün 19 Nisan 2013 tarih ve 11968226-310.99-3751 sayılı yazısı ile "Yapı Denetimi Hakkında Kanun Tasarısı Taslağı" ile "3194 Sayılı İmar Kanunu İle Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı", Birliğimize iletilerek, konuya ilişkin Birlik görüş ve önerilerinin istendiği belirtilmiştir.
Yazı ekinde yer alan iki kanun tasarısı taslağı incelendiğinde; Bakanlığın bundan önce 12 Nisan 2012/B.09.0.MHG.0.10.01.00-010.03/1158 sayılı yazısı ile görüş istediği Yapı Denetimi Kanun Tasarısı ve İmar Kanunu ile birlikte toplam 12 kanunda değişiklik öngören "torba kanun taslağı" ve Bakanlıkça iletilmemesine karşın Kasım 2013 tarihinde kamuoyuna yansıyan "torba kanun taslağı" ile aynı yaklaşımda hazırlandığı ve hatta söz konusu iki taslağın tekrar bir arada ele alınarak kısmi değişiklilerle gündeme getirilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Bundan önce gündeme gelen taslaklara ilişkin değerlendirme, görüşlerimiz ve önerilerimiz gerek bakanlık, gerekse kamuoyu ile paylaşılmıştır. Ancak son gelen iki kanun tasarısı taslağının -aslında bakanlıkça hazırlanan önceki torba kanun taslaklarının ikiye ayrılması ile elde edilen iki taslağın- hazırlanış gerekçelerinin öncekilerden hiç de farklı olmadığı; yaklaşık bir yıllık süreçte, meslek odalarının görüş ve önerilerinin değerlendirilmediği, başından itibaren aynı anlayışın ısrarla devam ettirildiği açıkça görülmektedir.
Yasa taslakları mühendislik ve mimarlık hizmet alanını düzenlerken, yönetişim ilkesine aykırı olarak hazırlanış yöntemiyle, usul yönünden hukuka ve demokratik katılım ilkelerine aykırıdır. Bakanlıkça izlenen yöntemde demokratik katılım ilkesi yok sayıldığına göre, bu tutumun gerekçesi, meslek odalarının ya esasa ilişkin bir fikir üretemeyeceği ya da fikirlerinin bir öneminin olmadığının ön kabulü olsa gerektir. Her iki kabulün de demokratik esaslara göre yönetilen bir sistemde yeri olmayacağı malumdur.
Taslak, mühendislik ve mimarlık hizmetlerinin icra koşullarını tümden değiştiren, bir mühendis ve mimarın bir sermaye şirketi dışında serbest olarak çalışma olanağını neredeyse tümden ortadan kaldıran, yapı üretim ve denetim sürecindeki mühendislik ve mimarlık projeleri arasındaki bağı koparan bir niteliğe sahiptir. Bu nedenle, basit bir değişiklik algısı yaratılması doğru bir yaklaşım değildir.
Söz konusu taslağın, Bakanlıkça bundan bir yıl önce, 12 Nisan 2012 tarihinde görüş istenmek üzere gönderilen taslaktan kısmi farklılıklar içermesi nedeniyle, anılan taslağın gerekçesini bir kez daha hatırlamakta fayda bulunmaktadır.
Taslağın nesnel ve objektif durumla örtüşmeyen genel gerekçesinde; "yaşanabilir ve sürdürülebilir kentsel ve kırsal çevrelerin oluşturulmasına, nitelikli ve güvenli yapılaşmanın sağlanmasına, marka şehirlerin oluşturulmasına ve uluslararası ortamlarda rekabet edilebilir bir meslek ortamının hazırlanmasına ilişkin iş ve işlemler yürütmek üzere teşkilatlanmıştır" denilmekte ve "Bu hedefe ulaşılmasında mimarlık ve mühendislik hizmetlerinin önemli bir yer tuttuğu açıktır. Bu hususta özellikle yapıların projelendirmesi, uygulanması ve denetlenmesinde görev alan meslek mensuplarına büyük görevler düşmektedir."... "Yapı ve tesisat müteahhitlerimizce gerek uluslararası, gerekse iç piyasada yapım işlerine yönelik olarak önemli başarılar elde edilmesine karşın, diğer mimarlık ve mühendislik hizmetleri noktasında aynı ivmenin yakalanamadığı gözlemlenmekte olup, uluslararası ortamlarda rekabet edilebilirlik ve tanınırlık konusunda eksiklik hissedilmektedir."
"Yapı sektöründe dış piyasalarda gösterilen başarının ülkemiz içinde bütün yerleşmelerde aynı ölçüde kendini gösterememesinin nedeninin ülkemizdeki mimarlık ve mühendislik hizmetlerine dair müşavirlik sisteminin sağlıklı bir şekilde kurulamamasından kaynaklandığı değerlendirilmektedir." ifadelerine yer verilmek suretiyle, Türkiye‘deki mühendislik ve mimarlık hizmetlerinin başarısız olduğu ön plana çıkarılarak, kurulacak "Teknik Müşavirlik Kuruluşları" ile bu başarısızlığın önüne geçilebileceği vurgulanmaktadır.
Bu gerekçelerin yaşanan gerçeklikle bağdaştığını söylemek olanaksızdır. Eğer bir eksiklik var ise bu merkezi idarenin meslek mensuplarına ve kamuya yönelik koruyucu hükümlerinin; bazen KHK‘ler bazen kanun teklifleri ile çok sık olarak da düzenleyici işlemlerle ortadan kaldırılmasıdır.
Yasalar, toplumsal ihtiyaç haline gelen sorunlara yanıt vermek üzere objektif tespitler üzerine gerekçelendirilir. Oysa söz konusu taslakların objektif tespitler üzerine kurgulanmadığı, ancak proje ve kamusal denetim hizmetinin sermaye şirketlerine pazar olarak sunumuna yönelik düzenlenmiş olduğu görülmektedir.
Taslağın kimi düzenlemelerinin; objektif olmayan gerekçeye dahi uygun düzenlemeleri içermediği görülmektedir. Yasa taslağında ve gerekçesinde kullanılan dil ve bazı teknik ifadeler ve çelişkiler de bu yasa taslağının sipariş üzerine kaleme alındığını, asıl maksadının; ekonomik politikasını kentsel rant üzerine ve kamusal ve özerk olması gereken her alanın özelleştirilmesine ve yatırımcının kârını arttıracak şekilde hizmet verir hale getirilmesine odaklamış olduğu, bu nedenle, ekonomik kriz ve açmazlarına kısa vadeli çözümler bulabilmek adına ilgi sahasına giren her alanı hiçbir kurum ve kural tanımadan düzenlemeye çalışıldığı görülmektedir. Kanunların çıkarılma amacının kamu ihtiyacı ve kamu yararı olduğu aşikârken, bu kanun taslağının yasalaşması halinde, sermaye şirketlerinin kâr taleplerine hizmet edeceği açıkça anlaşılmaktadır.
Daha önceki değerlendirmelerimizde belirttiğimiz gibi görüş istenen bu taslakların da öncekilerde olduğu gibi; Bakanlığın 2010-2023 yılları için öngörülen KENTGES Bütünleşik Kentsel Gelişme Stratejisi ve Eylem Planı‘na dahi aykırı olarak; "Türkiye‘deki mühendislik ve mimarlık hizmetlerinin başarısız olduğu, kurulacak teknik müşavirlik kuruluşları ile bu başarısızlığın önüne geçilebileceği, yatırımcının önündeki engelleri kaldırmak" şeklinde ifade bulan yaklaşım doğrultusunda hazırlandığı; taslağın, kentsel dönüşümü gerçekleştirmek için tüm engelleri bertaraf etme amacını güttüğü; aynı zamanda doğal, kültürel mirası da göz ardı ederek sektörü "piyasa ilişkileri" çerçevesinde yeniden kurgulayan, maksimum "imar rantı odaklı" düzenlemeleri içerdiği gözden kaçmamaktadır.
Yapı üretim ve denetim sürecinde mimar ve mühendisleri etkisizleştirerek, her ölçekte plan, proje, yapı üretim ve denetimini sermaye şirketi olan müşavirlik firmalarına bırakan; mimarlık, mühendislik-planlama hizmetlerini de bu amacı gerçekleştirmek üzere kurgulayan sistemde ancak teknik müşavirlik kuruluşlarının taşeronu şeklinde çalıştıracak, ücretli çalışanları ise tüm özlük ve sosyal haklardan yoksun bırakacak bir yaklaşımla hazırlanan taslak; aynı zamanda yerel yönetimler ve meslek odalarını sürecin dışında tutarak, tüm yetkileri merkezde toplayan bir yaklaşım sergilemektedir.
Diğer taraftan hizmet ticareti anlaşması (GATS) süreci göz önüne alındığında, taslakta yer alan Teknik Müşavirlik Kuruluşu kurgusu içerisinde ülkemiz mimar, mühendislerinin çok ciddi bir haksız rekabet ortamıyla karşı karşıya kalacağı, işsizlik ve istihdam sorununun giderek artacağı aşikardır. Çünkü, bugün hizmetlerin küreselleşmesi yani hizmet ticareti, gelişmiş ülkelerin gündemindeki bir konudur ve hatta uluslararası gündemin en üstünde yer almaktadır. Bugüne kadar ülkemizde teknik danışmanlık hizmetleri açısından sektörü tanımlayan ve düzenleyen mevzuatın yokluğu, sektörün uluslararası rekabete hazır olmaması, sektöre doğrudan yabancı hizmet sunucusunun girişini engelliyordu. GATS yürütücüleri bu eksikliği pazara girişi engelleyen bir unsur olarak görüp bu sektörün pazara açılmasını talep ediyorlardı.
GATS Sekreteryasının raporunda (2011), tüm Dünya‘da 200 küresel şirketin dünya mühendislik hizmetinin %74‘üne hakim olduğu belirtilmektedir. Sekreterliğin deyimi ile dünya pazarı, Avrupalı firmalar (%39) ve Amerikan firmaları (%35) arasında paylaşılmıştır. Bu firmaların sunmuş olduğu hizmetlerden elde ettikleri gelirin  %47‘si kendi ülkeleri dışındaki projelerden kaynaklanmıştır. Bu verilere, kendi ülkeleri dışındaki bağlı şirketlerce yürütülen alt sektörlere ait veriler dahil değildir.
Sekreterlik değerlendirmesinde, "Sektörün Ekonomik Önemi" en önemli başlıklardan birini oluşturmaktadır. Mühendislik hizmetinin diğer faaliyetlerle olan yakın ilişkisinden dolayı çoğunlukla diğer hizmet alanlarının rakamlarına dahil edilmesi nedeniyle gerçek ekonomik öneminin tam olarak ifade edilemediği tespitinden sonra, 2006 yılında mühendislik hizmetine harcanan küresel harcamanın 750 milyar Dolar olduğu belirtilmektedir.
Raporda; mühendislik hizmetlerinin sunum biçimleri olarak; yurtdışında profesyonellerin bulundurulması,  bağlı şirketler, şubeler, stratejik ortaklıklar, internet bağlantısı, offshoring, outsourcing biçimlerinin kullanıldığı, bunlardan en yaygın olanının -özellikle çok uluslu büyük şirketlerin- bağlı birim kurmak ya da üçüncü taraf hizmetleri satıcısı ile anlaşmak olduğu tespitine yer verilmektedir.  
Rapor, "Düzenleme İhtiyacı" ve "Kısıtlayıcılık Seviyeleri" başlıkları altında uluslararası mühendislik hizmet ihracındaki ulusal kısıtlamaları ve düzenlemeleri hizmet dolaşımını ve rekabeti engelleyen unsur olarak görmektedir. Bilginin asimetrik olması, ulusal düzenlemeler hakkında bilgi eksikliği, ulusal mevzuatların koyduğu kısıtlamalar, yeterlilik hükümlerinin ülkeden ülkeye değişmesi,  asgari fiyatlar, reklam yasağı, ikamet zorunluluğu gibi kısıtlamalar pazara girişi engelleyen unsurlar olarak değerlendirilmiştir.
Rapor, hayatın her alanını mühendislik hizmeti ile ilişkilendirerek, kamu hizmetleri ve güvenliğine ilişkin tüm alanların hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın hizmet ticaretine açılması gerektiği yönünde görüş bildirmektedir. Bilgi notunda, BM geçici CPC sınıflandırmasının da ötesine geçerek mühendislik hizmetleri tanımlaması yapılmış olup, ülkelerin kamu yararını gözeterek bazı hizmet alanlarını kamu güvenliği ve sağlığını gözeterek yabancı mühendislere kapatması uygun görülmemekte, bu kısıtlamaya karşı çıkılmaktadır.
Global 200 şirketin ait olduğu ülkeler, GATS raporunda ileri sürülen kısıtlamaların kaldırılmasını 3. Dünya ülkelerinden istemektedirler. Kendi ülkelerinde meslek standartlarının belirlenmesini, sunum koşullarını ve hatta STA‘larını (serbest ticaret anlaşmalarını) kendi ulusal meslek örgütleri aracılığıyla yapmakta ve karşılıklı tanınmayı meslek odalarına bırakmaktadırlar. Bu ülkeler,  küçük ölçekli işletme ve serbest hizmet sunucularını korumakta ve teşvik kredileri vererek piyasada rekabet etme olanaklarını yaratmaktadırlar. Kendi iç piyasalarının korunmasını meslek odaları aracılığıyla yapmaktadırlar.
Ancak, bizde tersi bir süreç işlemektedir. Mühendis ve mimarlar kendi ülkelerinde korumasız, Bakanlığın iki dudağı arasında her gün yeni bir sistemle karşı karşıya bırakılmaktadır. Bu taslaklar incelendiğinde görülmektedir ki, serbest çalışan mimar ve mühendisler yok edilmektedir. Bununla da yetinilmemiş hizmet alanları, mühendis ve mimarların yardımcısı konumunda olan ara elemanlara bırakılmıştır. Mühendis, mimar ve şehir plancısına,  bir şirkette ücretli çalışarak bu hizmeti sunacaksın (!) başka alternatifin yok denilmektedir. Böyle bir düzenlemeye Dünya üzerindeki hiçbir ülkede rastlamak olanaklı değildir. 
Bugün ülkemizde alt yapı tesislerinin hemen hemen hepsi konsorsiyumlar eliyle yapılmaktadır. Bu konsorsiyumlarda çalışan yabancı mühendis ve mimarların unvanları dahi tespit edilmeden ülkemizde çalışmaktadırlar. Kişinin ya da firmanın beyanı ile ülkemizde mühendislik ve mimarlık hizmeti sunmaktadırlar. Teknik müşavirlik kuruluşlarının yasal düzeye taşınması ile de her türlü mühendislik ve mimarlık hizmeti sunumu yabancıların lehine işleyecektir. Hükümetin kamuoyuna lanse ettiği "asrın projeleri" ve "kentsel dönüşüm projeleri" yabancılar için çok cazip hizmet alanlarıdır. Bu taslaklar, kamu kaynaklarının yurtdışına transfer araçlarıdır.
Bu tehlikeleri ve yapı denetim sistemini bir bütün olarak ele alan ve sorunlara yönelik çözüm önerilerimizi içeren raporlarımız birçok defa Bakanlığa iletilmiş olmasına karşın, bugüne kadar, gerek yasada, gerek yönetmelik düzenlemelerinde bu önerilerin dikkate alınmadığı görülmektedir.
Yapı üretim ve denetim sürecinin, sermaye odaklı değil, kamu yararı odaklı olarak ele alınması; yapı üretim sürecinde uygulanacak politikalar ve getirilecek düzenlemelerin, ilgili tarafların (Bakanlık, belediyeler, meslek odaları, üniversiteler, sigorta sektörü, vs.) temsilcilerinin katılımıyla oluşturulacak bir diyalog ortamında görüşülmesi ve geliştirilmesi sağlıklı yaşam çevrelerinin oluşturulması açısından önem arz etmektedir.
Bu bağlamda, mimarlık, mühendislik ve planlama meslek mensuplarını ve meslek odalarını dışlayıcı yaklaşımları bir kenara bırakarak, katılımı esas alan ve tüm aktörlerin sorumluluk almasını, eşgüdümlü, demokratik ve bir arada çalışmasını sağlayacak bir yaklaşım, yapı üretim ve denetim mekanizmalarında arzulanan gelişmişliği sağlayacaktır. 
Bakanlıkça görüş almak üzere iletilen diğer kanun tasarısı taslağının ise 44 maddeden oluşan ve İmar Kanunu ile birlikte 7 kanunda değişiklik öngören "torba kanun" niteliğinde olduğu görülmektedir. Bu taslağın;
•         21 maddesi ile 3194 sayılı İmar Kanunu‘nun 21 maddesinde değişiklik ve 6 ek madde;
•         7 maddesi ile 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu‘nun 4 maddesinde değişiklik ve 1 ek madde;
•         7 maddesinde 3621 sayılı Kıyı Kanunu‘nun 7 maddesinde değişiklik;
•         3 maddesi ile 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu‘nun 3 maddesinde değişiklik;
•         3 maddesi ile 6107 sayılı İller Bankası Anonim Şirketi Hakkında Kanun‘un 3 maddesinde değişiklik;
•         2 maddesi ile ise 644 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK‘nin 7 maddesinde değişiklik ve 1 ek madde;
içerdiği görülmektedir.
Bu yasa taslağı ile Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun‘un uygulanmasıyla başlatılan sürecin eksik kalan parçalarının tamamlanmasının hedeflendiği; yerinden yönetim organlarının saf dışı bırakılarak, sürecin tüm denetiminin 644 sayılı KHK ile zaten olağanüstü yetkilerle donatılan bakanlık tarafından yürütülmesinin amaçlandığı açıkça görülmektedir.
Bu değişikliklere bakıldığında bilimsel ve teknik bir bakış açısından uzaklaşılarak, hukuk dışı bir yaklaşımla kalan son doğal alanlar, kıyı alanları, meralar, tarım alanları da koruma kapsamı sınırlarından çıkarılarak ya da yapılaşmaya açılarak talan edilmektedir. Taslakta öngörülen değişikliklerle yerel yönetimlerin elinden alınan imar yetkilerine bir müdahale daha yapılarak planlama kademeleri, planlama ilkeleri göz ardı edilmektedir. Yine tarım alanlarının tarım dışı kullanıma açılması kolaylaştırılmakta, Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu hükümleri göz ardı edilmektedir.
Diğer taraftan "Yapı Denetim Kanunu Tasarısı Taslağı" ile paralel ele alındığı görülen; yapı üretim ve denetimi ile yapı ruhsatı verilmesine ilişkin düzenlemelerde, kamu eliyle yapılması gereken hizmetlerin özelleştirildiği; belli gruplara çıkar sağlayacak değişiklikler öngörüldüğü; mimarlık, mühendislik disiplinlerinin hizmetlerinin niteliğinin göz ardı edildiği; uluslararası sözleşmelerle ve Anayasa ile güvence altında olan telif haklarının ortadan kaldırılmaya çalışıldığı; yine Anayasa ile teminat altında olan mülkiyet hakkının dahi ortadan kaldırılmaya çalışıldığı görülmektedir.
Ülkemiz, birçok kültüre kaynaklık etmiş ve birçok kültürü buluşturmuş kökleri çok ötelere uzanan bir mimari eserler ülkesidir. İnsanlık tarihinin var oluşundan bu yana bin yıllarca sürüp giden uygarlıkların ülkemiz topraklarında bıraktığı silinmez izler; son elli yıldır uygulanan imar politikaları sonucu yaşanan bütün aymazca tahribatlara karşı hala gözler önündedir.
Anadolu, birçok yerleşme kültürünün yeşerdiği büyük bir kaynaktır. Ülkemiz doğal tarihi arkeolojik zenginliğinin yanı sıra büyük bir mimarlık birikimine de sahiptir. Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki çağdaşlaşma serüveninin bir yansıması olarak planlama ve mimarlık-mühendislik uygulamaları, o günkü koşullar içinde öncü deneyimler kazanabilmiştir.
Ancak, 1950‘li yıllardan itibaren seçilen bağımlı kalkınma politikalarının etkisiyle yaşanan kentlere göç sürecinde kentlileşme hızı, kentleşme hızına ayak uyduramamış; plansızlık, kaçak yapılaşma, gecekondulaşma süreci, bir kimlik kaybı içinde kentsel dokunun, tarihsel mirasın ve doğal çevrenin bozulmasına neden olmuştur. Bu sorunlar, tutarsız siyasal yaklaşımlarla birleşerek daha da büyümüştür, büyümektedir.
Bu nedenle, planlama, mimarlık ve mühendislikten yoksun yapılaşmaya yol açılması sonucunda yitirilen insani, kentsel, doğal ve tarihsel değerler olmuştur.
Ayrıca bu durum, bütün ulusal ve uluslararası belge ve araştırmalarla, merkezi ve yerel yönetimler tarafından düzenlenen şuralarla, özellikle de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘nın sitesinde hala yayınlanmakta bulunan 2010-2023 yılları için ön görülen Kentges Bütünleşik Kentsel Gelişme Stratejisi Ve Eylem Planı ile kesinlik kazanmıştır.
"... ülkemiz içinde bütün yerleşmelerdeki sorunların nedeninin ülkemizdeki mimarlık ve mühendislik hizmetlerine dair müşavirlik sisteminin sağlıklı bir şekilde kurulamamasından kaynaklandığı gibi bir" gerekçe sonucu ülkemizdeki kamu ve özel alanda yürütülen bütün mühendislik ve mimarlık eyleminin sermaye şirketlerinin emrine bırakılması; öncelikle Bakanlığın bu taslağı oluştururken kendi araştırmaları ve strateji belgelerinde bahsedilen görüşleriyle çeliştiğini göstermektedir.
Tüm dünyaya ilan edilen bu belgelerdeki önemli saptama ve stratejilerden birisi de sağlıklı, güvenli ve çağdaş yaşam alanlarına ulaşılması; nitelikli kentsel yaşam çevrelerinin oluşturulabilmesi için kentsel mekân ve yapı projelerinin elde edilmesi sürecinin tasarım yarışmaları, katılımcı proje geliştirme süreçleri gibi mekanizmaların uygulanması, bu amaçla merkezi ve yerel yönetimlerin, meslek odaları, üniversiteler ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapması önerisidir.
Bütün tarihsel geçmişe, dünyadaki gelişmelere, evrensel meslek kuram ve kurallarına ve hatta benimsenmiş olan liberal politikaların serbest rekabet ilkesine dahi aykırı olarak; ülke mühendis ve mimarlarını yok sayıp, mühendislik ve mimarlık hizmetlerini yabancı ve yabancı ortaklı sermaye şirketlerine teslim eden; mimar, mühendis ve plancıların telif haklarını yok eden; ülke kaynaklarını kamu yararını göz ardı edip denetimsiz şekilde insan unsuru ile ilişkilendirilmeyecek "marka şehir"lere heba eden, kamusal hizmet kavramını yok eden, insana, doğaya, tarihe, kültüre ait ne kadar değer var ise bunları ranta araç eden, yerinden yönetim kuruluşlarını demokratik esaslara aykırı olarak merkezi idarenin emrine amade eden bu yasa taslaklarının bir yana bırakılarak, tüm taraflarla birlikte, ülke gerçeğine ve meslek mensuplarının sorunlarına cevap veren ve bakanlık, yerel yönetimler, üniversiteler, meslek odaları gibi tüm tarafların katılım ve katkısının sağlandığı bir çalışmanın başlatılması gerekmektedir. Bakanlıkça görüş almak üzere iletilen söz konusu taslaklara ilişkin yukarıda açıklanan değerlendirmelerimizle birlikte, Yapı Denetimi Hakkında Kanun Tasarısı taslağına ilişkin ayrıntılı raporumuz yazımız ekinde bilgilerinize sunulmuştur.
  
YAPI DENETİMİ HAKKINDA KANUN TASARISI TASLAĞI HAKKINDA DEĞERLENDİRME RAPORU
Taslağın 1. Maddesiyle bu kanunun amacının can ve mal güvenliğini sağlamak üzere; plâna, fen, sanat ve sağlık kurallarına ve standartlara uygun kaliteli ve güvenli yapı yapılması için etüt ve proje denetimi ile yapı denetimine ilişkin usûl ve esasları düzenlemek olduğu belirtilmekte ise de, kanunun kapsamı ve diğer maddeleri göz önüne alındığında can ve mal güvenliğinin temininin kamu eliyle değil şirketler eliyle sağlanacağının amaçladığı görülmektedir.
Ayrıca bu maddede  İmar Kanununda değişiklik taslağına paralel olarak yer alan"... plana ..." ibaresi belirsizlik içermektedir. Çoğu zaman üst ölçek planlara uygun olmayan parsel bazında yapılan uygulama imar planı değişikliğiyle planlama ilkelerine aykırı yapılaşmalara yol açıldığı bugüne kadar gerçekleştirilen uygulamalarla sabitken bu ifadenin açık bir şekilde uygulama imar planı olarak belirtilmesi, uygulamadaki belirsizliklerin önüne geçilmesi açısından önem arz etmektedir.
Taslağın kapsama ilişkin 2. Maddede tanımlanan kimi imtiyazlar belirsizliklere neden olacak, çelişkileri içinde barındırmaktadır. Yeterli teknik personeli bulunmayan kamu kurum ve kuruluşlarının ihale mevzuatı çerçevesinde teknik müşavirlik kuruluşlarından hizmet alabileceği düzenlenmektedir. idarelerin yeterli uzman personeli bulunmaması halinde projeleri inceleme işi için teknik müşavirlik kuruluşlarından hizmet satın alabileceği düzenlemesine yer verilmesi, bir nevi kolluk hizmeti sayılan ve kamu eliyle yürütülmesi gereken yapı ruhsatı sürecindeki denetim işinin özel şirketlere yaptırılmasına izin verilmesi, Anayasa ve Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırıdır. Taslak, kapsam dışı bırakmış gibi gözüken yapıları daha sonra 3. madde ile  "..şu koşullarda teknik müşavirlik kuruluşunca gerçekleştirilir" denilerek tüm yapıların denetimini gerçekte teknik müşavirlik kuruluşlarına bırakmıştır.
Ülkemizde yaşanan afetlerde kamu yapılarının önemli ölçüde hasar aldığı ve yıkıldığı bilinmektedir. Kamu yapılarında ciddi bir denetim problemi olduğu açıklıkla ifade edilebilir. Afet anında kullanım amaçları doğrultusunda (okul hastahane gibi) çok sayıda insanın bulunabileceği gibi afet sonrası öncelikli kullanımları gerekmektedir. Kamu yapılarının denetimi ilgili kamu kuruluşunca üstlenilecek ise denetlenecek yapının gerektirdiği sayı ve nitelikte ilgili meslek Odasınca mesleki yetkinliğe haiz olduğu belgelenen denetçi belgeli mimar ve mühendis bulundurması gerektiği açıktır.
Yapı denetim sisteminin Ülkemizin tamamına yaygınlaştığı, ve ihtiyacı karşılayacak sayıda mühendis ve mimar sayısı bulunduğu göz önüne alındığında içinde canlı barındıran her tür yapı ve tesisin mimarlık - mühendislik hizmeti alması gerekmektedir.
Tasarıda, İmar Kanunu 26.maddesinde belirtilen kamu yapıları ile 44. Maddesinde belirtilen Enerji, Sulama, Tabii kaynaklar vb. yapıların denetim kapsamı dışında bırakılması, kamu kurumunun bünyesinde ve inşaatın yapılacağı yerde belirlenen personelin devamlı olarak bulunabilmesi koşuluna tabi kılınmıştır. Bu personel koşulu yerine getirilmediğinde Kamu İhale Kanunu çerçevesinde ihale ile Teknik Müşavirlik Hizmeti alınması esası getirilmiştir. Taslağın birçok maddesi içerisinde bu esas korunmuştur. Ancak bu düzenleme Anayasa Mahkemesi‘nin daha önce İmar Kanunu‘nda yer verilen yeminli mühendislik bürolarına ve su yapılarına ilişkin iptal kararlarında vurguladığı üzere can ve mal güveliğini yakından ilgilendiren yapı inşasında denetimin kamu eliyle yürütülmesinin gerekliliği ile bağdaşmamakta olup Anayasa‘nın 128 ve 129. maddelerine aykırılık içermektedir.
Taslağın tanımlara ilişkin 3. Maddesinde, önceki taslakta olduğu gibi etüd ve proje denetçisi, yapı denetçisi, müellif, müelliflik kuruluşu, teknik müşavirlik kuruluşu gibi tanımlara yer verilirken; öncekilerden farklı olarak "müstakil yapı denetçisi" tanımına yer verildiği görülmektedir. İmar Kanununun 28 nci maddesinde önerilen değişiklik ile paralel yapılan bu düzenlemenin, müşavirlik kuruluşlarının denetlemediği yapıları denetleyebilecek olan "fenni mesuliyet" görevini yerine getirebilecek, bakanlıktan belgeli veya odasınca tescil edilen mimar ve mühendisleri tariflediği görülmektedir.
Mimar ve mühendisler için getirilen "yetkinlik" kavramı ile ne kastedildiği de bilinmemektedir. Taslak bu konuda yasaların açıklık ilkesinden yoksundur. Bu konunun yönetmeliğe bırakılması yasallık ilkesine aykırı olacaktır. Mesleki yetkinliğin değerlendirilmesinde kullanılacak olan standart nedir, bilgi yetkinliği mi, algılama yetkinliği mi, iş yetkinliği mi, etik ve /veya kişisel davranış yetkinliği midir yoksa hepsi midir. Bu konunun Bakanlığın münhasıran taktirine bırakılabilecek bir alan olmadığını, Dünya örneklerine baktığımızda görmek mümkündür.
Bakanlıktan belge alma şartı getirilmesi sonucunda; taslak yasalaştıktan sonra meslek odalarının belgelendirmesi ile hizmet sunan mimar ve mühendisler ya Bakanlıkça hazırlanacak yönetmelikle belirlenecek mesleki yetkinlik koşullarını sağlamaları halinde bu hizmetleri sunabilecekler ya da mevcut durumlarıyla bir iş alanı bulmakta güçlük çekeceklerdir.
Bundan önceki tüm taslaklarda ve çalışmalarda da belirttiğimiz üzere "sürekli mesleki gelişim" Odalarımızca oldukça önemsenen bir husus olup bu konuda Odalarımızın bünyesinde oluşturulan meslek içi eğitim birimleri ile üyelerinin mesleki gelişimlerine yönelik çalışmalar titizlikle yürütülmeye devam edilmekte, hatta kimi zaman Bakanlıkla eşgüdümlü çalışmalar yürütülmektedir. Bu konuda Odalarımızın tüm Türkiye çapında gerek mekansal olarak gerek deneyimli personeliyle örgütlenmiş olduğu bilinmektedir.  İmar ve inşaat faaliyetlerinde görev alan mimar - mühendislerin meslek yaşamları boyunca edinmeleri gereken bilgi ve deneyimlere ilişkin normların ve süreçlerin çağdaş gelişmelere uygun şekilde belirlenip düzenlenmesini sağlayacak Yetkinliğin belgelendirmesi ve sicillerinin tutulması ancak ve ancak meslek odalarınca yerine getirilmesi gereken bir görev olarak ele alınması gerekmektedir.
Teknik Müşavirlik Kuruluşu tanımı dışında getirilen tanımlarla; plan - proje müellifliği üstlenebilecek, kayıtlı olduğu odadan tescilli gerçek kişi (mimar, mühendis, plancı); yine kimlerin kuracağı belirsiz olan ve iş alanı iştigal konusuyla ilgili plan - proje müellifliği üstlenen, ilgili odalardan tescilli tüzel kişi; müşavirlik kuruluşu dışında yapı denetimi yapabilen, ilgili odadan tescilli "müstakil yapı denetçisi" (fenni mesul) gerçek kişi (mimar - mühendis) tanımlanmaktadır. Proje üretim ve denetim sürecini ayrıştıran bu yaklaşım, özdenetim ilkesiyle bağdaşır gibi görünerek İlk bakışta olumlu görünse de aslında mimarlık - mühendislik hizmet alanlarının sadece bir kısmını tarifleyerek belirgin bir kısıtlama getirmektedir. Diğer taraftan müelliflik dahi bireysel olma özelliğini yitirebilecek şekilde "müelliflik kuruluşu" adı altında tüzel kişiliğe dönüştürülmektedir.
Mesleki formasyona sahip mimar, mühendis ve plancıların, bağımsız olarak mesleki hizmet verme alanları bu şekilde kısıtlanırken; öte yandan sınıflandırılması bakanlığın çıkaracağı yönetmeliğe bırakılmış olan ve ülke genelinde yapılaşma sürecinde jeolojik araştırmalardan başlayarak kent planlaması, yapıların plan ve projelerinin hazırlanması, uygulanması ve denetlenmesi konularındaki bütün iş ve işlemler, bakanlıktan alacakları yetki ve sınıflarına göre "Teknik Müşavirlik Kuruluşları"nın eline bırakılmaktadır. Bu şekilde yapılan bir sınıflama, ironik bir biçimde "liberal" bakış açısıyla "fırsat eşitliğini" dahi göz ardı etmesi bir yana, Anayasanın "eşitlik" ilkesine açıkça aykırı görünmektedir.
Keza Teknik Müşavirlik Kuruluşlarının etüt, plan, proje hizmetleri alanında da faaliyet göstermesi, proje müellifliği bürolarıyla haksız rekabete neden olacak, mevcut Yasanın uygulama süreçlerinde sıklıkla şikâyet konusu olan, proje hizmetlerinin Yapı Denetim Kuruluşu çalışanlarınca yapılması ve çoğunlukla da ücret alınmaması sorunu yasallaştırılmış olacaktır. Teknik Müşavirlik Kuruluşlarının bünyesinde etüt ve proje yapabilmesi karşılıklı imzacılığı doğuracağından sakıncalıdır.
Diğer taraftan; büyük sermaye ve çeşitli alanlarda çok sayıda uzman istihdamı gerektiren müelliflik kuruluşların izinlerinin Bakanlıkça verileceği göz önüne alındığında, devlet eliyle yaratılacak bir tekelleşmenin söz konusu olacağını söylemek mümkündür. Bunun sonucu olarak mühendis, mimar ve şehir plancıları sermayeye ve iktidarlara hizmet veren ücretli çalışan haline dönüşecek, müellifler müelliflik kuruluşları ve teknik müşavirlik kuruluşları karşısında var olma savaşı vermek durumuna düşürülecektir.
Kontrol elemanı, iş bitirme belgesi gibi tanımlarda, mühendis ve mimarların, teknisyen, tekniker ve teknik öğretmenlerle aynı kategoride yer alması; tanımlar yapılırken, bu meslek mensuplarının almış oldukları eğitim, mesleki formasyonları göz önüne alınmadan değerlendirildiğini göstermekte olup sakıncalı görünmektedir. Meslek mensuplarına yönelik tanımlamalar yapılırken, mutlak surette mesleki formasyonlarının göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Ayrıca yasa içinde yer alan şantiye şefliği hususuna ise tanımlarda yer verilmediği, kontrol elemanı ve yardımcı kontrol elemanı, şantiye şefi yardımcısı gibi tanımlamaların eksik bırakıldığı görülmektedir.
Taslağın 4. Maddesiyle tanımlanan, Teknik Müşavirlik Kuruluşları‘nın yapabileceği görevler dikkate alındığında; tüm mimarlık ve mühendislik hizmetlerinin tek bir çatı altında toplanması öngörülmekte, böylelikle mimarlık, mühendislik, planlama mesleklerinin "serbest meslek" olma özelliği, daha da önemlisi bağımsız çalışma koşulları ortadan kaldırılmaktadır.
Bu taslağın yasalaşmasıyla mimarlık-mühendislik, planlama bilgisi gerektiren mesleki hizmetlerin meslekten olmayan kişilerin de ortak olacağı teknik müşavirlik kuruluşları tarafından sunulmasının yolu açılarak meslek alanlarının meslekten olmayan kişilerin eline bırakılması söz konusu olmaktadır.
Mevcut düzenlemede bu kuruluşların ortaklarının tamamının mimar ve mühendislere ait olması aranırken bu kanun taslağında teknik müşavirlik şirketlerinin mimar ya da mühendis olmayan ortakları olmasına izin verilmektedir. Bu kuruluşların sunacağı hizmetlerin kapsamı mimarlık mühendislik hizmeti olmasına karşın mimar ve mühendis olmayan kişilerin sahip olacağı şirketler eliyle bu hizmetlerin sunulmasına izin verilmiş olacaktır. Meslek alanlarını meslekten olmayan kişilerin kuracakları sermaye şirketlerinin eline bırakmak Anayasaya uygun olmadığı gibi bilime ve tekniğin gereklerine de uygun değildir.
İş alanının bu denli geniş belirlendiği bu kuruluşların örgütlenmesinin çok kolay olmayacağı açıktır. Büyük sermaye ve çok sayıda ve çeşitli alanlarda uzman istihdamı gerektiren bu kuruluşların izinlerinin de Bakanlıkça verileceği gözetildiğinde, devlet eliyle gerçekleştirilecek bir tekelleşmenin söz konusu olacağını söylemek mümkündür. Taslağa göre, yapı denetimi, teknik müşavirlik kuruluşlarının çok çeşitli çalışma alanlarından yalnızca birisidir. Bu koşullarda teknik müşavirlik kuruluşlarının nama yazılmış sermayesinin çoğunluğunun mimar, mühendis ve şehir plancılarında olması, bu mesleği uygulayan kişiler için hiçbir güvence oluşturmamaktadır.
Diğer taraftan Teknik Müşavirlik Kuruluşlarına neredeyse sınırsız bir yetki tanınırken, bu kuruluşlarda görev yapacak etüd ve proje denetçisi, yapı denetçisi mimar ve mühendislerin sadece sorumluluk ve görevleri tanımlanmış, ancak yetki verilmemiştir. Doğru olarak tanımlanan bu görev ve sorumlulukların, denetçi mimar ve mühendislerce yetki kullanmaksızın yerine getirilmesi, mevcut yasa ile bugüne kadar mümkün olamadığı gibi bundan sonra da  mümkün olamayacaktır.
Taslağın tanımlar maddesinde Teknik Müşavirlik Kuruluşları için oldukça geniş bir hizmet alanı tanımlanmışken, 4. Maddesinde ise bu hizmetlerden sadece "yapı denetimi" ile ilgili olan hizmetlere yönelik düzenleme getirilmiş, diğer hizmetlere yönelik görevler tanımsız bırakılmıştır. Taslağın bütününden bu düzenlemelerin yönetmeliğe bırakıldığı anlaşılmaktadır. Ancak böylesine geniş bir hizmet ve yetki alanının yasada tanımlanmadan yönetmeliğe bırakılmış olması, keyfi uygulamaların önünü açar nitelikte görünmektedir.
Öte yandan bu Kanun kapsamında yapılacak etüt , proje ve yapı denetimi kamusal nitelikli bir görevdir. Bu nedenle tekelleşme yaratacak, Ükemiz kaynaklarının ülke dışına transferlerine ortam hazırlayacak düzenlemelerden uzak durulmalıdır.
Taslağın 5. Maddesinde kapsam maddesinde belirtilenlerin dışındaki yapıların denetimini üstlenebilecek "müstakil yapı denetçileri"nin görev ve sorumluluklarına yer verildiği görülmektedir. Düzenlemeden bu görevi üstlenecek mimar ve mühendislerin, sadece fenni mesuliyete ilişkin görev yapabilecek teknik elemanlar olduğu anlaşılmakta; görev ve sorumluluklar doğru bir şekilde tanımlanırken, herhangi bir yetkinin verilmediği görülmektedir.
Bu maddede sözleşme feshinden bahsedilirken, teknik müşavirlik kuruluşlarının sözleşmesini düzenleyen maddedekine benzer bir tanımlama yapılmamış, sözleşme konusu, ücretler vb. gibi hususlar muğlak bırakılmıştır.
Yetkilendirme ve belgelendirme koşullarından bahsedilirken, İmar ve inşaat faaliyetlerinde görev alan mimar ve mühendislerin meslek yaşamları boyunca edinmeleri gereken bilgi ve deneyimlere ilişkin normların ve süreçlerin çağdaş gelişmelere uygun şekilde belirlenip düzenlenmesini sağlayacak Yetkinlik hususunun belgelendirmesi ve sicillerin tutulmasının ancak ve ancak meslek odalarınca yerine getirilmesi gereken bir görevi olduğunun dikkate alınmadığı görülmektedir.
Taslağın, "yapı müteahhitliği, şantiye şefliği ve yapı ustaları" başlıklı 6. Maddesi, bu güne kadar gerek İmar Kanununda, gerek Yapı Denetimi Hakkında Kanunda büyük bir boşluğun dikkate alınması açısından, ilk bakışta olumlu bir yaklaşım olarak görünmektedir.
Ancak ne var ki kimi yapıların maliklerine, kooperatifler, dernekler gibi kimi kuruluşlara, yapı müteahhitliğine yönelik tanımlanan istisnalar amaca hizmet etmekten uzak görünmektedir. Yapı müteahhitliği teknik hizmet sektöründe güçlü ve güvenilir bir yapıya kavuşturulmalı, herkes mesleki yetkinliği olduğu işi yapmalı, yapı sahiplerinin her ne sıfatla olursa olsun (dernek, vakıf vd.) yapı müteahhitliği yapması önlenmelidir.
 Müteahhitlik yetki belgesi alabilmeye yönelik kriterlerin yine yönetmeliğe bırakıldığı görülmektedir. Oysa müteahhitlik yetki belgesi alınabilmesi için asgari kriterlerin yasa ile belirlenmesi, istihdam edilmesi gereken mimar, mühendis ve diğer teknik elemanlara yönelik düzenlemelerin asgari kriterlerinin yasa ile belirtilmesi gerekmektedir. Bu maddede yapılan tanımlamalarla, sadece ilgili meslek odasına kayıtlı olmaları yeterli olması gereken gerçek kişi mimar ve mühendislere, ayrıca "Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği‘nin ilgili odasına kayıtlı olma" zorunluluğu getirilmesine anlam vermek olanaksızdır.
Maddede şantiye şefliği hizmeti verilmesi gereken yapılara ilişkin tanımlanan istisnalara yer verilmemesi gerekmekte olup, İçinde canlı barındıran hiçbir yapı ve tesisin şantiye şefliği hizmeti almasına aykırı düzenleme yapılmamalıdır.
Şantiye Şefliği; Mimarlık mühendislik hizmeti gerektiren herhangi bir imalatın plan, proje, resim ve hesaplarına, fen ve sanat kurallarına, genel şantiye organizasyonu işlerine dair teknik mevzuata uygun olarak yürütülmesi ve denetlenmesi işidir. Bu anlamda Şantiye şefliği bir mühendislik ve mimarlık görevi olup, bu görevin teknik öğretmenlere ve teknikerlere yaptırılması mühendislik alanına müdahale niteliğinde ve uzmanlık ayrımına aykırıdır. Öte yandan yakın geçmişte Yönetmelik maddesi olarak getirilen ve yüksek yargı tarafından yürütmesi durdurulan bir düzenlemenin bugün yasa düzeyinde ısrarla gündeme getirilmesi hukuk devleti ilkesinin benimsenemediğinin açık bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Şantiye şefliğine yönelik düzenleme yapılırken ifade edilen;  "Şantiye şefinin mimar veya yapım işinin gerektirdiği uzmanlığı haiz mühendis olması esastır." şeklindeki düzenleme ne kadar doğru ise; aynı düzenlemenin devamında, yargı kararlarının da aksine; teknisyen, tekniker ve teknik öğretmenlerin yürüteceği şantiye şefliğine yönelik düzenleme bir o kadar yanlıştır. Yapı Ruhsatı ve Yapı kullanma İzin Belgelerine ilişkin son 10 yıllık TUİK verileri dikkate alındığında, bu düzenlemeyle Türkiye‘deki yapı üretiminin %70‘inin şantiye denetimi mimar ve mühendisler dışındaki teknisyen, tekniker ve teknik öğretmenlerin sorumluluğuna bırakılmış olmaktadır. Oysa bu teknik elemanların, şantiye şefi olan mimar ve mühendislerin sevk ve idaresinde "şantiye yardımcı elemanı" olarak tanımlanmaları gerekmektedir. Bu bağlamda pek çok işin niteliğinin bir ya da daha fazla şantiye şefi yardımcısı gerektirdiği gerçeği ve ülkemiz yardımcı teknik eleman kaynağı da göz önüne alınarak Kanun taslağında "Şantiye Şefi Yardımcılığı" tanımına yer verilmesi doğru bir yaklaşım olacaktır.
İş sağlığı ve güvenliği tedbirleri ilgili mevzuat ile düzenlenmiştir. Her işyerinin işin gerektirdiği bir iş sağlığı ve güvenliği uzmanı çalıştırması veya hizmet satın alması gerekmektedir.
Diğer taraftan şantiye şeflerinin istihdam, sözleşme, özlük hakları, yetkileri gibi hususlarda yasa ile getirilmesi gereken asgari kriterlerin taslakta yer bulamaması da bir diğer önemli eksiklik olarak göze çarpmaktadır. Şantiye şefi, sadece şantiye şefliğinin gerektirdiği görevlerden sorumlu kılınmalı, hizmet akdiyle ücretli olarak yanında çalıştığı müteahhidin neredeyse her sorumluluğuna ortakmış gibi gösterilmemelidir. 
Taslağın "Laboratuvar kuruluşları ve denetçileri" ne yönelik 7. Maddesinde yer alan düzenlemelerle bu kuruluşların ortaklarının üçte ikisinin mimar - mühendis olmayan kişiler olmasına izin verilmiş olduğu görülmektedir. Yapı denetimi sisteminin önemli bir bileşenini sadece sermaye sahiplerinin inisiyatifine bırakan böyle bir düzenlemenin, taslağın amaç maddesinde ifade edilen amaçlarla bağdaşması olanaksızdır. Böyle bir düzenleme, mimar ve mühendislerin bu kuruluşlarda sadece ücretli çalışabilecekleri, bu kuruluşların mimar - mühendis ortaklarının da ancak göstermelik olarak yer alabilecekleri sonucunu doğurmaktadır.
Denetim mekanizmasının önemli bir bileşeni olan laboratuvar kuruluşlarının, çoğunluk hissesinin sermaye sahiplerine ait olması, doğası gereği bu şirketlerin sadece ticari faaliyet - maksimum kâr  gözeten kuruluşlar haline dönüşerek atfedilen görev ve sorumlulukların yerine getirilmemesi işten bile değildir.
Mühendislik - mimarlık bilgi ve birikimine dayalı hizmet üretimi yapılan laboratuvar kuruluş ortaklığı mesleki yetkinliği bulunan mühendisler, mimarlar dışında hiç kimseye açılmamalıdır.
Taslağın 8. Maddesiyle idarelerin görevleri tanımlanmış ve bu maddede idarelerin 3194 sayılı İmar Kanunu ile tanımlanan görevleri dışında, yapı denetimi sürecinde sadece taahhüt ve teminatları takip ederek kayıt altına alma, teknik müşavirlik kuruluşunca düzenlenen hak edişin ödenmesi sağlama göreviyle yükümlü kılınmıştır. Bu düzenleme, kamusal bir görev olan yapı denetimi sürecinden kamu idaresinin çekilmesinin bir başka ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Taslağın 9. Maddesiyle, sorumluluklar ve yapılamayacak işler tanımlanırken; meslek odalarına herhangi bir yetki, görev verilmezken 10. fıkrada Odaların yapamayacağı işler sıralanmıştır. Hukuk mantığını zorlayan bu düzenlemeyi anlamak oldukça güçtür. Taslağın ne amaç ne kapsam ne de görev ve yetki maddesine konu edilmeyen meslek odalarına sorumluluk verilmesi ve üyesi ile odası arasındaki ilişkiye müdahale edilmesi kabul edilemez. 
Meslek odalarının mevcut üyelerinin bilgileri ile süreli veya süresiz kısıtlığı bulunan ve üyeliği sona eren üyelerini merkez yapı denetim komisyonu ile bütün ilgili yerlere ve kuruluşlara "zorunlu" olarak bildireceği hükmüne yer verilmiştir. Bu düzenleme Bakanlığın bir süredir meslek odalarından istediği üye bilgilerini alabilmesinin yasal dayanağını oluşturmaya yöneliktir.  Ceza alan üyelerin ilgili yerlere bildirilmesi ise 6235 sayılı Yasa ile zaten hüküm altına alınmış bir konu olup, ceza alan üyeler derhal ilgili kurum kuruluş ve C.Savcılıklarına bildirilmektedir. Taslakta buna yer verilmesine gerek bulunmamasına karşın, böyle bir düzenlemeye yer verilmesi kuşkularımızı haklı çıkarmaktadır. Yasal bir zorunluluğu başka bir yasada  tekerrür etmek  demokratik, katılımcı bir anlayıştan çok emredici, meslek odalarını Bakanlığın herhangi bir müdürlüğüymüş gibi gören bir anlayışın yansıması olduğu görünmektedir. Aynı maddede Meslek Odalarının Anayasayla güvence altında olan, üyelerini denetleme ve bu yönde düzenleme yapma yetkisine, yargı kararlarında da belirtildiği gibi "bakanlığın odalar üzerindeki idari denetim yetkisini" de aşar bir biçimde müdahale edilmek istendiği görülmektedir. Hilkat garibesi gibi duran bu 10. fıkra taslaktan çıkarılmalıdır.
Teknik Müşavirlik Kuruluşları için tanımlanan hizmet alanlarından sadece yapı denetimi alanına yönelik kısmına düzenleme getirilmiş; yapılan bu düzenlemeler, bu alana yönelik getirilen sorumluluklar ve yapılamayacak işler tanımlanırken doğru olarak ele alınmış gibi gözükse de diğer alanlara ilişkin bir düzenlemeye yer verilmemiş olması, yasada tanımlanan kuruluş ve hizmet alanları göz önünde bulundurulduğunda oldukça eksik bırakılmıştır.
Bu maddenin 2. fıkrasının birinci cümlesi, herkesin kendi kusurundan sorumlu tutulması doğru bir yaklaşımdır. Ancak ikinci cümlede belirtilen sorumluluk süresinin taşıyıcı sistemde 15, diğer kısımlarda ise 2 yıl olarak takdir edilmesi tarafımızca anlaşılamamıştır. Yapılardaki ayıbı kullanıcı tespit edemeyeceğine 15 veya 2 yıl sonra ortaya çıkan ayıbı ya da zararı  kim karşılayacaktır. Nihai olarak Devlet denetimden sorumlu ise bundan sonra ortaya çıkan zararları Devlet mi karşılayacaktır yoksa vatandaşa mı yüklenecektir, bu sorunun yanıtı taslakta yeralmamıştır.
Taslağın 10. Maddesiyle yapı denetim komisyonları ve bakanlığın görevleri düzenlenmiş ve getirilen düzenlemelerle bugüne kadar yapılan pek çok yasal düzenlemede olduğu gibi, meslek alanını dolayısıyla meslek odalarını yakından ilgilendiren konuların görüşüldüğü kurul ve komisyonlara, oda temsilcilerinin oy hakkı olmaksızın davet edilebileceğine dair katılımcı yönetim anlayışıyla bağdaşmayan, aynı zamanda bilime ve meslek alanına saygı duyulmadığını gösteren bir düzenleme daha karşımıza çıkmaktadır. Meslek Odalarını oy kullanma hakkı olmadığı bir komisyon toplantısına keyfiyete bağlı olarak çağırmak, şekil şartını yerine getirmekten öte bir durum değildir. Bu uygulama, alınacak karar ve yaptırımlarda meslek Odalarını paravan olarak kullanmaktan öte gitmeyecek ve Meslek Odalarının olduğu ortamda kararların alındığı argümanıyla kamuoyu yanıltılacak bir duruma zemin hazırlamaktadır. Meslek Odaları temsilcilerinin oy hakkı ile birlikte bu komisyonlarda yer alması gerekmektedir.
Ayrıca, Teknik müşavirlik kuruluşunda görevli denetçilerin mesleki yetkinliği haiz olması öngörüldüğüne göre, bunlar hakkında karar üretecek komisyon üyelerinin de mesleki yetkinliği haiz olması gerekir.
Taslağın 11. Maddesinde "hizmet sözleşmeleri"ne ilişkin düzenlemeye yer verilmiş, bu maddede sadece teknik müşavirlik kuruluşlarıyla yapılacak hizmet sözleşmeleri ve asgari denetim hizmet bedelleri düzenlenmektedir. Hizmet sözleşmesi bedelinin %3‘ü kadarının ruhsatı veren idarenin, %3‘ü kadarının da Bakanlık bünyesinde bulunan döner sermaye işletmesinin hesabına peşin olarak yatırılacağı belirtilmektedir. Hangi amaçlarla kullanılacağı belli olmayan  bu ödemelerin konut edinmek isteyen tüketiciye yansıtıldığı açıktır. Buradan elde edilen gelirin de başka kentsel dönüşüm projeleri için kullanılmasının hedeflenmesi manidardır. Bakanlık denetim bedellerini düşürürken,  kendine pay alması bir vergilendirme olup, bunun Genel Bütçe görüşmeleri içinde ele alınması gereken bir konu olduğu açıktır.
Yapı üretimi ile ilgili, proje ve yapı denetim sürecini yönlendiren kanunun en sıkıntılı yanlarından biri "yapı denetimi görevini üstlenen teknik müşavirlik kuruluşlarının imar mevzuatı uyarınca öngörülen fenni mesuliyeti ilgili idareye karşı üstlenmesi", ancak yapı sahiplerinin idare adına bu görevi yerine getiren müşavirlik kuruluşlarının müşterileri olmaları; dolayısıyla ortaya çıkan bağımlılık ilişkisi nedeniyle denetim koşullarının yeterli özerklik düzeyini içerememesidir.
Taslak, idarenin denetim görevini tümüyle taşeron aracılığıyla yerine getirerek sürecin dışında kalması ve dolayısıyla yapı sahibi ile teknik müşavirlik kuruluşu arasındaki müşteri- hizmet sunan özel şirket bağından doğabilecek olumsuzlukları denetleyecek bir ortamın var olmaması sorunlarını barındırmaktadır.
Taslağın sözleşme ilişkilerini düzenleyen maddesinde, denetim sorumluluğunu üstlenenlerin kimlerle sözleşme imzalayacağı yönünde açık bir düzenleme getirmemesi, denetim sorumluluğunu üstlenen kuruluşların ya da müstakil denetçilerin uygulamalarını denetleyecekleri yapı müteahhitiyle sözleşme imzalaması sonucunu doğuracaktır. Bu durumda, fenni mesullerle müteahhit arasındaki hizmet - ücret konusunda borçlandırıcı bir hukuka tabi ilişki ise bugüne kadar bakanlığın kendisinin de yapı denetim sisteminin en büyük açmazı olarak gördüğü fiili durumu çözmek yerine daha da derinleştirecek nitelikte görünmektedir.
Teknik müşavirlik kuruluşlarının alacağı ücret yasal düzeyde ele alınırken, sorumlulukta teknik müşavirlik kuruluşlarından daha ağır sorumluluk verilen denetçi mimar, mühendislerin alacağı ücret taslakta ele alınmamıştır. Bu da göstermektedir ki, bu taslak ne denetim hizmetini sunan meslek mensuplarını ne de hizmetten yararlananları (kamuyu) korumaktadır. Yasa‘nın amaç maddesi boşlukta kalmaktadır.  Meslek mensuplarının sözleşme imzalaması gerektiği yönündeki bu düzenleme, denetçilerin özlük hakları, sosyal hakları, asgari ücret gibi konulardan hiç bahsetmeyerek yasadaki mevcut halinden bile geride, muğlak bir ifadeden ibaret görünmektedir.
Denetim hizmet bedelleri ile mimar ve mühendis özlük hakları taslakta getirilen ciddi idari ve cezai yaptırımlar ve uygulamaya yönelik sorumluluklar göz önüne alındığında oldukça çok düşüktür. Bu bedel, Teknik Müşavirlik Kuruluşlarında görev yapacak mimar ve mühendislerin başka bir işte çalışmalarının engellenmesi bağlamında değerlendirilmeli, çalışanların ücret, iş güvencesi ve çalışma koşullarını güvence altına alacak bağlayıcı hükümler konularak artırılmalıdır.
Taslağın 12. Maddesinde yapı ile ilişiğin kesilmesine ilişkin düzenlemelere yer verilmiş olduğu görülmektedir.
Taslağın 13. Maddesinde mesleki yetkinlik, sigorta ve teminat başlığı altında denetçi mimar ve mühendislerin mesleki yetkinliğe sahip olmaları gerektiği, mesleki yetkinliğin Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle düzenleneceğine yer verilmektedir. Bugüne kadar Odalarımızca da gerekliliği dile getirilen "mesleki sorumluluk sigortası"na yönelik düzenlemelerin belirsiz bırakılarak Hazine Müsteşarlığı‘na bırakıldığı görülmektedir.
Diğer taraftan taslağın 3. Maddesinde de ifade ettiğimiz gibi, bu maddede de "mesleki yetkinlik" kavramının içinin ne ile doldurulacağı, kriterlerin ne olacağı ile ilgili herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. Mesleki yetkinliğin kazanılma koşullarının Bakanlıkça hazırlanacak yönetmelikler eliyle belirleneceği anlaşılmaktadır. Bu durum mesleki odalarının anayasal yetkilerinin gaspı anlamına gelmektedir. Bu hizmetleri sunabilmek için sahip olunması gereken niteliklerin belirlenmesinde meslek odaları yok sayılmakta, bununla birlikte yasayla hiçbir ölçüt konulmadan yönetmelik düzenlemelerine bırakılmak suretiyle bu nitelikleri belirleme yetkisi tümüyle Bakanlığın tasarrufuna  bırakılmaktadır.
Bu yasa taslağı, meslek mensuplarının, kazanılma koşullarını Bakanlığın belirleyeceği ve içinin ne ile doldurulacağı belli olmayan "mesleki yetkinlik" koşulunu yerine getirmeleri halinde mesleki faaliyette bulunmalarına imkân vermekte, aksi halde mevcut durumlarıyla iş yapamaz hale getirmekte ve aynı zamanda piyasada mimar ya da mühendis olmayanların da ortak olabildiği, aslen sermaye kuruluşu olan Teknik Müşavirlik Kuruşlarıyla rekabet etmeye çalışmakla karşı karşıya bırakmaktadır.
Son dönemde hazırlanan tüm yasal düzenlemelerde olduğu gibi, mühendislik ve mimarlık hizmeti gerektiren faaliyetlerin yürütülmesi düzenlenirken mimar ve mühendis Odaları yok sayılmakta, yetkileri göz ardı edilmekte, meslek mensupları ile olan bağları koparılmaktadır.  Mimarlık ve mühendislik hizmeti sunabilecek kişilerin sahip olmaları gereken niteliklerin belirlenmesinde meslek Odaları yetkisiz kılınmakta, yasada hiçbir ölçüt getirilmeden yönetmelik düzenlemelerine bırakılmak suretiyle bu nitelikleri belirleme yetkisi tümüyle Bakanlığın tasarrufuna bırakılmaktadır.
Mühendislik ve Mimarlık Meslek Odalarının temel işlevleri Anayasa‘dan aldığı yetkiyle "üyelerinin mesleki gelişimini sağlamak", "değişimleri izlemek" ve "uygulamayı denetlemek"tir. Bu çerçevede Anayasa‘nın 135. Maddesindeki "müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak" bu yetkilendirmeyi ifade eder. Bu bağlamda, imar ve inşaat faaliyetlerinde görev alan mühendislerin meslek yaşamları boyunca edinmeleri gereken bilgi ve deneyimlere ilişkin normların ve süreçlerin çağdaş gelişmelere uygun şekilde belirlenip düzenlenmesini sağlayacak Yetkin Mühendisliğin belgelendirmesi ancak ve ancak meslek odalarınca yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Benzer şekilde yapı denetim sistemi içinde yer alan tüm mühendis ve mimarların mesleki yetkinlikleri belirlenerek belgelendirilmesi, belge yenilemeleri, sicil kayıtlarının tutulması ve meslek içi eğitimleri konularında direkt yetkili TMMOB‘ye bağlı ilgili Odalar olmalıdır.
Sistem içinde yer alan mimar ve mühendislerin mesleki sorumluluk sigortası, müteahhitler için mali sorumluluk sigortası gibi yükümlülükler getirilmiştir.
Ayrıca tanımlanan teminatların karşılanması mühendis, mimar ve plancıların büyük çoğunluğu açısından olanaksız görünmesi nedeniyle, sadece belirli sermaye sahiplerinin Teknik müşavirlik kuruluşu olarak görev alabilecekleri, mimar ve mühendislerini ise ya buralarda ücretli çalışması ya da taşeron olarak çalışmasını getirecek; küçük ölçekli mimarlık mühendislik şirketleri ile büroların kapanması sonucunu doğuracaktır.
Böylesi bir işleyiş içinde bir süre sonra büyük sermaye şirketleri ayakta kalabilecek ve küçük, orta ölçekte yapı müteahhidine yaşam hakkı tanınmayacağından tekelleşmeye yol açılmış olacaktır. Bu teminatı karşılayabilecek firma sayısı çok az olacağından birçok firma kapanmayla karşı karşıya kalabilecek ve 4708 sayılı kanun ile kurulmuş yapı denetim firmaları zaman içinde tasfiye edilmeleri söz konusu olacaktır.
Taslağın 14, 15,16, 17. Maddeleriyle yapı denetimi sürecinde görev alan kişi ve kuruluşlara uygulanacak yaptırımlar ve cezalara yönelik düzenlemelere yer verildiği görülmektedir. Bu düzenlemeler içerisinde, taslağın 15. Maddesinde "İdarî yaptırım uygulanan denetçi veya yardımcı kontrol elemanı mimar ve mühendisin durumu, Bakanlıkça ilgili meslek odalarına bildirilir. Meslek odaları, bunlar hakkında kendi mevzuatına göre işlem yaparak neticesini Bakanlığa bildirir." Hükmü ile 16. maddenin 3 fıkrası birbiriyle çelişir iki hükümdür. 16. Maddenin 3. fıkrası, Bakanlığın idari yaptırım uyguladığı denetçiler yalnızca denetçilik görevi üstlenemez diğer mesleki hizmetlerin yürütmesine engel olmaz demektedir. Bu durumda denetim görevi mesleki bir hizmet sayılmamaktadır. 15. maddede meslek odalarının kendi mevzuatına göre işlem yapması istenirken, 16. maddede ise meslek odasının mevzuatı bertaraf edilmektedir. 
Verilen para cezalarının ve gelir kaydedilen teminatların % 50‘sinin dönüşüm uygulamalarında kullanılacağı belirtilerek bu alana kaynak sağlanmakta olduğu görülmektedir. Ayrıca, İdari cezanın kaynak olarak algılanmasına yol açacak bu ifade aynı zamanda  keyfi ceza uygulamalarına yol açabilir niteliktedir.
Taslağın adli nitelikteki cezalara ilişkin 17. Maddesi ile sistemde yer alanların görevini kötüye kullanmalarına yönelik cezalara yer verilmekte; ayrıca yapması gereken denetimleri yapmadıkları halde yapmış gibi gösteren ve belge düzenleyenler için TCK‘nun resmi belgede sahtecilik suçuna ilişkin hükümlerinin uygulanacağı belirtilmekte ise de, bu belgelerin resmi belge olup olmadığı tartışmaya açıktır.
Ayrıca bu mahkeme kararlarının meslek odalarına bildirileceği hususuna yer verilmiş olması bir önceki maddede olduğu gibi meslek odalarının, sadece üyelerinin cezaları hususunda görev yüklenen bir kurum olarak düşünüldüğünü göstermektedir.
Taslağın 18. Maddesi ile Bakanlığın ve diğer idarelerin denetim yetkisi tanımlanırken; "Bakanlık, bu denetimlerde görevlendirilmek üzere, 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılmasına dair hükümlerine bağlı kalmaksızın meslekî yetkinliği hâiz mimar ve mühendisleri Bakanlık Yapı Denetçisi sıfatı ile sözleşmeli olarak istihdam edebilir." ifadesine yer verilerek Denetimin gerçekleştirilmesinde mesleki yetkinliğe sahip mimar ve mühendisleri  sözleşmeli olarak istihdam edebileceği belirtilmektedir. Kamuda 657 sayılı Kanuna tabi kılınmaksızın sözleşmeli istihdam biçimi son dönemde oldukça sık karşımıza çıkmaktadır. Kamuda güvencesiz ve esnek çalışmanın önü bu kanunla bir kere daha açılmaktadır.
Ayrıca madde düzenlemesinde mesleki yatkinliği haiz mimar ve mühendislik hizmetlerinin denetimini yapacak teknik personelin de enaz onlar kadar mesleki yetkinliği haiz mühendis ve mimar olması gerekliliği göz ardı edilmektedir.
Taslağın Çeşitli hükümler, yönetmelikler  ve yürürlükten kaldırılan mevzuat  başlıklı 19. Maddesinde "İdarelerin bu Kanunda belirtilen hususlara ilişkin görevleri ile çalışma usûl ve esasları; denetim izin belgesi verilen teknik müşavirlik kuruluşlarının sınıflandırılması, sınıfına göre denetleyebilecekleri yapıların nitelikleri ve görev yapacakları alanlar, illere ve belediyelere göre sayıları ve şubeleri, Ülke genelinde ve kuruldukları İl dışında denetim görevi üstlenebilme şartları, laboratuvar kuruluşlarının asgarî nitelikleri, teknik müşavirlik kuruluşları ve laboratuvar kuruluşlarının görevleri ile çalışma usûl ve esasları; denetçi belgesi verilmesinin usûl ve esasları; teknik müşavirlik ve laboratuvar kuruluşlarında görev alacak personelde aranacak nitelik, tecrübe ve bunların istihdam şartları ile görev ve sorumlulukları; yardımcı kontrol elemanlarının nitelikleri, görevleri ile çalışma usûl ve esasları; Merkez ve İl Yapı Denetim Komisyonunun görevleri ile çalışma usûl ve esasları;  hizmet sözleşmelerinin kapsamı, asgarî hizmet bedellerinin belirlenmesi, hizmet bedellerinin yatırılması ve ödenmesi, yapılara denetim sertifikası verilmesi, teknik müşavirlik ve laboratuvar kuruluşlarından ve yapı müteahhitlerinden kuruluş safhasında ve denetim hizmet sözleşmesi safhasında teminat alınması, teminatın miktarı ve oranı, iadesi ve gerektiğinde kullanılması ve irat kaydedilmesi, laboratuvarların muayene ve diğer hizmetleri ile düzenlenecek meslek içi eğitimlere ve katılım belgesi verilmesine, bu belgenin vize işlemlerinde aranmasına ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça hazırlanan yönetmelikle düzenlenir." ifadesiyle yasa ile belirlenmesi gereken ancak taslakta bahsedilmeyen temel kriterlerin ve bütün işlerin Bakanlıkça hazırlanacak yönetmeliklere bırakılmakta olduğu görülmektedir.
Taslağın geçici uygulamaya yönelik Geçici 1. Maddesinde, bu kanunun yürürlüğe gireceği tarihe kadar, 4708 sayılı kanun hükümlerinin geçerli olduğu belirtildikten sonra, kuruluş başvurusunda bulunan ancak henüz izin almamış olan yapı denetim ve laboratuvar kuruluşları ile, mevcut kuruluşların belge alma, belge yenileme koşulları düzenlenmiş; ancak bu kuruluşlarda çalışan proje ve uygulama denetçileri ile yapı denetçilerinin durumlarına açıklık getirilmemiş olması uygulamada sorunlarla karşı karşıya kalınması sonucunu doğuracak niteliktedir. Mevcut yasaya göre belge alan mimar ve mühendisler, proje ve uygulama denetimi ile yapı denetimi alanlarının tamamında çalışabilirken, taslak ile denetçiler etüd ve proje denetçisi, yapı denetçisi olarak ayrı ayrı değerlendirilmektedir. Bu durumda mevcut belgeli denetçilerin kazanılmış haklarının neler olduğunun yasa ile belirlenmesi esas olmalıdır.
Taslağın önceki idari müeyyidelere yönelik Geçici 1. Maddesinde Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun‘un 8 inci maddesine göre başlatılmış cezalara ilişkin uygulamanın nasıl olacağı tanımlanmaktadır.
Taslağın 20. Maddesi yürürlük, 21. Maddesi yürütmeye ilişkin olup, Bu Kanun yayımı tarihinden itibaren altı ay sonra yürürlüğe gireceği ve bakanlar kurulunca yürütüleceği düzenlenmektedir.
Son söz olarak; -Sağlıklı bir yapılaşma amaçlanıyorsa yapı üretim sürecindeki aktörler (proje müellifi, yapı müteahhidi, denetçi mühendis ve mimarlar) birbirinden bağımsız olmasını sağlayacak bir sitem öngörülmelidir. Denetçiler yönünden ücret  ve iş güvencesinden yoksun olma hali, yapılan denetimin güvenirliğini ve bağımsızlığını ortadan kaldırmaktadır. Denetçi mühendis ve mimarlar, denetim kuruluşları ve idare önünde güçlü bir konuma getirilmelidir. Denetim kuruluşlarının faaliyet alanında proje müellifliği olmamalıdır. Şantiye şefliği ve denetim mühendislik ve mimarlık hizmet alanı olup, diğer meslek gruplarına açılmamalıdır. Meslek standartları, meslek odaları ile birlikte hazırlanmalıdır. Meslek Odalarının görev, yetki ve sorumluluğuna Bakanlık müdahil olmamalıdır.
Ülke yararı, kaynakları ve sayıları 500.000.‘i bulan meslek mensuplarının hak ve hukukları yabancı şirketlere teslim edilmemelidir.
 

 
İMAR KANUNU İLE BAZI KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TASARISI TASLAĞI HAKKINDA
DEĞERLENDİRME RAPORU
Taslağın 1. Maddesi ile 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununun, istisnalara dair 4. Maddesiistisnalar kapsamı genişletilmiş;12/3/1982 tarihli ve 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu, 21/7/1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, 9/8/1983 tarihli ve 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu, 26/1/1939 tarihli ve 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun, 18/11/1983 tarihli ve 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu, 4/4/1990 tarihli ve 3621 sayılı Kıyı Kanunu, 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanununun yanı sıra; 19/10/1989 tarihli ve 383 sayılı Özel Çevre Kurumu Başkanlığı Kurulmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname kapsamında kalan alanlar ile diğer korumaya yönelik özel kanunlar ve "kanun hükmünde kararnameler" ile belirlenen yerlerde koruma ve yapılaşmaya dair konularda; bu Kanunun özel kanunlara aykırı olmayan hükümleri uygulanır. denilerek; Kanun hükmünde kararnameler ile belirlenen yerlerde koruma ve yapılaşmaya dair konular da istisnalar kapsamına alınmıştır. 
Oysa; Anayasanın ilgili hükümlerine göre "KHK‘lar, ancak ivedilik isteyen belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konmaktadır.Bu bağlamda planlama konusunda yetkili ve uzman olmayan Bakanlar Kurulu tarafından  KHK‘larla yapılacak mekansal düzenlemeler  kanun kapsamına sokularak bu uygulamaya  süreklilik  kazandırılmaktadır. Böylesi geniş  istisnalar tanımının yasa taslağında yer alması imar kanunun asıl amacı ile bağdaşmamakta; imar yasasını neredeyse yok hükmüne indirgemektedir.
Taslağın 2. Maddesi ile İmar Kanunun "planlama kademeleri" ile ilgili 6. Maddesi başlığı "mekânsal planlama kademeleri" olarak değiştirilmiş ve yapılması planlanan değişiklikler ile planlama kademeleri yeniden düzenlenmiş; Planlar, kapsadıkları alan ve amaçları açısından; "Mekansal Strateji Planları", "Çevre Düzeni Planları" ve "İmar Planları" olarak tanımlanmıştır. Değişikliklerle planlar yapılırken veya değiştirilirken üst kademesindeki plana uyulması zorunlu olduğu ve arazi kullanım kararlarının belirlenmesinde ve yapılaşmaya yönelik plan yapım ve uygulamalarında sadece mekansal plan kararlarına uyulacağı düzenlenmiştir.
Yapılan bu değişiklikle Planlar, kapsadıkları alan ve amaçları açısından; "Mekânsal Strateji Planları", "Çevre Düzeni Planları" ve "İmar Planları" olarak iki ana bölüme ayrılmıştır. "Planlar yapılırken veya değiştirilirken üst kademesindeki plana uyulması zorunludur. Arazi kullanım kararlarının belirlenmesinde ve yapılaşmaya yönelik plan yapım ve uygulamalarında sadece mekânsal plan kararlarına uyulur." hükümleri getirilmiştir. Anılan planlama kademeleri ölçekleri ve amaçlarına dair tanımlamalar ise yönetmelik maddelerine bırakılmıştır. Yönetmelik taslağında ise bu planlama kademeleri imar kanunun taslağından farklı olarak;
 Mekânsal Planlar:
•1.      Ülke Mekânsal Strateji Planı:
•2.      Bölge Mekânsal Strateji Planı:
•3.      Çevre Düzeni Planı:
•4.      Nazım İmar Planı:
•5.      Uygulama İmar Planı:
•6.      Koruma Amaçlı İmar Planı:
Özel Amaçlı Planlar:
•1.      Bütünleşik Kıyı Alanı Planı:
•2.      Uzun Devreli Gelişme Planı:
•3.      Sakınım Planı:
•4.      Ulaşım Ana Planı:
•5.      Kurumsal Strateji Planı
•6.      Yönetim Planı:
Şeklinde gruplandırılmıştır.
Bu maddenin bakanlıkça duyurulan "Plan Yapımına Ait esaslara Dair Yönetmelik Taslağı" ile birlikte incelenmesinden de anlaşılacağı üzere gerek kanun gerekse yönetmelik taslağında Ülke Mekânsal Strateji Planı ile Bölge Mekânsal Strateji Plan‘larının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılır ve onaylanır denilmesine karşın, diğer ölçekteki planlara ait plan yapma - yaptırma, onaylama, planlamanın uygulamada izlenmesi - denetimi yetki ve görevlerinin kimde olduğuna dair bir açıklık bulunmamakta; Plan Yapımı ve Uygulanması‘ndan sorumlu Kamu Kurum, Kuruluşları ve idareler arasındaki yetki karmaşası ve çok başlılık durumu daha da karmaşık hale getirilmektedir.
Ayrıca; Mekânsal plan amaç tanımlamalarında dahi öncelik ekonominin değişken yatırım kararları olarak tespit edilmekte bu bağlamda planlamanın kamu ve toplum yararına olan işlevi kısa süreli ve değişken olabilecek bir ekonomik anlayışlara endekslenmektedir Özel Amaçlı Planlar başlığı altında tanımlanan Bütünleşik Kıyı Alanı Planı, Sakınım Planı olarak tanımlanan planlama kademeleri mekânsal planlar ile bütünlük içerisinde ele alınması gerekirken ayrı kapsamlarda tanımlanması ise son derece hatalı bir planlama anlayışının ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca;Metropoliten Alan Planları kentlerin gelişme strateji ve politikalarının belirlendiği belgeler olup, bu planlarla alınan kararlar daha sonra yapılacak tüm alt ölçek planları yönlendiren ve alt ölçek planlarda esas alınması gereken temel unsurlardır. Ancak, yürürlükteki mevzuatta ve taslakta buna olanak tanımadığı gibi, Bölge mekansal strateji Planları dışında üst ölçekli planların tümü hiç bir ayrım gözetilmeden Çevre Düzeni Planı adıyla adlandırıldığı için gerek yetki gerekse uygulamaların esenliği açısından yeni tartışmalara da yol açacaktır.
Önemli bir başka husus ise; stratejik planlamanın  esasını oluşturduğu öngörülen; katılım, denetim, şeffaflık ve hesap verebilirlik konusunda getirilmiş hiçbir kural yada kurum oluşturulmamıştır. Neoliberal sistemin geliştirdiği geleneksel planlama anlayışı eleştirisine sığınılarak geleneksel planlama anlayışında da dahi öngörülmeyen ölçüde merkeziyetçi, keyfi ve denetimsiz bir planlama sistemi oluşturulmaktadır.
Taslağın 3. Maddesi ile İmar Kanunun "planların hazırlanması ve yürürlüğe konulması" başlıklı 8. Maddesi‘nde değişiklikler ve ek yapılması önerilmektedir. Söz konusu maddenin (b) bendinde yapılan değişiklikle İmar Planları, "Nazım İmar Planı ve Uygulama İmar Planı"ndan oluşur şeklinde tanımlandıktan sonra, planlama sürecine ilişkin düzenlemelerde, vatandaşların en doğal haklarından olan "itiraz" mekanizmasının fiili olarak işlemesine olanak sağlamayacak değişiklikler öngörülmekte; Mevcut kanunda plan yapan idarelere itirazlara göre yeniden değerlendirme sorumluluğu verilmişken, öngörülen düzenlemede, idarenin, itirazı göz önünde bulundurmadan planı sonuçlandırma olanağı tanınmaktadır. Yine aynı düzenlemede, "...itiraz olsa dahi itiraz konusu edilmeyen alanlara ilişkin plan ve değişiklikleri herhangi bir karar alınmaksızın ve başkaca bir onay işlemi olmaksızın askı süresinin sonunda kesinleşir." şeklindeki düzenlemenin, planlama sürecinde plan bütünlüğünü gözetmekten uzak olduğu görülmektedir.
Mevcut maddenin (c) bendinin iptal edilerek yerine önerilen düzenleme ise tarım arazilerinin yapılaşmaya açılmasını hızlandırma riskini barındırmaktadır. Merkezi idare yetki açısından yerel karar alma mekanizmalarını yok saymaktadır. Bakanlık tarafından alınan tarım dışı kullanım kararı bütün yerel kararların üzerine çıkarılmakta ve tartışmasız olarak bütün alt kademe planlara yansıması öngörülmektedir.
Bu maddeye eklenen bentlerle, plan hiyerarşisi konusu yeniden ele alınmış ve bu yolla Bakanlığın plan yapımı ve onayı konusundaki yetkileri son derece kuvvetlendirilmiş, yerel idareler karşısında bir öncelik tanımlanmış olduğu; üst kademe plan yapımı ve onayı konusunda yetkili olan Büyükşehir Belediyeler ve İl Özel idarelerinin devre dışı bırakılmakta olduğu görülmektedir.
 Ayrıca, önerilen eklerle; geliştirilen temel hedefler ve politika önerilerine uygun olarak kentin ana gelişme yönünü ve arazi parçalarının kullanış biçimlerini ilke düzeyinde belirleyen üst ölçekli planların, yapılaşma koşulu, yapı nizamı gibi fiziki kararların verildiği alt ölçekli planların yerini alması gibi plan hiyerarşisini bozan fiili bir durumun ortaya çıkması söz konusu olabilecektir; çünkü plan hiyerarşisi açısından nitelikleri farklı olan plan ölçekleri arasında Bakanlık tarafından yapılan üst ölçek planların belirleyiciliği veri olarak kabul edilmektedir.
Yerel yönetimleri yok sayan bir uygulama, imar hukukunda 1985‘den beri var olan denetleme yetkisi ile yerel yönetimlerin usulsüz ve aykırı yapılaşmaları önlenememiş iken Belediyelerdeki tüm verilerin elektronik ortamda paylaşıma açılması ne kadar gerçekçi ya da bunu sağlamaya yönelik önlemlerin ne kadar alındığını sorgulamak gerekmektedir. Ayrıca yapı ruhsatına ilişkin işlemlerde bu verilerin esas alınması günümüz teknik altyapısı düşünüldüğünde oluşabilecek sorunları kestirmek mümkün değildir. Planlama esaslarına aykırı olarak üretilen üst ölçekli planların hegomonik bir şekilde uygulamaya konmasını, yetki karmaşasını ve yerelin yok edilmesini beraberinde getiren bir yaklaşımdır. Bu hükümde yerelin ürettiği tüm planların yok sayılarak, katı ve hükmeden bir politika doğrultusunda, planlamanın sorgulanabilirliği ortadan kalkmaktadır.
Böyle bir süreç ve sonucun baştan tariflenişi, planlama disiplinine ve bilimselliğe uygun olmaksızın sürecin  bir formalite olarak ele alındığı, aslında kurum görüşlerine gerçekte ihtiyaç duyulmadığı hissini yaratmaktadır. Bu yaklaşım, planlama hiyerarşisi ve planlama kademelenmesi ilkelerine aykırılık taşımakta, Nazım İmar Planlarının alt ölçekli planları nasıl yönlendirdiği anlaşılamamaktadır.
Öngörülen süreç, planlama biliminin yerel değerlerin ve sorunların planlama sürecinde değerlendirilmesini tamamen ortadan kaldırmakta; bakanlığın onayladığı üst ölçekli planların aynen kopyalanması sonucunu getirmektedir. Bu bendin yasadan çıkarılması gerekmekte aksi takdirde telafisi mümkün olmayan çarpık sosyo-ekonomik ve mekânsal oluşumun önü açılmış olmaktadır.
Daha öncede bahse konu olduğu gibi farklı bakanlıkların plan yapma yaptırma ve onama yetkileri tek çatı altında toplanmak istenilmekteyse de mekânsal plana uyum bakımından incelenmesi planlamanın özünün anlaşılmadığını göstermektedir. Böyle bir süreç oluşturulacaksa önerimiz ülkenin kalkınma strateji ve politikalarını esas alan plan karaları ile sadece yatayda değil dikeyde de bütünlük içeren plan bütünlüğünün sağlanması esas alınmalı ve DPT nın kalkınma planları çerçevesinde bilimsel kriterlerle bölge planlama mantığında bir takım kararların alt planlara aktarımının sağlanmasının önünün açılmasının esas alınmasıdır.
Bu madde planlama sürecinin olmazsa olmazı analiz, sorun tespiti ve çözüm önerileri ilkelerindeki bilimsel süreci tamamen ortadan kaldırmakta; mevcut yasalarla tamamen çelişmekte, doğru analiz edilmemiş bir planlamanın doğuracağı felaketlerin önü açılmış olmaktadır.
Katılımcı süreçler içinde, ilgili tüm kurum ve kuruluşların, yerel idarelerin, meslek odalarının, sivil toplum örgütlerinin görüş ve önerileri alınarak bilim ve tekniğin ışığında, kamu menfaatini sağlamaya yönelik üst kademe planların hazırlanarak yürürlüğe konulması halinde, üst ve alt kademe plan uyumsuzluğu sorunlarının kendiliğinden ortadan kalkacağı, aksi takdirde bu düzenleme ile yerel idarelerin ve toplumun diğer kesimlerinin merkezde alınmış ve demokratik olmayan karar mekanizmalarına sıkıştırılacağı ve bu durumun yerellik ilkesini ortadan kaldıracağı düşünülmektedir.
Ayrıca "Ancak, üst kademe planlar hazırlanırken Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının görüşü alınarak plan ile tarım dışı kullanım kararı getirilmiş yerler için; bu planlarda yapılacak değişikliklerde veya bu alanlara ilişkin alt kademe planların hazırlanmasında veya bunların değişikliklerinde yeniden görüş alınmaz ve bu alanlar için 5403 sayılı Kanun hükümleri uygulanmaz." İfadesi ile üst planı yapan kuruma da bağlı olarak (Yabancıların kırsal kesimde de çok miktarda arazi satın aldığı bu dönemde) özellikle yabancılara satılan yerlerde planlama ilkelerine aykırı ve tarım alanlarının korunması göz ardı edilerek, bu alanların "Tarım Dışı Kullanımı" garanti altına alınacaktır. Esas olarak bu fıkra yerli ve yabancılara satılan tarım topraklarının kaybedilmesi anlamını taşımaktadır.
Taslağın 4. Maddesi ile İmar Kanunun "imar programları, kamulaştırma ve kısıtlılık hali" başlıklı 10. Maddesi‘ne ek yapılması önerilmektedir. İmar programları, kamulaştırma ve kısıtlılık hali başlıklı maddede yapılan değişiklikle; mevcut durumda kamuya ait kullanımlar için ayrılmış alanlar üzerinde var olan baskının özel mülkiyet lehine sonuçlandırılması sağlanmakta ve planlamanın kamusal ve özel mekanlar arasında denge sağlaması yönündeki ilkesinin hayata geçirilmesi olanaksız hale gelmektedir.
Taslağın 5. Maddesi ile İmar Kanunun "kamuya ait gayrimenkuller" başlıklı 11. Maddesi‘nde değişiklik yapılması önerilmektedir. Bu değişiklikle kamuya ait alanların kullanıma açılmasına olanak sağlanmaktadır.  Bu alanların bedelsiz olarak belediyelere ve il özel idarelerine devredilmesi sonrasında kullanım amaçları önemlidir. Kentsel dönüşüm ve imar rantı yaratmak için kamu binalarının kullanılması söz konusu olmaktadır.
Kanunda yer almaması gereken, "Özel mülkiyete ait olup imar planında hazine adına tescil edilip ilgili kurum ve kuruluşlara tahsis edilmesi gereken ilköğretim, ortaöğretim, birinci basamak sağlık tesis alanları, ibadet yeri, karakol gibi kullanıma ayrılan ancak tatbiki mümkün olmaması nedeniyle bu Kanunun 18 inci maddesinin uygulanamadığı alanlar Maliye Bakanlığı‘nca 4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu uyarınca kamulaştırılır veya Hazine mülkiyetindeki eşdeğer alanlar ile resen takas yapılır. Bu alanlar, Hazine adına resen tescil edilerek imar planındaki kullanım kararına göre ilgili kamu kurumuna tahsis edilir." İfadesi kamu binalarının imar rantına malzeme edilmesi yoluyla kent merkezindeki ilköğretim, sağlık kuruluşlarının, vd. kamu yapılarının özel kullanım lehine yok edilmesi sürecine hizmet etmektedir.
Bu maddede yapılan düzenleme, hazine mülkiyetindeki tüm askeri alanları kullanıma açmaktadır. Taşınmazların sadece bina bedelleri ödenmekte, arsa bedelleri ödenmemektedir. Alanların bedelsiz olarak belediyelere ve il özel idarelerine devredilmesi sonrasında kullanım amaçları önemlidir. Kentsel dönüşüm ve imar rantı yaratmak için kamu taşınmazlarının kullanılması söz konusu olacaktır. Düzenleme, Ülke‘nin tamamında bedava arsa üretme, imar ayrıcalıklarıyla rant yaratma olarak da özetlenebilir.
Taslağın 6. Maddesi ile İmar Kanunun "imar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerler" başlıklı 13. Maddesi‘nde önerilen değişiklikler ile; imar planlarında, eğitim, sağlık, spor ve sosyal tesis vd. donatı için ayrılan asgari alanlarda devlet eliyle sunulması gereken hizmetlerin yine bu amaçla ayrılan bu alanlarda paralı sunulması öngörülmekte; bir başka deyişle devletin sunması gereken asgari hizmetler özelleştirilmektedir.
"İmar planlarında talep halinde özel mezarlık alanları ayrılabileceği gibi imar planlarında mezarlık alanı olarak belirlenen yerlerin özel mülkiyete ilişkin kısımları mülkiyet sahiplerince özel mezarlık olarak yapılıp işletilebilir." İfadesiyle yapılan düzenleme; özel mülkiyet alanında kalan mezarlık alanlarının, sahiplerince mezarlık alanı olarak yapılıp işletilebileceği hususu, mezarlıkların dahi ticari faaliyete konu edildiğini gösteren acı bir örnek olarak, rant ve talanın dayandığı sınırları gözler önüne sermesi açısından ibretliktir.
Taslağın 7. Maddesi ile İmar Kanunun "arazi ve arsa düzenlemesi" başlıklı 18. Maddesi‘nde önerilen değişikliklerin; taslağın 20. Maddesinde önerilen "değer artış payı" başlıklı ek madde 5 ile birlikte değerlendirildiği görülmektedir. taslağın bu maddesi yukarıda sözü edilen Ek Madde 5 ile birlikte değerlendirildiğinde düzenleme ortaklık ve değer artış paylarının özellikle kentsel dönüşüm uygulamalarında dönüşüme konu olan alanlarda yaşayan halk açısından önemli ekonomik mağduriyetler doğurma ve vatandaş ile idare arasında yeni bir anlaşmazlık alanı oluşması risklerini taşımakta; ayrıca kentsel dönüşüm alanlarında DOP‘nın %60‘a kadar idare yetkisinde çıkarılmasının öngörülmesi, eşitlik ilkesine de aykırı uygulamaları işaret etmektedir. Bu düzenleme kişi hakları ve kamusal yarar yönünden dengeli ve adil olmayan sonuçlar doğurabilecek bir düzenleme olarak karşımıza çıkmaktadır.
Taslağın 8. Maddesi ile İmar Kanunun "yapı ruhsatiyesi" başlıklı 21. Maddesi‘nin 1 ve 2 nci fıkralarında değişiklik yapılması öngörülmektedir. İmar Kanunu‘nun "yapı ruhsatı" düzenlemelerini içeren maddesinde öngörülen değişiklik ile Yapı Denetim Kanunu‘nda tanımlanan Teknik Müşavirlik Kuruluşuna müelliflik hakkı verilmekte; aynı maddeye yapılan eklemeyle de tadilat projelerinde proje müelliflerini saf dışı bırakacak uygulamaların önünün açıldığı görülmektedir.
Taslağın 9. Maddesi ile İmar Kanunu‘nun "ruhsat alma şartları" başlıklı 22. Maddesinde öngörülen değişikliklerde; diğer projeler olmaksızın sadece mimari ve statik projeyle başvuru yeterli görülmüş, Teknik Müşavirlik Kuruluşunca uygun görülen projelerle başvurulması ile idareye, sadece belge kontrolü yaparak 5 gün içinde ruhsat düzenleme zorunluluğu getirilmiştir. Bürokrasiyi azaltmak gerekçesiyle yapılan bu düzenlemenin beraberinde geri dönüşü zor, gerek kamuyu gerek yapı malikini zarara sokacak gelişmelere gebe olduğunu söylemek mümkün görünmektedir.
Oysa, Yapı ruhsatı düzenlenmesi aşamasında, mimari ve statik projeler dışında elektrik, telefon, doğalgaz ve benzeri tesisat proje ve raporların aranmaması işin doğasına aykırıdır. Yapım işinin başlayabilmesi için tüm projeleri, rapor ve belgelerin tam ve birbiriyle uyumlu olması yaşamsal bir zorunluluk arzetmektedir. Ruhsat süreci parçalanmış olup, idare sadece belge kontrolüyle ruhsat verebilecek, ardından yapacağı inceleme sonucunda mevzuata ve imar planına aykırılık tespit ederse ruhsatı iptal edip inşaatı durduracaktır. Sadece belge üzerinde yapılan inceleme ile yapı inşasına izin vermek öncelikle idarenin denetim görevi ile bağdaşmamaktadır. Ayrıca, ilgili idarenin teknik müşavirlik kuruluşu tarafından teslim edilmiş dosyada sadece evrak üzerinde yapacağı kontrol sonrası ruhsat vermesi ve akabinde 30 gün içinde zemin etüdü ve projeleri kontrol ederek kanun ve yönetmeliklere aykırı durumları tespit etmesi halinde, telafisi zor, tazminatlar doğuracak, bürokrasiyi azaltmak bir yana daha fazla bürokrasi oluşturacak ve beraberinde kaynak israfına yol açacaktır. Projeler onaylanmadan sadece evrak üzerinde yapacağı kontrol sonrası ruhsat verilmesi, yani hatalı imalata izin verilmesi ve akabinde 30 gün içinde zemin etüdü ve projeleri kontrol ederek kanun ve yönetmeliklere aykırı durumları tespit etmesi halinde, telafisi zor, tazminatlar doğuracak, bürokrasiyi azaltmak bir yana daha fazla bürokrasi oluşturacak ve beraberinde kaynak israfına yol açacaktır.
Taslakta, belirlenen süreler zarfında idarelerce ruhsat verilmemesi halinde Bakanlıkça verileceğinin düzenlenmesi dönüşüm projelerinin gerçekleştirilmesinin hızlandırılması amacı taşımakla birlikte, yerel yönetimlerin yetkilerine de müdahale niteliğindedir.
Yerel yönetimlerin yetkileri daraltılmış, ruhsat veren idarenin projeleri bile incelemeksizin sadece belge kontrolü üzerinden ruhsat düzenlemesi kamu yararıyla bağdaşmamaktadır. Anayasa‘nın 128. maddesinde düzenlenen ve kolluk hizmeti olması nedeniyle kamu eliyle yürütülmesi gereken yapı ruhsatı sürecindeki denetim işinin özel şirketlere yaptırılmasına izin verilmesi, Anayasa Mahkemesi‘nin daha önce İmar Kanunu‘nda yer verilen yeminli mühendislik bürolarına yönelik iptal  kararlarında vurguladığı can ve mal güveliğini yakından ilgilendiren yapı inşasında denetimin (ki bu biçimsel bir izinle değil, denetime bağlı olarak verilen bir izinle sağlanabilir) kamu eliyle yürütülmesinin gerektiği yönündeki gerekçesiyle bağdaşmamaktadır.
Aynı maddede yapı denetimi hakkında kanun tasarısında olduğu gibi; "Etüt ve projeler; idare, etüt ve proje denetimi yapan teknik müşavirlik kuruluşu ve yetkili kuruluşlar dışında meslek odaları dahil başka bir kurum veya kuruluşun vize veya onayına tabi tutulamaz. Vize veya onay yaptırılmaması ve benzeri nedenlerle müellifler veya bunlara ait kuruluşların büro tescilleri iptal edilemez veya yenilenmesi geciktirilemez. Müelliflerden bu hükmü ortadan kaldıracak şekilde taahhütname talep edilemez." şeklinde düzenlemeye yer verilerek Meslek Odalarının Anayasayla güvence altında olan, üyelerini denetleme ve bu yönde düzenleme yapma yetkisine, yargı kararlarında da belirtildiği gibi "bakanlığın odalar üzerindeki idari denetim yetkisini" de aşar bir biçimde müdahale edilmek istendiği görülmektedir.
Meslek Odalarının denetim yetkisinin anayasal ve yasal dayanakları bellidir. Bu yetkilerin, başka kanunlarda,  kapsamıyla ilgisi olmayan düzenlemelerle kısıtlanmaya çalışılması öncelikle  hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Mimar ve mühendislerin üyesi bulunduğu Meslek Odası arasında çelişki yaratmaya ve bağını zayıflatmaya yönelik girişimlerin Ülke yararına olduğunu söylemek olanaksızdır. Ceza alan üyelerin ilgili yerlere bildirilmesi ise 6235 sayılı Yasa ile zaten hüküm altına alınmış bir konudur.
3.4.2012 ve 14.4.2012 tarihli yapı denetimi uygulama yönetmeliği ve planlı alanlar tip imar yönetmeliği değişiklikleri ile uygulanmakta olan mevzuatta "İdareler sorumluluk alan mimar ve mühendislerin yaptıkları işlemlere ilişkin bilgileri her ayın ilk haftası içinde ilgili meslek odalarına bildirir." Hükmü olmasına rağmen idarelerin ancak %9‘ u bu görevi yerine getirebilmiş olup %9‘luk bildirimde dahi pek çok sayıda sahte ve büro tescil belgesiz mühendis- mimar tespit edilmiş ve ilgili idarelerle bakanlığa bildirilmiştir. Bu süreçte meslek odası ile üye arasındaki bağın kopartılmasının, uygulamada büyük oranda yasa dışılığa yol açtığının Bakanlıkça da örnekleriyle görülmüş olmasına karşın, bu konuda tedbir alıp Meslek odalarını sürece dahil etmek yerine, süreç dışına itilmek istenmesinde Bakanlıkça ısrarcı olunmasına anlam vermek mümkün görünmemektedir.
Taslağın 10. Maddesinde, İmar Kanunun "kamuya ait yapı ve tesisler ile sanayi tesislerinde ruhsat" başlıklı 26. Maddesinin değiştirilmesinin öngörüldüğü görülmektedir. Bu maddede önerilen değişiklikler ile kamu kurum ve kuruluşlarının yapı denetiminin Yapı Denetimi kanununa göre yapılacağı belirtilmişken; aynı madde içerisinde kimi yapım işlerinin denetiminde ayrıcalık tanımlandığı görülmektedir.
Ülke çapında sağlıklı bir yapı denetim ve yapı stoğu envanteri için ülke genelinde üretilecek tüm yapıların aynı sistematik içine planlanması, projelerin hazırlanması, ruhsatlandırılması ve denetlenmesi gerekmektedir. Bu konudaki her türlü muafiyet ya da istisnalar kontrolsüz ve kayıt dışı yapılaşmaya neden olmaktadır. Bu nedenle kamu ve özel binalar ayrımı yapılmaksızın tüm yapıların yasalarla belirlenecek sistematik içinde üretilmesi, ruhsatlandırılması ve denetlenmesi zorunlu olmalıdır.
Taslağın 11. Maddesi ile, İmar Kanunun "köylerde yapılacak yapılar ve uyulacak esaslar" başlıklı  27. Maddesinin başlığıyla birlikte değiştirilerek "köylerde ve kırsal alanlarda uygulama" kurallarının getirilmesinin önerildiği görülmektedir. Bu madde ile tanımlanan kurallar ve istisnaların, topraklarının %98‘i çeşitli büyüklükteki deprem bölgesi olan ülkemiz gerçekleriyle bağdaştığını söylemek olanaksızdır.
Yukarıda da belirtildiği gibi ülke çapında sağlıklı bir yapı denetim ve yapı stoğu envanteri için ülke genelinde üretilecek tüm yapıların aynı sistematik içine planlanması, projelerin hazırlanması, ruhsatlandırılması ve denetlenmesi gerekmektedir. Bu konudaki her türlü muafiyet ya da istisnalar kontrolsüz ve kayıt dışı yapılaşmaya neden olmaktadır. Bu nedenle köy - kent ayrımı yapılmaksızın tüm yerleşme yerlerinde yapıların, belirlenecek sistematik içinde üretilmesi, ruhsatlandırılması ve denetlenmesi zorunlu olmalıdır.
Taslağın 12. Maddesi ile, İmar Kanunun "müelliflik, fenni mesuliyet, şantiye şefliği, yapı müteahhitliği ve kayıtlar" başlıklı 28. Maddesinde değişiklik yapılması, madde başlığının "Müelliflik, fenni mesuliyet, şantiye şefliği ve yapı müteahhitliği" şeklinde değiştirilmesi ve bir ek madde eklenmesi önerilmektedir. İmar Kanunu‘nun 28. maddesinde önerilen değişiklik ile "İl sınırı içinde etüt ve projeleri düzenleyecek mimar veya mühendislerin olmaması halinde bu hizmetler görev, yetki ve sorumlulukları 38 inci maddede belirtilen meslek mensuplarına yaptırılabilir." ifadesine yer verilerek, asli görevleri mimar ve mühendislere yardımcı olmak olan diğer teknik elemanların mimarlık-mühendislik projeleri hazırlamalarına olanak sağlanmakta; bu suretle mimar ve mühendislerin yasal hakları hiçe sayılmaktadır.
Öte yandan bilindiği üzere İmar Kanununun 28. Maddesinde 9 Aralık 2009 tarihinde yapılan kapsamlı bir değişiklikle "Fenni mesuller, uzmanlık alanlarına göre yapım işlerinin denetimine ilişkin ayrıntılı bütün belgeler ile mimarlık ve mühendislik hizmetleri raporunu idareye vermek ve yapı kullanma izin belgesini imzalamak mecburiyetindedir. Yapıya ilişkin bilgiler, ilgili idarece, etüt ve proje müelliflerinin, fenni mesullerin, yapı müteahhitlerinin ve şantiye şefi mimar veya mühendisin üyesi bulunduğu meslek odasına, üyelik kayıtlarına işlenmek üzere bildirilir." denilmek suretiyle önceki süreçlerde meslek odalarına Yönetmelikler ile verilen sicil tutma görevi Yasa ile de perçinlenmişti. Aradan geçen iki yıldan sonra aynı maddede değişikliğe gidilmiş bu kez yasayla verilen yetki alınmıştır. İki yıl gibi kısa bir sürede bakış açısının bu derece değişmesinin ardında yatan nedeni anlamak mümkün değildir.
Diğer taraftan eklenmesi önerilen 28/A Maddesi ile hazır beton üretim kuruluşları ve yapı malzemelerine yönelik düzenlemelere yer verilmiş; Bakanlıktan belge alan ve üç yılda bir belgelerini yenileyen Ürün güvenliği denetçisi ve ürün güvenliği kuruluşları tanımlanmış;   Ürün güvenliği denetçisi belgesinin ürünün niteliğine uygun konuda uzmanlığı ve mesleki yetkinliği haiz mimar veya mühendislere bakanlıkça verileceği belirtilmiştir. Üye sicillerine de esas olmak üzere, mesleki yetkinlikle ilgili uygulama yine yönetmeliğe bırakılmış, meslek odaları bu konuda da zikredilmemektedir.
Taslağın 13. Maddesi ile İmar Kanunun "ruhsat süresi" başlıklı 29. Maddesinde değişiklik yapılmış, madde başlığı; "ruhsat süresi ve yenilemesi, yeniden ruhsat alınması, müktesep haklar" şeklinde değiştirilmiş ve  ruhsat süresi, yenilenmesi ve kazanılmış haklar konusunda mevcut uygulamada yaşanan sorunların çözümüne yönelik öneriler getirilmiş olmasına karşın, İdareye uygulama konusunda verilen yetkilerin hangi amaçlarla kullanılacağı özel hükümlerin içeriğine bağlı olacağından, taslağın bu maddesiyle İmar Kanunu‘nda yapılan değişikliğin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini öngörmek mümkün olmamaktadır.
Taslağın 14. Maddesi ile İmar Kanunun "yapı kullanma izni" başlıklı 30. Maddesinde değişiklik yapılarak, yapı kullanma izin belgelerinin düzenlenmesine yönelik olarak mevcut uygulamadan kaynaklanan sorunlara çözüm getirilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Yine yapılan değişiklikle "kısmi yapı kullanma izin belgesi" hususu, süreç içerisinde getirebileceği sorunlar açısından değerlendirilmelidir.
Ancak özellikle proje müellifi mimar ile uygulama ve eserinin vücuda gelişine yönelik bağının kopmasına neden olacak bir diğer düzenlemeye de bu maddede yer verildiği görülmektedir. Bu değişiklik sonucunda, yapım işinin bitirilmesini takiben, proje müellifinin yapı kullanma izni ile ilgili imzasına gerek görülmemesi, burada sadece denetim sorumlularının imza ve onayının yeterli görülmesi, müellifi üretim sürecinden dışlamaktadır.
Taslağın 15. Maddesi ile İmar Kanununun "ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı olarak başlanan yapılar" başlıklı 32. Maddesi, başlığıyla birlikte değiştirilerek, madde başlığı "mevzuata aykırı yapılar ve Bakanlığın uygulama ve denetim yetkisi" şeklinde düzenlenmiş; maddede mevzuata aykırı yapılara ilişkin düzenlemeler ve bu düzenlemelerin uygulanmasında  Bakanlığın uygulama ve denetim yetkisi tanımlanmaktadır. Ancak yerel yönetim idarelerinin yetkilerinin merkezi idareye devrini içeren değişikliklerin, demokrasi söylemleriyle örtüştüğünü söylemek olanaksızdır.
Taslağın 16. Maddesi ile İmar Kanununun "idari müeyyideler" başlıklı 42. Maddesinde değişiklik yapılarak, bu maddede belirtilen ve imar mevzuatına aykırılık teşkil eden fiil ve hallerin tespit edildiği tarihten itibaren otuz gün içinde ilgili idare encümenince sorumlular hakkında, üstlenilen her bir sorumluluk için ayrı ayrı olarak bu maddede belirtilen idari yaptırımların uygulanmasına yönelik düzenlemeler getirilmektedir.
Bu düzenlemelerin sonunda; Bakanlıkça tahsil edilen cezaların tamamı ile bu madde kapsamında ilgili idarelerce tahsil edilen cezaların yüzde ellisi imar ve kentsel dönüşüm hizmetlerinde kullanılmak üzere Bakanlığın "Dönüşüm Projeleri Özel" hesabına yatırılacağı yönünde düzenleme getirildiği görülmektedir. Ancak başından beri tarafımızca sorunlu olarak görülen ve bu konudaki görüşlerimiz kamuoyu ve bakanlıkla paylaşılarak sakıncaları dile getirilmişken, bu uygulamanın ısrarcı bir şekilde devam ettirilmeye çalışıldığı, hiç bir görüş ve önerinin dikkate alınmaksızın uygulamaya devam edileceğinin ve fırsat yakalana her yerden bu uygulamaya kaynak aktarılmaya çalışıldığını göstermektedir.
Taslakta müelliflerin, fenni mesuliyet üstlenen müstakil yapı denetçisi mimar ve mühendislerin, teknik müşavirlik kuruluşlarının, yapı müteahhitlerinin, şantiye şefi mimar ve mühendislerin, yapım işinde görev alan taşeron veya ustaların imar mevzuatına aykırı fiillerinden dolayı verilen idari para cezaları ile haklarındaki kesinleşmiş mahkeme kararları, kayıtlarına işlenmek veya ilgili mevzuata göre cezai işlem yapılmak üzere, üyesi bulundukları meslek odasına ve Bakanlığa bildirileceği hükümlerine yer verilmektedir. Taslakta yer alan düzenlemelerle, Meslek Odaları, bir yandan yapı üretim ve denetim mekanizmasından dışlanırken, diğer yandan sadece cezalandırıcı bir rol biçildiği görülmektedir. Böyle bir yaklaşımın kabul edilmesi olanaksızdır.
Taslağın 17. Maddesi ile İmar Kanununun "yönetmelik" başlıklı 44. Maddesi (1) fıkrası (a) ve (f) bentlerinin değiştirilmesi öngörülerek; "Kamuya ait alanlarda kamu kurum ve kuruluşlarınca yapılan veya yaptırılan, enerji, iletişim, haberleşme, sulama, su arıtma ve dolum, tabii kaynaklar, ulaştırma ve benzeri hizmetlerin verilmesiyle doğrudan ilgili bina türü yapılar hariç tesisler, sanat yapıları ve zorunlu müştemilatından hangileri için ruhsat alınmayacağı," ile "Haritalar, planlar, parselasyon planları, yapı ruhsatları ve yapı kullanma izin belgeleri ve ekleri dahil imar mevzuatına konu tüm coğrafi verilerin ve bu verilere ilişkin tüm bilgilerin sayısal olarak üretilmesine, elektronik ortamda ilan edilmesine, Bakanlık portalı üzerinden paylaşılmasına ve arşivlenmesine; mevcut harita, plan, parselasyon planı ve diğer verilerin elektronik ortama aktarılmasına; planların yapımı, revizyonu ve değişikliklerine; eşdeğer yapılaşma veya değerleme yöntemine; değerleme haritaları ve yöntemlerine; özel mezarlık alanları ve bu alanlarda yapılacak yapılar ile umumi hizmet alanlarının kamu eline geçişine dair uygulamalara; köylerde yapılacak uygulamalara; güvenli ürün belgesinin düzenlenmesine, ürün güvenliği denetçisi ve ürün güvenliği kuruluşlarının nitelik, görev, yetki ve sorumluluklarına, belgelendirilmelerine, eğitimlere katılmalarına ve yapılacak hizmet sözleşmelerine, kalite güvence sistemi kurulmasına; etüt ve projelerin hazırlanmasına, yapı ruhsatı, inşaata başlama izni, yapı kullanma izni ve yıkım ruhsatı düzenlenmesine; döküm sahaların tespitine, hafriyat toprağı ile inşaat ve yıkıntı atıklarının nakline, dökülmesine, geri dönüşüm ve kazanım tesis alanlarına, kurulmalarına, kamu veya gerçek ve tüzel kişilerce işletilmesine, yıkım müteahhitlerinin görev, yetki ve sorumlulukları ile belgelendirilmelerine ilişkin usul ve esaslar ile imara dair diğer hususlar" daki uygulamaların da yönetmelikle belirlenmesine yönelik düzenleme getirilmek istendiği görülmektedir.
Taslağın 18. Maddesi ile İmar Kanununun Ek 2. Maddesine bir fıkra daha eklenerek  "umumi ve resmi binalarda, sanayi tesislerinde, spor, sosyal ve kültürel yapı ve tesislerde, eğitim yapılarında, sağlık tesislerinde, ulaşım yapı ve tesislerinde, turizm tesislerinde, ulaşım yapı ve tesislerinde, toplu yapı parsellerinde mescit, bebek emzirme yeri, çocuk bakım ve oyun alanı; milli park, tabiat parkı, bölge parkı, mesire ve piknik alanı, açık spor alanı gibi yerlerde ise mescit, bebek emzirme yeri ve umumi hela için gerekli mekanlar"  ayrılacağı ve  bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esasların ilgili kamu kurum ve kuruluşlarından görüş alınarak Bakanlıkça belirleneceğine" yönelik düzenleme önerilmektedir.
Bunlardan hela, bebek emzirme yeri vb. gibi mekanlar, mimari tasarım bütünlüğü içerisinde, kullanıcıların gereksinimleri göz önünde bulundurularak zaten planlamakta ve söz konusu tesislere yönelik yönetmeliklerde bu tür genel kullanım mekanlarının düzenlenmesine yönelik kriterler belirtilmektedir. İmar yasasında böylesi bir ayrıntının belirtilmesi; yasaya zorunlu olarak konulan ibarelerin nedeni, neye hizmet ettiği, gerekliliği açısından nasıl bir araştırma sonucu elde edildiği, mevzuatımızda belirlenen bir karşılığı olmadığı, bu nedenle planlı alanlar yönetmeliğinde ve imar yönetmeliklerinde tanımlanan wc vb. plan kararı gerektirmeyen, tasarım  konusu nesnelerin  bahane edilerek siyaseten karar üretilmesi, Kullanımlara ilişkin kararların yasayla meşrulaştırılmaya çalışılması, sadece belli bir dini inanışa sahip olanlara yönelik ibadet yeri (mescit) tanımı, bir tür tehdit ve sadece belirli bir inanışa yönlendiren toplumsal yaşamın dayatılmak istendiğini göstermektedir. Demokratik hukuk devletinde söz konusu edilemeyecek böyle bir yaklaşım, anayasal eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi, baskıcı, totaliter bir anlayışın ürünü olmaktan öte bir durum değildir.
Öte yandan, aynı yasa taslağında planlama sürecinde tüm sosyal donatı alanlarını ranta açmaya yönelik düzenlemeye yer verilirken, mescit zorunluluğu getirilmesi ironik olduğu kadar manidardır da...
Taslağın 19. Maddesi ile İmar Kanununun Ek 4. Maddesinin değiştirilmesi öngörülmektedir. Bu maddede önerilen değişiklikle "özel mülkiyet, kamu alanı veya tescil dışı alanlar dahil mera, yaylak ve kışlaklar"da yapılaşmanın yolu açılmakta; her ne kadar belirli kıstaslar getirilmiş ve "geçici yerleşme yerleri il genelindeki toplam mera, yaylak ve kışlakların yüzde birini aşamaz." denilse de aynı düzenleme içinde   "1/1/2013 tarihinden önce fiilen kullanılan kayıtlı yerleşim alanları toplam alanın yüzde birini aşsa dahi muhafaza edilir." İfadesine yer verilerek, korunması gereken bu alanlar üzerinde yapılaşmalara gizli bir af getirildiği görülmektedir. Yine aynı madde düzenlemesi içerisinde söz konusu yerlerdeki taşınmazların 6306 sayılı kanun çerçevesinde Bakanlığa devri söz konusu edilmekte; kentsel dönüşüm olgusu bu defa mera, yaylak ve kışlaklarda karşımıza çıkmaktadır. 
Taslağın 20. Maddesiyle İmar Kanununa eklenmesi öngörülen Ek Madde 5 ile daha önce de gündeme gelen değer artış payına da yönelik düzenlemeler içermekte ve yapılan yatırımlarla bir bölgedeki taşınmazlarda değer artışı olursa, o bölgede taşınmazı olan vatandaşlardan, artan değerin % 45‘i kadar bedel alınmasını; değer artış payı denilen bu paranın % 30‘unun Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘na, % 70‘inin plan değişikliğini onaylayan idareye aktarılmasını; eğer plan büyükşehir belediye sınırları içindeyse, bu tutarın büyükşehir belediyesi ve ilgili ilçe belediyesi arasında eşit olarak paylaştırılmasını, değer artışına yol açan plan değişikliği bakanlıkça onaylanmışsa, değer artış payının tamamının bakanlığa ödenmesini öngörmektedir. Uygulamanın nasıl gerçekleştirileceği ise yönetmeliğe bırakılmaktadır.
Açıkçası; maddenin kendisi plan yapımına ait değişiklik gerekçelerine aykırılık teşkil etmekte, ayrıcalıklı olarak verilen imar hakkı üzerinde yasal olmayan bir durumun pazarlığa konu edilmesini öngörmektedir. Bu madde her şekliyle imar planlarında yoğunluk artışı talebini tetikleyecektir. Bu yoğunluk artışının gerektirdiği donatı alanlarından bahsedilmemektedir.
İmar planları değişikliği nedeniyle ilgili taşınmaz sahiplerinden alınması tasarlanan değer artış payının oranları ve hukuksallığı tartışmaya açıktır. Bu madde ile, imar planlarında kat rejimi uygulamasında vatandaşın arsasında oluşan değer artışına ortak olmanın zemini oluşturulmaktadır.
Parsel bazında plan değişiklikleri sonucu emsal artışı yoluyla kat ve rant artışının nasıl paylaşılacağını düzenlemektedir. Semt, bölge ve kent ölçeğinde fiziki, sosyal ve teknik altyapı yetersizliklerine neden olabilecek kat ve rant artışıyla günü kurtarmaya yönelik sağlanacak geçici çözümler ileride telafisi zor sorunlar doğurabileceği göz ardı edilmemelidir.
Gerçek kişilerin imar planı değişikliği isteklerinde "Geçerli İmar Hakkı +Değer Artışı Payı"mantığı, özellikle yoğunluk artışına konu plan deşişikliklerinde kötü niyetli kullanımlara açıktır. Böylesi durumlarda geçerli imar hakkı korunmalıdır.
Taşınmazların konumlarına göre teknik ve ekonomik olarak değerlerinin belirlenmesine esas değerleme haritalarının hazırlanmasına yönelik önerilen  Ek Madde 6 de yine taslağın 20. Maddesinde ifade edilmektedir.
Önerilen Ek Madde 7 ile Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı tarafından yeni teknoloji getiren, büyük ölçekli veya katma değeri yüksek olarak belirlenen yatırımlara yönelik olarak hazırlanan ve onaylanarak kesinleşen imar planlarının on yıl süreyle değiştirilemeyeceği düzenlenmektedir. Böyle bir düzenlemenin gerek planlama disiplininin bilimsel yöntemleriyle, gerek yerel yönetim planlama yetkilerini göz ardı ederek tüm yetkiyi merkeze bırakan yaklaşımıyla demokrasiyle bağdaşmamaktadır.
Taslağın aynı maddesinde önerilen Ek Madde 8 ile binaların yeni yapı inşa etmek üzere yıkım işleri ilgili düzenlemelere yer verilmektedir.
Bu maddede önerilen Ek Madde 9 kapsamında ise yapı düzeni ve emsale esas alanlar gibi detaylı tanımlara yer verilmekte olduğu görülmektedir. Ancak, yönetmelikle tariflenebilecek bu hususların, detaylı şekilde yasaya dahil edilmesi özellikle  emsal alanına dahil edilmeyecek olan alanlara ilişkin tanımlamalar göz önüne alındığında; bunların yoğunluğu artıracağı hususlarının dikkate alınmadığını, ya da bilinçli bir şekilde yasada tanımlayarak olası yargı süreçlerini bertaraf edip, imar rantını artırmanın yollarının yasal güvenceye kavuşturulması çabasının bir parçası   olduğu izlenimini uyandırmaktadır.
Taslağın 21. Maddesiyle 6306 sayılı Kanunla eklenen Geçici 14 üncü madde değiştirilmekte ve bir geçici madde daha eklenmektedir.
Taslağın 22. Maddesiyle 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun, "kat mülkiyeti" kurulmasına ait genel kuralları tarifleyen 1. Maddesinde değişiklik yapılmaktadır.
Taslağın 23. Maddesiyle 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun, "kat irtifakı" kurulmasına ait genel kuralları tarifleyen 2. Maddesinde değişiklik yapılmaktadır.
Taslağın 24. Maddesiyle 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun, "kat mülkiyeti" kurulması istem ve belgelerini tanımlayan 12. Maddesinde ek yapılmaktadır.
Taslağın 25. Maddesiyle 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun, "kat irtifakı" kurulmasına ait genel kuralları tanımlayan 14. Maddesinde değişiklik ve ek yapılmaktadır.
Taslağın 26. Maddesiyle 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun, "ana gayrimenkulün giderlerine katılma" başlıklı 20. Maddesine ek yapılmaktadır.
Taslağın 27. Maddesiyle 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununa, bir geçici madde eklenmektedir.
Taslağın 21 ila 27. Maddeleriyle Kat mülkiyeti Kanununda yapılan değişikliklerin bir kısmı güncel yönetimsel ihtiyaçlardan kaynaklandığı görülmektedir. Ancak özellikle kat irtifakı ve kat mülkiyetini etkileyen madde değişikliklerinde, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunun uygulanması sırasında karşılaşılabilecek olan durumların idare lehine sonuçlanmasının hedeflendiği  düşünülmektedir.
Diğer taraftan Konut binalarında giderlerin karşılanmasında bağımsız bölümler arasında istisnalar yaratılması gibi konularda yapılması öngörülen değişiklikler tartışmalara ve kargaşaya neden olma potansiyelini barındırmaktadır. Örneğin, bina giriş katının üzerindeki herhangi bir bağımsız bölüm sahibi de asansörden yararlanmayacağını, bina çatısının kendisini ilgilendirmediğini ve bu giderlerin en üst kattaki bağımsız bölümler tarafından karşılanması gerektiğini iddia edebilir. Bu gibi nedenlerle bina giderlerine katılmama ısrarcılığı sonucu yapılabilecek icra takibi komşuluk huzurunu ve barışını zedeleyebilecek, Anayasal eşitlik ilkesinin çiğnenmesi tartışmalarını gündeme getirebilecektir.
Taslağın 28. Maddesiyle 3621 sayılı Kıyı Kanununun, "genel esaslar" başlıklı 5. Maddesinde değişiklik ve ek yapıldığı görülmektedir.
Kıyılarımız iklim değişikliği, deniz seviyesi yükselmesi ve buna bağlı olarak kalıcı su baskınları, seller ve kıyı erozyonu, sayısı ve şiddeti artan fırtınalar ile fırtına yükselmesi (deniz seviyesi yükselmesi), dalga kabarması (rüzgar etkisi sonucu deniz seviyesi yükselmesi) ve son yıllarda oluşma sıklığı ve etkisi artan doğal afetlerle karşı karşıyadır.
Yapılması önerilen değişiklikler ile doğal afetler tehdidi altında olan kıyılarımızda sahil şeridi ile kıyı kenar çizgisi arasındaki mesafenin mevcut yasada olduğu gibi 50 metreden ,kıyı eğimine uygun olarak 20 metreye indirilmesi bilimsel açıdan, kıyı alanları yönetimi açısından, halkın kullanımı ve can güvenliği açısından, kıyıların doğal yapılarını ve hidrodinamiğini etkileme açısından yanlış olup, risk açısından ise çok tehlikeli bir değişiklik önerisidir. Doğal tehditler altında olan kıyılarda ve bu afetler için uyum stratejilerinin uluslararası boyutlarda geliştirilmesi için çaba harcandığı bir ortamda, önerilen bu değişiklik hem uyum sağlama (adaptasyon) hem de etki azaltım stratejilerine tam anlamıyla zıt bir eylem olmaktadır.
Ulusal, bölgesel ve yerel Bütünleşik Kıyı Alan Yönetim (BKAY) çalışmalarının temel amacı, öncelikle halkın can ve mal güvenliğini sağlayacak ve ekonomik kazanımlara yol açacak çözüm üretmektir. Bu nedenle, kıyı şeridi genişliği çok önem kazanmaktadır. Kullanım izni verilen kıyı şeridi doğal afet tehdidi altında incelenmeden yapılaşma izni verilmesi can ve mal kaybına neden olacaktır. Bu nedenle, bu çalışmaların da, her kıyı alanına özgü olarak deniz seviyesinin doğal afetler etkisinde yükselmesi hesaplanarak yapılması gereklidir. Bu hesaplar yapılmadan verilecek iznin riskleri çok büyük olacaktır. O nedenle bu riski daha aza indirgeyen ve mevcut kanunla 50 metre olarak uygulanan sahil şeridi genişliği hiç değiştirilmeden korunması gerekirken, yapılan değişiklikle mesafenin düşürülmesi öngörülmektedir.
 5.ci Maddenin 5. Fıkrasında,yapılması önerilen değişiklik içinde yer alan ‘sahil şeritleri‘ ifadesi kendi başına tüm kıyıları kapsadığı için aynı fıkra içinde (diğer alanlar) ifadesi hiç bir anlam taşımamaktadır.Bu durumda ,bu değişiklik,kendi içinde 50 metre sınırını kullanılmaz duruma getirmektedir. Bu nedenle de, 5. Maddenin 5.fıkrası hiç değiştirilmeden 50 metre olarak korunmalıdır.
Ayrıca, Akdeniz ülkelerinde kıyı kullanımının ülke ekonomik girdisinde büyük pay sahibi olduğu Fransa, İspanya, Portekiz ve İtalya gibi ülkelerde kıyı kanunları incelendiğinde bu genişliğin en az 50 metre olarak tanımlandığı görülmektedir.
Kıyı alanlarının kullanımı farklı sektörlerin alan kullanımı açısından rekabet (zıt kullanım ve ilgi) içinde oldukları ve ekonomik açıdan çok değerli doğal kaynaklardır. Bütünleşik Kıyı Alan Yönetimi (BKAY) altında kıyı alanlarının kullanımı bu karmaşık problemi, kullanım riskleri (can ve mal güvenliği), kıyı ve deniz alanların ekolojik dengesi, doğal güzellikleri ve ülke ile yerel halkın yararını göz önünde bulundurarak çözer.
Bu nedenle bütün kıyı ve deniz alanlarında ulusal, bölgesel ve yerel BKAY stratejileri saptanmadan yapımına izin verilecek farklı kullanım gruplarının getireceği risk (can ve mal kaybı, kirlilik, vb) çok büyük olacaktır. Bu değişiklik ile kıyı şeridinin 50 metreden daha kısa olabileceği bir genişlikte kanun maddesinde belirtilen sektörlerin, BKAY çalışmaları gerçekleştirilmeden, kullanımına açılması, kıyı ve deniz alanlarında geri kazanım maliyeti çok yüksek ve zor olan sorunlara ve kayıplara neden olacaktır.
Bunun yanında 3621 sayılı kanunun 5. maddesinin 6. fıkrasına eklenen "devlet yolu ve demiryolu" ibareleri yasanın getirdiği kıyı kenar çizgisine 50 metrelik yaklaşma mesafesinde ancak "yaya yolu, gezinti, dinlenme, seyir ve rekreaktif amaçlarla düzenleme yapılabilmesi" hükmünü genişleterek; Anayasa‘da herkesin kullanımın açık olan alanlar olarak tanımlanan kıyıların kısıtlı amaçlar için kullanımına olanak vermektedir.
Böylelikle tüm kıyılardan yol ve ya da demiryolu geçirilmesi yasallaştırılmaktadır. Kıyı gezinti, dinlenme amaçlı olarak salt yayanın kullanımına açık iken düzenleme ile kıyıdan (deniz, göl ve akarsu kıyıları) şehirler arası otoyollar, hızlı tren yolları geçirilebileceği gibi, kıyı mekanı kent içi yol düzenlemelerine de ayrılabilecektir. Böylece örneğin tüm kıyı kent ve kasabaların denizle ilişkisini kesen, yerleşmeleri denize uzak denizle bağını kopartacak duruma getiren ulaşım altyapıları tüm kıyılarda yer alabilecektir.
Söz konusu değişiklikler sahillerde kamu yararı önceliğine son verilerek, kıyıda her türlü kentsel kullanım kararının yer alabileceğini, bu durumun ise kıyılarda talanın önlenemez durumuna işaret etmektedir. 50 metrelik kıyı kenar sınırının 10 veya 20 metreye düşürülmesi kıyıların kamu tarafından kullanılmasını kısıtlayacak, yapılaşma artacaktır ve bu bakımdan uygun değildir. Bu maddenin tarih belirtilerek bundan önce yapılmış yapıların kapsaması düşünülebilir. Hem geçmiş yapılara hem de yeni yapılara uygulanması yanlış bir uygulamadır. Yapılan bu değişiklik ile kıyıların devletin hüküm ve tasarrufu altında ve herkesin eşit ve serbest olarak yararlanması ilkesi tamamen ortadan kalkmaktadır.
Sahil şeridinde yapılacak yapıların kıyı kenar çizgisine kara yönünde 10m yaklaşması demek sahil şeridinde özel mülkiyete konu günübirlik rekreasyon alanı kullanımı ile kıyı arasında 10 metrelik aktif yeşil alan bandı oluşacağı bu alanında herkesin kıyı ulaşımı ve kullanımı için yeterli olmayacağı açıktır.
Taslağın 29. Maddesiyle 3621 sayılı Kıyı Kanununun, "yapı yasağı ve kıyıda yapılacak yapılar" başlıklı 6. Maddesinde değişiklik ve ek yapıldığı görülmektedir.
Taslağın bu maddesiyle kıyılarda yapılabilecek yapı ve tesisler uygulama imar planlarından daha üst ölçekte yer alan plan kararlarına tabi kılınmış ve taslağın 28. maddesiyle getirilen değişikliğe benzer biçimde 3621 sayılı kanunun 6. maddesinin 4. fıkrasının (a) bendinde yapılan değişiklik ile "ulaşıma yönelik yapı ve tesislerin" kıyılarda yer alabileceği hükme bağlanmıştır. Böylelikle ülke gündeminde oldukça tartışma yaratan Karadeniz Sahil Yolu Projesine benzer projelerin yapımının önü açılmaktadır. Bunun yanında  aynı madde ve fıkranın (b) bendine  yapılan değişiklik ile kıyılarda yer alabilecek kullanımların kapsamı genişletilmektedir.
Bu değişikliğin merkezi hükümetin önemli bir toplumsal muhalefete karşın planladığı nükleer santral ve diğer enerji yatırımlarının hayata geçirilmesini kolaylaştıran bir değişiklik olduğu açıktır. Yine benzer biçimde (e) bendindeki değişikliğin basına yansıyan ve doğal fiziksel yapıya önemli düzeyde müdahale gerektiren çeşitli "çılgın projelerin"  gerçekleşmesine yasal dayanak sağlamak amacıyla yapıldığı izlenimi uyanmaktadır.
Uygulama ibaresinin kaldırılması uygulama imar planı sonucu elde edilebilecek kamusal alan kazanımlarının çevresel ekolojik özelliklerin korunması, mevcut uygulama imar planları ile bütünlük arz etmesi (ulaşım bağlantıları çevresel kullanımların etkileri) ortadan kaldırmaktadır. Aynı zamanda plan kararı ile proje bazında uygulamaya dönülmesi proje sınırları dışındaki etkilerin göz ardı edildiği sürdürülebilirlik ilkesi ile çelişki yaratmaktadır. 
Kıyılar özel alanlardır her ülkenin sahip olamadığı uzunlukta bir kıyı bandı olan ülkemizde kıyılar tesadüfü uygulamalara terk edilemez. Ekolojik özellikler dikkate alınarak suni bir göletin ya da kanalın yapılması bağlantı sağlanan deniz nehir veya gölün ekosistemini tehlikeye atmakta olup doğal kaynakların korunması ilkesine aykırıdır.
Taslağın 30. Maddesiyle 3621 sayılı Kıyı Kanununun, "doldurma ve kurutma yoluyla arazi kazanma ve bu araziler üzerinde yapılabilecek yapılar" başlıklı 7. Maddesinde değişiklik ve ek yapıldığı görülmektedir.
Bu madde ile taslağın 28 ve 29. Maddeleri ile yapılan değişikliklere benzer bir değişiklik yapılarak,Kıyı Kanunu‘nun uygulanmasında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘nın ağırlığını arttırmaya ve kıyı alanlarındaki süreci hızlandırıcı (doldurma ve kurutma ile ilgili olarak idarenin valili ğe ileteceği ve Bakanlığa gönderilecek teklifin "plan teklifi" haline getirilmesi) bir düzenleme getirilmektedir.
Ancak bu maddenin en çarpıcı yanı "Kıyı ve dolgu alanları ile sahil şeritlerinde 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun koruma amaçlı imar planlarına ilişkin hükümleri uygulanmaz." hükmü ile kıyıların Anayasa‘ya aykırı bir biçimde pek çok kullanım ve yatırım için serbestçe kullanılabilecek yerler haline dönüştürülmesi sonucunu doğuracak olması ve koruma anlayışının bir kenara bırakılmasıdır.
   Kıyıda gerçekleştirilecek doldurma ve kurutma gibi operasyonlar, kıyının özgün durumunu ve morfolojisini değiştirecektir.
Bu hüküm ile kıyılarda arkeolojik sit alanları, tarihsel kaleler, tersaneler, benzeri tüm kültür değerleri korumasız bırakılmakta ve örneğin kentsel, tarihsel ve arkeolojik sit niteliğine sahip ancak sermayenin önünde engel olarak duran değerlerimizin yıkılarak yerine bir turistik tesis, termik santral ya da herhangi bir kentsel kullanım kararı getirilmesinin önünde engeller kaldırılmaktadır.  Bu madde ile açıkça "kıyıda gelişmeye engel olacak bir korunacak kültür varlığına yer yoktur" denmektedir. Ayrıca bu yolla yargı kararlarının arkasından dolaşılarak, Galataport, Haydarpaşa vb. gibi projelerin önü açılmaya çalışılmaktadır.
Tüm bu yönleriyle getirilmesi düşünülen değişiklikler Anayasa‘nın 43.ve 63. Maddelerine aykırılık taşımaktadır.
Kıyı ve deniz alanları bir bütün oluş, ayrı bölgeler şeklinde değerlendirilmesi kıyıların jeomorfolojik, hidrodinamik ve ekolojisi açısından mümkün değildir. Bu nedenli 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile korunmakta olan alanların önünde doldurma ve kurutma yoluyla kazanılacak kıyı ve deniz  alanlarının uygunluğu bilimsel (jeomorfolojik, hidrodinamik ve ekolojik) açıdan değerlendirildikten sonra, koruma altına alınmış alana (kara ve deniz alanına) olabilecek etkileri göz önüne alınarak izin verilmelidir. Bu değerlendirmeler ışığında yasa ile korunmakta olan alanların önünde doldurma ve kurutma ile kazanılacak alanların kullanımının, bütünleşik yaklaşımdan ve ilkelerinden  ayrılmadan, "koruma amaçlı imar planlarına" uygun olarak tasarlanması zorunludur.
 Bu değişiklik Türkiye btün kıyı ve deniz alanlarında,  2863 sayılı ‘Kültür ve Tabiat Varlıklarını‘ kanununu  uygulanamaz duruma getirmektedir. Ülkemiz kıyıları , dünyanın en değerli ve önemli ‘kültür ve tabiat‘ varliklarına sahiptir. Kıyılarımız ve deniz alanlarımız, dogal özellikleri ve tarihi ve arkeolojik ve kulturel hazineleri ile ülkemizin kultür ve tqabiat varlıklarını oluşturmaktadırlar. Bu nedenle .vazgeçilemeyecek bu değerlerin korunması zorunludur. Önerilen madde değişikliği bu değerlerin yok olmasına neden olacaktır. Tartışmasız olan bu gerçeğin ışığında bu madde değişikliği kesin olarak yapılmamalıdır.
Bu tip madde değişiklikleri, kaçak yapı ve yanlış kullanımı özendirici aflar olarak algılanmaktadır.
Taslağın 31. Maddesiyle 3621 sayılı Kıyı Kanununun, "kıyı ve sahil şeridinde planlar" başlıklı 10. Maddesinde değişiklik ve ek yapılmaktadır.
Taslağın bu maddesi ile kıyı ve sahil şeridindeki planlama sürecinde Turizm ve Kültür Bakanlığı‘nın yetkisi ortadan kaldırılmaktadır. Bu düzenlemenin planlamada çok başlılığın giderilmesi açısından ilkesel düzeyde olumlu olduğunu söylemek mümkündür. Ancak, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘nın yetki alanı, bu yetkinin kullanımını denetleyecek mekanizmalar olmaksızın büyük ölçüde genişletildiğinden Anayasa‘nın 123. maddesinde tanımlanan idarenin bütünlüğü ilkesine aykırılık olduğu görülmektedir.
Bu değişiklikle birlikte önerilen ek fıkranın içeriğine bakıldığında Kıyı Kanunu‘nun amaç ve içeriğinden kopuk bir biçimde köy yerleşik alanları ve kırsal alanların sadece kıyı şeridinde değil tümündeki yapılaşmalara dair bir düzenleme yapıldığı görülmektedir. İyimser bir yaklaşımla, bu değişikliği 2008 finans krizi sonrası koşullarda, Türkiye‘nin bir ekonomik strateji olarak turizm yatırımlarını hızlandırması ile ilişkilendirmek ve kırsal turizm olanaklarının genişletilmesine odaklandığını söylemek olasıdır. Ancak ne yazık ki bu düzenleme de tüm ülke mekanının insan ve canlıların yaşam çevresi olarak görülmeksizin yatırım alanına dönüştürülmesine yönelik diğer yasal düzenlemelere eklenen yeni bir parçası olarak görünmekte ve gizli bir imar affını da içermektedir.
"Yapıldığı tarihteki mevzuata uygun olarak 11/7/1992 tarihinden önce oluşmuş yapılaşmalar yeni yerleşme alanları oluşturulmamak ve ilave yapı yapılmamak koşuluyla korunur." hükmünün arkasına gizleyerek 1992 yılına kadar yapılmış kaçak yapılara AF anlamına gelebilecek uygulamalardan kesinlikle kaçınılmalıdır. Bu tür yapılar, mesafe şartları ve yapıldığı tarihteki mevzuata uygun yapılmış olsalar dahi, yürürlükte bulunan 3194 sayılı İmar Kanunun 42. Maddesinin ilgili fıkrası gereği; ".... Mevcut hali veya öngörülen bir afet tehlikesi karşısında can ve mal emniyetini tehdit ettiği veya edebileceği....";2007 Deprem Yönetmeliği Peformans Analizi koşullarını da sağlamayacağı açıktır. Kentsel dönüşüm bahanesiyle Türkiye‘de 6 milyon 500 bin konut yıkılması hedeflenirken, 1992 yılından önce oluşmuş yapıları korumanın mantığını anlamak mümkün değildir.
Taslağın 32. Maddesiyle 3621 sayılı Kıyı Kanununun, "kıyıda ve doldurma ve kurutma yoluyla kazanılan araziler üzerinde yapılanmalara izin verilmesi " başlıklı 11. Maddesine ek yapılması önerilmektedir.
Eklenmesi önerilen düzenlemeyle, sadece kamu yararına kullanılabilecek olan kıyıların "yap işlet devret veya kiralama usulü veya imtiyaz sözleşmesi veya kamu özel ortaklığı ile gerçekleştirilen yatırımlar"a (yatırımcılara) açıldığı görülmekte olup, kıyıları ranta açan bir yaklaşımla ele alındığı açık olan böyle bir değişikliğin kabulü olanaksızdır.
Taslağın 33. Maddesiyle 3621 sayılı Kıyı Kanununun, "kontrol, imar mevzuatına aykırı yapı ve ceza hükümleri" başlıklı 13. Maddesine ek yapılması önerilmekte ve önerilen bu değişiklikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığının yetkilerinin artırıldığı görülmektedir.
Taslağın 34. Maddesiyle 3621 sayılı Kıyı Kanununun Geçici Maddesinin değiştirilmesi öngörülmektedir.
Taslağın bu maddesi ile 3621 sayılı kanunun Geçici 1. Maddesinde değişiklik yapılarak, 3830 sayılı sayılı Kıyı Kanunu‘nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun‘un R.G. ‘de yayım tarihi olan 11.7.1992 tarihi temel alınarak, bu tarihten önce onaylı uygulama imar planlarının sahil şeritleri veya kıyı tarafındaki yapı yaklaşma mesafesi ile ilgili hükümlerinin geçerli olması hali "bu alanlar yapılaşmamış olsa dahi" ifadesinin eklenmesi ile Kıyı Kanunu‘nun varlık sebebine tamamen aykırı bir biçimde genişletilmiştir. Bu düzenlemenin şehircilik ilkeleri yanında hukukun esaslarına açıkça aykırı olduğu görülmektedir.
Taslağın 35. Maddesiyle 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun "ilim ve edebiyat eserleri"nin tanımlandığı 2. Maddesinin birinci fıkrası üçüncü bendinin değiştirilmesi öngörülmektedir.
Taslakta bu değişiklik "Kamu kurum ve kuruluşları tarafından yaptırılıp onaylanan imar planları, projeler ve haritalar hariç olmak üzere her tür ve ölçekteki planlar ve haritalar, tasarım ve projeler, krokiler ile idareler tarafından onaylansın veya onaylanmasın, bedii vasfı bulunmayan her nevi teknik ve ilmi mahiyette fotoğraf eserleri, resimler ile endüstri, çevre ve sahne tasarım ve projeleri, coğrafya ve topoğrafyaya ait maket ve benzerleri, görev, yetki ve sorumlulukları Bakanlık ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından çıkarılacak Yönetmelikle belirlenen ve yerel yönetimler bünyesinde kurulan mimari estetik kurullarınca özgün fikir ifade ettiğine karar verilen ve tescil edilen mimari proje, tasarım ve maketler" şeklinde ifade edilmiştir.
Daha önce "bedii vasıf" (estetik değer) taşımasa dahi salt fikri bir emek harcanarak ortaya çıkartılan, bilimsel ve teknik nitelikli fikri ürün olan mimari projeler eser olarak tanımlanırken, önerilen değişiklikle mimari projelerin varlığı kendinden menkul, belediyeler bünyesinde kurulacak olan "estetik kurul"un uygun görmesi sonucunda eser sayılabileceği düzenlenmektedir.
Bu madde değişikliği ile kamu kurumları tarafından hazırlanıp onaylanan imar planları, projeler ve haritalar "eser"  kapsamından çıkarılmıştır. Dolayısıyla ürettikleri plan ve projeler eser sayılmayacağından kamu kurumlarında çalışan plancı ve mimarların "eser sahibi" olarak korunması gereken haklarından söz edilemeyecektir.  Yasanın mevcut halinde kamuda çalışan "memur, hizmetli ve ya işçilerin" eserleri üzerindeki  mali hakların çalıştıkları kurumlara ait olduğu hükmü (m.18) yer alırken getirilmek istenen bu değişiklikle kamuda üretilen  imar planları ve projeler için hiçbir hak kullanılamayacaktır. Oysa ilim, edebiyat ve sanat eserlerinin ve fikri mülkiyet haklarının korunmasına yönelik uluslar arası sözleşmeler ileAnayasa‘nın devlete yüklediği görevler gereği; hangi şartlarda üretilirse üretilsin, eğer  "eser" olmanın ön koşulunu taşıyor ise yani bir fikri üretim var ise bilimsel eser olarak bütün plan ve projeler ve bunların eser sahiplerinin hakları korunur.
Bu maddede yapılan ikinci değişiklik ise; mimari proje, tasarım ve maketlerin, ayrıntıları Kültür ve Turizm Bakanlığı ile  Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından çıkarılacak Yönetmelikle düzenlenecek yerel yönetimler bünyesindeki kurulan kurulların "özgün fikir ifade ettiğine" karar  vermesi halinde eser sayılacağına ilişkin düzenlemedir.
Bu düzenleme 5846 sayılı Kanuna hakim olan "eser sahipliği teorisi"ni ortadan kaldırmaktadır. Eser sahipliği eser niteliğindeki bir ürünün yaratılmasıyla meydana gelen bir statüdür. Eserin meydana gelmesiyle birlikte ortaya çıkan bir hukuki durumdur. Bu nedenle 5846 sayılı Kanunun koruması altında olabilmek için bir eser vücuda getirmek yeterlidir. "Sahibinin hususiyetini taşıması" ve "yasada sayılan kategoriler içinde yer alması" koşullarının bulunduğu Yasadaki eser tanımına göre başka bir koşul aranamaz.  Buradaki "hususiyet" bağımsız bir fikri çalışmanın ürünü olmasıdır. Yani eser niteliği bağımsız fikri çalışmaya bağlı olarak kendiliğinden ortaya çıkar. Eser niteliğinin belirlenmesi bakımındanbir test olmadığı gibi herhangi bir kişi veya merci de bu konuda yetkili kılınmamıştır. Yasadabelirtilen kategoriler içinde sayılan ürünlerde, herhangi bir uyuşmazlık olmadığı müddetçe sahibinin hususiyetinin varlığı kabul edilir. Bu konuda bir uyuşmazlık söz konusu olduğunda,yani taklit, kopyalama, intihal gibi bağımsız bir fikri çalışma olmadığı iddia edildiğinde isetespit etmek ve uyuşmazlığı çözmek konusundaki  yetki bağımsız mahkemelerdedir.
Yasayla getirilmek istenen değişiklikte ise;  bir mimari projenin eser olmanın ön koşulu olan bağımsız bir fikri çalışmanın sonucu olarak meydana gelmesiyle birlikte herhangi bir başka koşula bağlı olmaksızın eser sayılması ve eser sahibinin haklarının Yasa kapsamında koruma altında olması; diğer eser türlerinden farklı olarak başka bir koşula daha bağlanmaktadır. Bu da yerel yönetimler bünyesinde kurulan estetik kurulların "kararı ve tescili" şartıdır.
Diğer eser türleri için herhangi bir tescil şartı aranmaz iken mimari projelerin eser sayılabilmesi için bir kurulun kararı ve tescili şartının getirilmesi öncelikle kanun önünde eşitlik ilkesine aykırıdır.
Öte yandan mimari tasarımın sınırları belli olmayan bir yöntemle, subjektif değerlendirmelerde bulunabilecek olan bir kurulun üyelerinin estetik anlayışlarına bağlı olarak verecekleri kararla eser niteliği kazanacak olması fikri hakların korunmasının özüne aykırıdır.
Bu kurulun kimlerden oluşacağı, hangi kriterlere bağlı olarak çalışmalarını yürüteceği hususlarının yönetmeliğe bırakılmış olması ise hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Belirlilik veöngörülebilirlik özellikleri taşımayan ve dolayısı ile hukuki güvenlik sağlamayan kurallar Anayasanın 2. maddesi ile bağdaşmaz.
Taslağın 36. Maddesiyle 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun "manevi haklar" kapsamındaki, "eserde değişiklik yapılmasını menetmek" başlıklı 16. Maddesine; "Parsel maliki ile yapılan bir sözleşmeye dayanılarak ücreti karşılığında hazırlanan ya da inşa edilen; mimari estetik kurulunca özgün fikir ifade ettiğine karar verilmeyen mimari proje veya mimarlık eserinde müellifin muvafakatı alınmaksızın ilave ve değişiklikler yapılabilir. Bu durumda yapı mevcut ise mimari proje bedelinin % 30‘u, inşaatı devam ediyor ise mimari proje bedelinin % 20‘si müellifine verilmek zorundadır. Sözleşmesinde aksine bir hüküm var ise sözleşmeye uyulur. Ruhsata tabi olmayan basit tadilatlarda ise müellifin muvafakatı aranmaz. Yıkılan yapılarda aynı projeler kullanılmadıkça herhangi bir hak talep edilemez." şeklinde ek yapıldığı görülmektedir.
Yukarıda kısmen açıklanan eser sahipliği teorisinin sonucu olarak; gerek eser niteliğinin ortaya çıkması gerekse korumanın devreye girmesi bakımından herhangi bir merciiye başvurmak, kayıt yaptırmak gibi prosedürlere gerek yoktur. Örneğin, yapı ruhsatının verilip verilmediği, işverenin onay verip vermediği, mimar tarafından çizilip çizilmediği gibi hususlar telif koruması bakımından önem arzetmemektedir. 
Bu maddedeki değişikliğe göre "özgün fikir ifade ettiğine karar verilmeyen mimari proje"de tadilat ve ilave yapılması için izin alınması gerekmemektedir. Mevcut yasal duruma göre de ortada "eser" sayılan bir ürün yoksa değişiklik yapmak için izin alınmasına gerek yoktur. Ancak sorun mimari projenin eser olup olmadığına bir kurul tarafından karar verilmesindedir. Bu hususun değerlendirmesi yukarıda yapılmıştır.
Bu düzenlemedeki bir diğer sorun, uluslar arası sözleşmelere ve Anayasaya aykırı olarak mimari projelerin eser niteliği kazanmasını kurulun kararına bağlı kıldıktan sonra, "özgün fikir ifade etmediğine karar verilen mimari proje" ve mimarlık eserlerinde değişiklik ve ilavelerin bir bedel ödenmek şartıyla yapılabilmesidir.
Bilindiği üzere ilim ve edebiyat eserleri kapsamında sayılan mimari projeler dışında, estetik değere sahip olan somut mimarlık eserleri Kanunun 4. maddesinde güzel sanat eseri sayılmıştır. Burada kastedilen "yapı"dır. Yapının "mimari eser" olarak koruma altında olması için mimari projeye bağlı olarak üretilmiş olması yeterli olmayıp, estetik değere sahip olması şartı da aranmaktadır.
5846 sayılı Yasanın 13. maddesine göre, bir eser meydana gelmiş ise sahibinin mali ve manevi hakları kanunun koruması altındadır. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu‘nun üçüncü bölümünde eser sahibine tanınmış manevi ve mali haklardan oluşan fikri haklar sıralanmaktadır. "Eserde değişiklik yapılmasını menetmek" hakkı (m.16) Kanunda manevi haklar arasında sayılmaktadır. Fikri hukukta eser sahibinin manevi haklarına ilişkin koruma Medeni Kanundaki şahsiyet haklarının kullanılmasına dair hükümlerle paraleldir. Manevi haklar eser sahibinin şahsına bağlıdır ve aynı şekilde bu hakların devri de (burada devredilen hakkın kendisi değil kullanma yetkisidir) kişinin kendi tasarrufu ile mümkündür.
Yapılması düşünülen değişikliğe göre eser niteliğine sahip yapılarda izin almadan değişiklik yapılabilecek, ancak bir bedel ödenecektir. Bedel ödenmek şartıyla her türlü değişikliğin yapılmasına izin veren bu düzenleme eser üzerinde eser sahibinin manevi hakkının kullanımını ortadan kaldırmaktadır.
Getirilen ilave fıkrada bunlarla yetinilmemiş, "Ruhsata tabi olmayan basit tadilatlarda ise müellifin muvafakatı aranmaz." denilerek esasen eseri tümden bozabilecek değişikliklerde ise izin alınması şartı ortadan kaldırılmıştır. İmar Kanunu‘nun 21. Maddesindeki "Derz, iç ve dış sıva, boya, badana, oluk, dere, doğrama, döşeme ve tavan kaplamaları, elektrik ve sıhhi tesisat tamirleri ile çatı onarımı ve kiremit aktarılması ve yönetmeliğe uygun olarak mahallin hususiyetine göre belediyelerce hazırlanacak imar yönetmeliklerinde belirtilecek taşıyıcı unsuru etkilemeyen diğer tadilatlar ve tamiratlar ruhsata tabi değildir." düzenlemesi göz önünde bulundurulduğunda eser niteliğindeki bir yapıda bu gibi değişiklikler yapıldığında eserin bozulması ve hatta eser niteliğini kaybetmesi dahi mümkün iken, bu gibi değişikliklerin izin alınmadan yapılabilecek olması "eser sahipliği haklarını" tümden ortadan kaldırmaktadır. 
Taslağın 37. Maddesiyle 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun "manevi haklar" kapsamındaki, "eser üzerindeki haklara ilişkin koruma sürelerini" belirleyen 27. Maddesine ek yapılması önerilerek; "Mimarlık eserleri için ise, yapı yıkıldığında veya proje müellifi vefat ettiğinde, kalıcı olarak temyiz kudretini kaybettiğinde veya gaipliğine hükmedildiğinde telif hakkı son bulur." Şeklinde düzenleme getirilmektedir.
Bilindiği üzere Yasada fikri hakların korunması süreyle sınırlandırılmıştır. Eser sahibinin ölümünden sonra da belli bir koruma süresi öngörülmektedir.Koruma süresi eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren 70 yıl devam eder. 
Getirilmek istenen bu ek fıkra ile mimarlık eserlerinin sahiplerinin hakları hayatta olduğu süre ile sınırlı tutulmuştur. Eser sahibinin ölümünden sonra Kanunun 19. maddesinde sayılan kişiler tarafından bir kısım haklar 70 yıl boyunca kullanılabilir iken, bu düzenleme ile mimarlık eserlerinde eser sahibinin ölümüyle telif haklarının sona erdirilmesi söz konusudur.
Yapılmak istenen diğer değişikliklere ilişkin açıklamalarda belirtildiği üzere, mimari projeler ve mimarlık eserlerine ilişkin haklar ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Oysa Türkiye‘nin 1951 yılında imzalayarak katıldığı Bern Sözleşmesi‘nin 2. maddesinde mimari proje ve mimarlık eserleri korunan eserler arasında yer almakta ve  devamı maddelerinde eser sahiplerinin eserleri üzerindeki hakları ve koruma süreleri (koruma süresi sözleşmede 50 yıldır) düzenlenmektedir.
Sözleşmeye göre fikir ve sanat eserlerini korumak üzere bir birlik kurulmuş olup, birliğe katılan ülkeler eser sahiplerinin haklarını tüm üye ülkelerde korumayı taahhüt etmişlerdir. Sözleşmede tanınan asgari hakları kendi mevzuatında bulunmasa dahi üye ülkelerin vatandaşlarına tanıma zorunluluğu vardır. Dolayısıyla mimari proje ve mimarlık eserleriyle ilgili getirilmek istenen bu değişikliklerle fikri mülkiyet hakları kısıtlanırken,  birliğe katılan ülkelerin vatandaşlarının Türkiye‘de yaptıkları mimari proje ve mimarlık eserleri üzerindeki haklarını sözleşme hükümlerine göre koruma yükümlülüğü olduğundan yabancıyı vatandaşından daha çok koruyan bir durumla karşı karşıya kalınabilecektir.
Anayasa‘nın 64. maddesine göre sanatı ve sanat eserlerini  korumak, desteklemek ve bunun için gerekli tedbirleri almak devletin görevleri arasındadır.
Mimarlık eserlerinin korunması bir ülkenin kültürü ve sanatı açısından büyük önem taşır. Tasarı taslağındaki değişikliklerin yasalaşması halinde mimarlık eserleri için hiçbir koruma söz konusu olmayacaktır. Bu değişiklikler fikri  mülkiyet haklarını ve sanat  eserlerini korumayı amaçlayan ve Türkiye‘nin de imzaladığı uluslararası sözleşmelere ve Anayasa‘ya aykırıdır.
Taslağın 38. Maddesiyle 6107 sayılı İller Bankası Anonim Şirketi Hakkında Kanunun, "denetim kurulu" başlıklı 9. Maddesinde;
Taslağın 39. Maddesiyle aynı kanunun "mali ve sosyal haklar" başlıklı 12. Maddesinde;
Taslağın 40. Maddesiyle de aynı kanunun "çeşitli hükümler" başlıklı 13. Maddesinde değişiklik yapılması önerilmektedir.
Taslağın 41. Maddesiyle 644 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin; Bakanlığın görevlerini tanımlayan 2. Maddesine ek yapıldığı; Mekânsal Planlama Genel Müdürlüğünün görevlerini tanımlayan 7. Maddesinde değişiklik yapıldığı; Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğünün görevlerini tanımlayan 12. Maddesinde değişiklik ve ek yapıldığı; Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğünün görevlerini tanımlayan 13/A Maddesinde değişiklik yapıldığı; Eğitim ve Yayın Dairesi Başkanlığının görevlerini tanımlayan 20. Maddesinde değişiklik ve ek yapıldığı; Bakanlığın sürekli kurul ve şûralarını tanımlayan 27. Maddesinde değişiklik ve ek yapıldığı; 653 sayılı KHK ile kaldırılan 32. Maddesinin "Kamu kurum ve kuruluşlarının, gerçek ve özel hukuk tüzel kişiliklerinin yükümlülükleri ve idari yaptırımlar"  başlığıyla yeniden eklendiği; ilave edilen Ek Madde-2 ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığına ait memur kadroları ile sözleşmeli personel pozisyonlarına ilişkin düzenleme getirildiği görülmektedir. 
Yapılan bu değişiklikler; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘nın teşkilatı, görevleri, yetkileri konusunda değişiklikler, yeni düzenlemeler içermektedir.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığının kurulması ile bazı kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılması; 6/4/2011 tarihli ve 6223 sayılı Kanunun verdiği yetkiye dayanılarak, Bakanlar Kurulu‘nca 29/6/2011 tarihinde kararlaştırılarak 04.07.2011 tarihli, 27984 Mükerrer Resmi gazete‘de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
644 sayılı KHK‘de 08/08/2011 tarihli,648 sayılı.K.H.K.; 23/08/2011 tarihli, 653 sayılı KHK, 11/10/2011 tarihli 662 sayılı KHK, 16/05/2012 tarihli 6306 sayılı Kanun ile değişiklikler yapılmıştır.
Oysa 6223 sayılı Kamu Hizmetlerinin Düzenli Etkin Ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum Ve Kuruluşlarının Teşkilat  Görev Ve Yetkileri İle Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunun 2. Maddesi uyarınca; "Bakanlar Kuruluna verilen Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay süre ile geçerlidir."
Zaten "yasama yetkisini" denetimsiz biçimde kullanması açısından Anayasa Mahkemesinde dava konusu edilmiş ve hukuki tartışmaların merkezinde olan Kanun Hükmünde Kararname çıkarılması, dayandığı yetki yasasında belirtilen süreyi dahi aşarak, torba kanunlar içeriğinde sürekli yetki kullanılmaya çalışılması açısından ayrı bir Anayasal hukuki sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. 
Taslağın 42. Maddesiyle 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) sayılı cetvelin Çevre ve Şehircilik Bakanlığına ait bölümüne ek yapılmaktadır.
Taslağın 43. Maddesi "yürürlük" maddesi olup, bu kanunun yayımı tarihinden 6 ay içinde yürürlüğe gireceği belirtilmekte;
Taslağın 44. Maddesi "yürütme" maddesi olup, bu kanunun Bakanlar Kurulunca yürütüleceği ifade edilmektedir.
 

Yorumlar

Popüler Yayınlar